Kurucu babalarının (bu sadece Monnet ve Schuman'a tahsis edilmemesi gereken bir adlandırmadır) icraatının ötesinde, bu durum Roma Antlaşması'ndan (1957) Nice Antlaşması'na (2000) kadar, birbirini takip eden antlaşmaların formülasyonlannın, "gitgide daha sınırlı bir birliğin" içerisinde devam ettirilmesini, Avrupa halklarından çok Amerika'nın iradesine borçludur. Söz konuşu halklar, 12-13 Aralık 2002 Kopenhag Avrupa Konseyi'nden sonra yirmi beş ülke ve 450 milyondan fazla nüfusu barındıran bir topluluğa entegrasyon sürecine en fazla seyirci olabildi ve şu döneme kadar (yine de...) asla oyuncu konumunda olamadı.
500 yıl öncesinden bir Avrupa belgesi
"Daha sınırlı bir birlik" hedefine yönelim, tabii ki 1940'larda Washington'daki yönetim merkezlerinde doğmadı. Zaman içinde, Rönesans döneminde yazılmış bir iz buluyoruz; 1464'te (İstanbul'un Türkler tarafından fethinden 11 yıl sonra) Bohemya Kralı Podiebrad tarafından kaleme alınmış bir belge; Tractatus. O dönemde Osmanlı imparatorluğu karşısında, doğu ve batı Hıristiyan dünyası halkları arasında, etkin bir yargı yetkisi ve temsilcilerinin beş yıl boyunca görev yapacağı bir çeşit Üye Devletler Parlamentosu'nu ile bir çeşit saldırmazlık anlaşması oluşturulması söz konusudur.
Ayrıca Fransa ve Navarre Kralı IV. Henri'nin bakanı Sully dükünün 1788'de yayınlamış olan anılarında, Fransa'nın Bearn Bölgesi'nden olan Kral'ın, İngiltere Kraliçesi Elisabeth ire ile mektuplaşması sonrasında yaptığı bir önerge olarak sunulan Siyasi Projesi'nden de sıklıkla bahsedilmektedir. Bu bağlamda 1693'te Ouaker mezhebi üyesi William Penn "Present and Future Peace of Europe" başlıklı bir deneme yazar, İspanya Savaşı'na son veren Utrecht Antlaşmaları'ndan (1713-1715) kaynaklanan konferanslarda tam yetkili Fransız diplomat, manastır başrahibi Saint-Pierre, 1713 ve 1717'de, Avrupa'da daimi ba-nş sağlamak ve Hıristiyan hükümdarları arasında barışın sürekliliğim sağlamak için iki proje önerir.
Kant'ın Cumhuriyet girişimi
Jean-Jacques Rousseau, bir prensler federasyonu veya konfederasyonu öngören "Jugement sur la Paix perpetuel-le" (Daimi Barış Üzerine Yargılama, 1782) başlıklı eserinde manastır başrahibi Saint-Pierre'in düşüncesin! izler,
fakat bu konu ile ilişkili son metni Emmanuel Kant yazar : "Pour la Paix per-petuelle " (Daimi Barış için, 1795). Sadece cumhuriyetçi rejimlerin barışı garanti edebileceği fikrini öne sürer, zira "cumhuriyet rejiminde savaşmak için halkın onayı gereklidir".
Bir sonraki yüzyılda birçok örneğin yanı sıra, Fransa ve İngiltere Parlamentoları'na (1814) hitap eden "De la reorganisation de la societe europeenne" (Avrupa Toplumunun Yeniden Organizasyonu) başlıklı bir metin Claude Henri de Saint-Simon tarafından kaleme alınır. Bugün bir Fransa-İngiltere "hat"tı olarak adlandırabileceğimiz, üstüne üstlük Yaşlı Kıta'nın birliğine lokomotif olacak bir Avrupa Parlamentosu ile başka parlamenter rejimlere yönelik genişlemeye çağıran bir konfederasyonu öneren bu metinde Kant'ın düşünceleri takip edilir.
Bu tasarı, 16 Haziran 1940'ta, Winston Churchili ve özellikle Jean Monnet'nin girişimiyle, Paul Reynaud'nun Fransız hükümetine yapılan ve o dönemde Londra'da görevli basit bir savaş müsteşarı olan Charles de Gaulle tarafından tereddütsüz olmasa da kabul edilen Fransız ve Britanya hükümdarlıklarının birleşmesi önerisinde, kısa ömürlü bir ifade bulur. Konsey başkanlığı görevinin Reynaud'dan Mareşal Petain'e geçmesi, bir bakıma gerçek üstü gözükse de esas amacı Fransızların moralini yükseltme (1) olan bu girişimi yıpratır. Tarih 18 Haziran'dan iki gün öncesidir...
Birleşmiş devletler kavramının tarihi
Saint-Simon'unkinden daha ünlü olan bir öneri; 1849'da Paris'te toplanan Barış Kongresi'ndeki konuşmasın-da Victor Hugo tarafından ortaya atılan, İtalyan Cattaneo'nun ardından, fazla detay vermeksizin ilk defa "Avrupa Birleşmiş Devletleri" devinimin kullanıldığı öneridir. Büyük bir hararetle;
"İngiltere için parlamentosu ne kadar önemli ise, Avrupa'da da aynısını sim-geleyecek egemen bir Büyük Senato" önerilmektedir. 19. yüzyılda, 1834'te Genç Avrupa Derneği'ni kuran ve 1857'de gelecekteki "Devletler Avrupası"nın haritasını çizen Giuseppe Mazzini'den, Basel'li Jacob Burckhart ile öğrencisi ve meslektaşı Fredrich Nietzsche'nin kötümserliğin karalığına bürünmüş söylemleri ve 1918'de Oswald Spengler'in "Dedin de l'Occident"(2) (Batı'nın Düşüşü)'nde geliştireceği, batının düşüşünü ilan eden tezlerden de bahsetmek gerekir.
20.yüzyılın ilk on yılı içerisinde Avrupa fikri özellikle üzerinde durulması gereken iki savunucu bulur: Richard Coudenho ve Aristide Briand. Couden-hove-Kalergi sıradışı bir kişiliktir: 1894'te Tokyo'da doğmuş, son olarak Fransız-Avusturya vatandaşı olmuştur. Viyana Üniversitesi'nde doktora yapmıştır. Avusturya-Macaristan'ın dışişleri siyasetinden sorumlu kişinin oğludur ve bir Japonla evlidir. Aile kökleri Flandres'dan Girit'e uzanmaktadır ve Paris'te olduğu kadar Prag'da, Viyana'da veya New York'ta da kendini evinde hissetmektedir.
Panavrupa kuruluyor
Panavrupa Birliği'nin yaratılışının ardından (Viyana'da 1923'te yayımlanan), Panavrupa Manifestosu (1924) başlıklı eserinde ve Paneurope dergisinde öne çıkardığı Avrupa fikrine sahip çıkan gerçek bir seyyahtır. 1926'da
Viyana'da, 24 devleti temsil eden iki bin delege önünde Birinci Panavrupa Birliği Kongresi gerçekleştirilir. Panavrupa Manifestosu onaylanır ve federasyondan çok bir konfederasyon olan "Avrupa federatif organizasyonu"nun ana hatları belirlenir. Bu durum, de Gaulle'ün, 1958'de politikaya geri dönüşünün ardından, Avrupa hareketi federalistlerinin şiddetli düşmanlığına hedef olduğu sırada kongreye verdiği önemi açıklamaktadır.
Aristide Briand Avrupa birliği fikrini aktif olarak savunan, görevdeki ilk devlet başkanı olacaktır. Aynı zamanda 1927'den beri Panavrupa Birliği Onursal Başkanı sıfatıyla, 5 Eylül 1929'da Cenevre'de, Devletler Ortaklığı Kurulu (SDN) önünde Yaşlı Kıta'nın halkları arasında "federal bir bağın" kurulmasını önerecektir. Mayıs 1930'da Fransız hükümeti tarafından yayımlanan, Avrupa Federal Birliği yönetiminin organizasyonuna ilişkin bildiriyi yazan, kabinenin yöneticisi ve aynı zamanda Ouai d'Orsay'in ekonomik ve ticari işler direktörü de olan Alexis Leger (bu kişi yazar adı Saint-John Perse olarak daha iyi tanınmaktadır) olacaktır.
Türkiye'nin birliğe katılımı 1930'da tartışıldı
Bu bildiri Devletler Ortaklığı Kurulu üyesi 26 devlet tarafından daha çok olumlu olarak yanıtlanmıştır. Bu yanıtların önemli iki durumun habercisi olduğunu ifade etmek gerekir: Kurula üye olmayan iki devletin, SSCB ve Türkiye'nin durumu, İtalya, bu devletlerin Kurul'a kabul edilmelerini olumlu karşılamaktadır. Yunanistan, Bulgaristan ve Macaristan ise sadece Türkiye'nin katılımına sıcak bakmaktadır...
Ekonomik kriz ve otoriter yönetimlerin Avrupa'daki yükselişi, 1932'de kesin olarak tarihe gömülen Briand Projesi'nin somutlaştırılmasına yönelik bakış açılarına son noktayı koyacaktır. Yaşanan bu durum kıtanın birçok ülkesindeki kimi karşı koyma hareketlerin-de (özellikle anti-nazi Alman militanla-rmda) karşılık bulacak, Cenevre'de 31 Mart 1944'te gerçekleştirilen bir toplantıda Avrupa halkları federal birliğine ilişkin ortak bir bildiri ile sonuçlanacaktır. Bu bildiri, Almanya'nın yeni federal yapıda yerini alabilmesi için, Nazilerden arındırılmasını öngörmektedir. Bunlar, "bir daha asla" duygusu ile harekete geçmiş olan, özellikle Fransız ve Almanlar arasındaki seçkinler tarafından ortaya konan verimli fikirlerdir, ancak halk ile aralarındaki bağ oldukça zayıftır. Kaldı ki yaşanan bu durum, Ortaçağ'dan beri, vatan sorunu engeline çarpan tüm Avrupa kurumlarının (manastır düzeni, tüccar şehirlerin, üniversitelerin, Aydınlanma Çağı entelektüellerinin, uluslararası politikacıların vs. şebekesi) yaşadığı durumdur. "Çelişkilerle dolu bu tarihten çıkarılacak ders şudur; kurumlar hem ulusal gerçeklerin ifade edilmesin! örtbas edememiş, hem de halkı, amaçları doğrultusunda geniş kitleler halinde hareketlendirmeyi başaramamıştır." (3)
1940'ların Sonu
Batı kamuoyunun görüşleri bütünüyle kayıtsız olmasına rağmen, coğrafi ve tarihi açıdan büyük önem taşıyan Kopenhag'daki buluşmanın, Doğu'daki entelektüel ve kültürel ortamlarda birtakım heyecanlara neden olmasını anlıyoruz. Sorun, bu Avrupa'nın gerçekte bir Avrupa olup olmadığım anlamakta yatıyor. Ve bu noktada 1947-1948'lere geri dönmemiz gerekiyor. Gerçekten varolan Avrupa;- Soğuk Savaş çerçevesinde, 5 Haziran 1947'de ABD dışişleri bakanı tarafından önerilen, SSCB ve yardakçıları tarafından Temmuz 1947'de Paris Konferansında reddedilen Marshall planından ve Prag Darbesi'nden (24 Şubat 1948) köken aldı
Bu yapılanmada başı çeken; Amerika'nın, Sovyet tehlikesini, Fransız ve İtalyan komünist partilerinin etkilerim kontrol altına alma yönündeki isteği ve aynı zamanda sanayisinin tüm kapasitesi ile işlediği ve ihtiyaç fazlası üretim tehlikesi ile karşı karşıya olduğu bir dönemde kendisine korunmamış pazarlar bulma düşüncesidir.
Monnet'nin yakın arkadaşı olan, geleceğin dışişleri bakanı ve Soğuk Savaş'ın haçlı neferi John Poster Dulles, Kasım 1947'de, Senato Dışişleri Komisyonu önündeki konuşmasında, "kökten kötü" tanımım yaparken düşüncelerim dile getirmekten çekinmemişti: "Kökten sağlıksız olan, birçok küçük ekonomik birimden meydana gelen Doğu Avrupa bölümüdür. (...)
Söz konusu bu devletlerin çokluğu karşısın-da Avrupa her zaman bir afete maruz kalmaktadır." Konuşmasını "Diktatörlük alışkanlıklarmız arasında yer almaz (5)) şeklinde sonlandırmıştı.
Marshall Planı ve AET'nin kuruluşu
Bu durum; Marshall planından faydalananların kredileri, 16 Nisan 1948'de oluşturulan ve AET'nin habercisi olan Avrupa Ekonomik işbirliği Topluluğu bünyesinde paylaşmaları doğrultusundaki Washington'un talebi-ne engel olmadı. Bu noktada, tüm diğer değerlendirmelerin üzerinde, Amerika'nın özellikle başkalarının pazarlarım fethetmek üzere Roma Antlaşması'nın içeriğim dahi büyük ölçüde etkileyecek olan serbest değişim ilkesinin ifadesini görüyoruz: Ortak ticari politika konu-suna (madde 110) ilişkin; "ortak çıkarlara uygun olarak, dünya ticaretinin uyumlu gelişimine katkıda bulunmalı" ifadesi kullanılmaktadır. Birliğin, dış ticaretten sorumlu komiseri Pascal Lamy tarafından somutlaştırılmış takıntısıdır bu. Fakat Amerika kısa bir süre içinde, inşa halindeki Avrupa'ya uygun oyunu oynamak için daha farklı bir etkinliğe sahip bir araç ele geçirecektir: 1949'da kurulan ve sadece askeri değil, aynı zamanda siyasi bir hegemonya olarak da hizmet edecek olan ve 1966'dan beri merkezi Brüksel'de bulunan Kuzey Avrupa Atlantik Paktı (NATO).
Kopenhag'da karara varılan birliğin genişlemesi süreci ile, bundan üç hafta önce (21 Kasım'da), Prag'da imzalanan NATO'nun genişlemesi kararı arasındaki bağın altını yeterince çizmedik. Organizasyon, yedi eski komünist devletin katılımıyla (1999'da kabul edilen Macaristan, Polonya ve Çek Cumhuriyeti'ne ek olarak) on dokuz üyeden yirmi altı üyeye çıkıyor. Bulgaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya, Slovakya ve Slovenya. Artık varolmayan bir tehlikeye -SSCB- karşı savunma amacı taşıyan bu anlaşılmaz genişleme; Yaşlı Kıta üzerinde Washington'un büyük şirketleri için bir destek gücü oluşturma ve kendi güvenliği için koruyucu bir siyasi kontrol gücü artırımı olarak açıklanıyor.
Ayrıca bu durum, üye ülkelerin orduları arasındaki "hareket birliği" adı altında, yeni pazarlardan yararlanacak Amerika silah sanayisi lobisine de ciddi bir itici güç olacaktır.
Kopenhag'dan dört gün önce, 9 Aralık 2002'de înternational Herald Tribune, "Avrupa Birliği'nin genişlemesinden en kazançlı çıkan taraf Washington" haberim dört sütuna manşetle vermekte haksız değildi. "Bir Alman yetkiliye göre, kökten Amerika karşıtı bu Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin AB'ye katılımı, birliğin kendini tanımlama girişimleri kadar, Amerika'ya karşı olarak belirlediği dış politikasını ve güvenliğim tanımlamasına da bir son vermektedir." Bu durumu. Irak'a karşı yakın gelecekte planlanmış olan Amerikan-İngiliz saldırışı ile kontrol edebiliriz. Bu genişleme halen yetersiz olarak değerlendirilmektedir; kaldı ki, Amerikan diplomasisi, Türkiye'nin (NATO'nun Yakındoğu'daki ileri üssü) birliğe girişim hızlandırmak amacıyla, gereğinden fazla bir baskı da uygulamaktadır.
Tarihin ironisine bakın: Orta ve Doğu Avrupa Ülkeleri, birliğe katılımları ile, bir parçası olmak istedikleri Avrupa yapısının niteliğini biraz daha bozuyorlar. Ölçüsüzce liberalizme çark etmiş hükümetleri de, tek bir serbest değişim bölgesine indirgeme yapılması ümidini vurgulayarak, topluluğun kavramları ile taban tabana zıt bir şekilde, yapısal fonların ve ortak tarım politikasının yeniden dağıtımım talep etmekteler. Her şeye rağmen Kopenhag Zirvesi, "Ben, Avrupa'yı Avrupalı olması için istiyorum, yani Amerikan olmaması için," diyen de Gaulle'un (6) de aralarında yer aldığı Avrupalı geçmiş keşif sahiplerinin vasiyetlerim yerine getiren zirve olarak ebediyete geçme tehlikesi ile karşı karşıya bulunuyor.
Dipnotlar:
l Bu şaşırtıcı girişimin detayları için bkz: Eric Roussel, Jean Monnet (bölüm VIII, Une seule nation), Fayard, Paris, 1996.
2 Bazı referanslar Elisabeth du Reau'nun ilgi uyandıran eserinden alınmıştır; L'Idee d'Europe au XXe siecle, Complexe, Bruxelles, 1996. Yazar, sıklıkla Jean-Baptiste Duroselle'in klasik eserine göndermeler yapmaktadır; L'Europe, histoire de ses peuples, Permi, Paris, 1993 (2. baskı). Kimi ulaşılması zor metinler içinse, Jean-Pierre Faye'm, L'Europe unie eserine: Lesphilo-sophes et l'Europe, Gallimard, Paris, 1992
3 Max Gallo, "Oublier leş nations, ce mirage dangereux. ", Le Monde diplonvıtique, Mart 1989.
4 Kırıs, Estonya, Macaristan, Letonya, Litvanya, Malta, Polonya, Çek Cumhuriyeti; Slovenya, Slovakya.
5 Eric Roussel tarafından aktanimiştır, age. s. 489.
6 Alain Peyrefitte, C'etait de Gaulle, Fayard, Paris,1994,s. 61.
Yazı Le monde Diplomatique dergisinin 1O'ncu sayısından (15 Ocak-15 Şubat 2003) alınmıştır, başlık ve vurgular Bianet'e aittir.
Çeviren Tülay Claude Güvenç)