Evet... Kaldığımız yerden, dönemi ve olayları değerlendirmeye devam edelim.
Tarih, dönemler ve kuşaklar
Kişisel olarak '78 kuşağı' kavramsallaştırmasını çok doğru bulmasam da, bu deyimin artık yerleştiği anlaşılıyor. Benim itirazım iki nedene dayanmaktadır; birincisi, 68 Kuşağı etrafında oluşturulan efsanenin fazlaca etkisinde kalınarak ve biraz da buna özenilerek üretilmiş bir deyim olmasınadır. Oysa böyle bir analojiye gerek olmadığı gibi o kuşağın buna ihtiyacı da yoktur. İkincisi ise her iki döneme damgasını vuran kuşaklar arasında gerçekte olduğundan daha derin ve büyük bir mesafe koymasıdır. Eğer yıllarla ifade edilecek bir isimlendirme ve/veya kavram gerekiyor ise buna '70 kuşağı' demek pekala mümkündür.
Her neyse... Bu isimlendirme meselesi kaçırılmış bir tartışmadır ve artık çok da önemi yok. Çünkü bazı kavramlar size rağmen oluşur ve yerleşir.
Bilinir, 60'lı yıllarda devrimci mücadele içinde yer alanların önemli bir bölümü 70'li yıllarda da toplumsal eylemin içinde olmuştur. Arada fazla bir mesafe yoktur. Kaldı ki, 70 Kuşağı bir önceki dönemde temelleri atılan devrimci fikirlerin izleyicileridir. Geliştirdikleri, dönüştürdükleri ya da yeniden inşa ettikleri bu fikirleri mantıki sonuçlarına ulaştırmak için mücadele etmişler ve bu uğurda ortaya hayatlarını koymuşlardır. Bileşim yanıltmasın; 68 kuşağının 70'li yıllardaki oransal azlığı doğal elenmeden çok -ki bu da vardır- başta gençlik olmak üzere dalga dalga eyleme akan kitlelerin nicel büyüklüğüdür. Ve kuşkusuz bu büyüklük, yaygınlık, derinlik ve mücadelenin şiddeti 70 dönemine karakterini de vermiştir. Nicelik, niteliği de dönüştürmüş, belirlemiştir.
Bugünden bakılınca, yaygın kanaatin aksine 68'lilerin yenilmediğini, yani 12 Mart'ın gerçek bir yenilgi olmadığını söyleyebiliriz. Çünkü, devrimci hareket 70'lerde büyük bir yükselişle geri geldi, kitleselleşti, baştan başa bütün ülkeyi sardı ve toplumun bütün katlarını sarstı. O dönemden, 12 Mart'tan kalan direniş ruhu ve devrimci miras gençliği tutuşturdu. Dahası, 70'lerin eylemi 68'i aştı ve sosyalist bir karakter kazandı. Fark şudur; 68 devrimcidir, 78 ise hem devrimci hem de sosyalisttir. Yenilgi 12 Eylül'le gelmiştir. Bu, aslında iki kuşağın ortak yenilgisidir. Bütün zorbalığına karşın 12 Mart sadece bir kesinti yaratmış, yarım kalan 12 Eylül'de tamamlanmıştır.
Fırtına kuşağı; o şarabi eşkıyalar
Geçerken bir soruna daha değinmek gerekiyor; bazı televizyon programlarında ya da gazetelerde yapılan kimi "masa başı" haberlerde, 68 ya da 78 kuşağı dendi mi, bir sosyalistin karşısına bir de aynı dönemden sağcı çıkarılıyor. Bunu yapmak ancak bir cehalet örneği olabilir. Ve ne yazık ki, cahil gazeteci ve televizyon programcılarının sayısı bu ülkede hiç de az değil. Oysa kurulu düzeni savunan biri, örneğin bir ülkücü ya da İslamcı sadece doğum tarihlerine bakılarak bu kuşaklardan herhangi birine dahil edilemez.
Bir kuşağı belirleyen şey sadece doğum tarihleri değildir. Kuşak olmak; fikirleriyle, siyasal eylemiyle, üslubuyla, edebiyatıyla, toplumsal duruşuyla, refleksleriyle, isyancı ruhuyla, (hatta) giyimi-kuşamı ve alışkanlıklarıyla ve en önemlisi tarihe müdahale etme cüreti ve hayatı değiştirme iddiasıyla ilgilidir. Kurulu düzeni ve yerleşik değerleri sarsmaktır 68'li ya da 78'li olmak. Asi olmaktır, isyandır... Kurulu düzene baş kaldırmadan ve düşünsel bakımdan bir şekilde devrimcilik ya da Marksizm ile ilişkili olmadan 68'li veya 78'li olmak mümkün değildir.
Eğer bir isim vermek gerekirse, fırtına kuşağıdır 78'liler. Ve onlar, bin yıldır bu topraklarda kurulu düzene karşı örneği görülmemiş bir isyanı ve saldırıyı gerçekleştiren yegane kuşaktır. Emperyalizmin küresel ölçekte başlattığı saldırıyı göğüsleyen, kapitalizmin temellerine saldıran ve bu nedenle sadece yerli para-militer güçlerle, devlet ve sermayeyle değil; emperyalizm ve ABD ile de "savaşan" bir kuşaktır onlar.
Dünyanın kaderi ve '70 iç savaşı
12 Eylül darbesinden sonra dönemin Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı J. Carter, "Afganistan ve İran'dan sonra Türkiye'nin de kaybedilmesini göze alamazdık" diyordu. Carter, kapitalist Batı uygarlığının ağır bir tehdit altında olduğunu ve davayı kaybetme ihtimalinden söz ediyordu. (Bkz. Ufuk Güldemir, Kanat Operasyonu, Tekin Yay. İstanbul 1986) İşte bu nedenle Türkiye'de "gayri nizami harp örgütü" devreye sokuldu. Kontrgerilla yöntemleriyle sola, gençliğe, emekçilere ve halka saldırıldı. Ancak, öyle şiddetli bir direnişle karşılaştılar ki, kapitalist dünyanın bütün olanaklarıyla saldırmadan bu direnişi ezemeyeceklerini fark ettiler. İktidarı, ardından da bütün Batıyı kaybetmekten korktular.
Pınar Hanım farkında mı bilmiyorum ama, Türkiye bir iç savaş döneminden geçiyordu. Kentler, sokaklar, okullar, polis, ordu velhasıl bütün toplum bölünmüştü. 12 Eylül öncesindeki son üç ayda çatışmalarda ölenlerin sayısı günde (ortalama) 30 kişiyi buluyordu. İnsanların içtikleri sigaralar bile farklıydı. Kahveler kurşunlanıyor, mitingler taranıyor, okullar havaya uçuruluyordu. Sadece Cumhuriyet gazetesi okuduğu için öldürülen insan sayısı hiç de az değildi. Örneğin, işi halk masallarını derlemek olan Ümit Kaftancıoğlu, liberal-demokrat gazeteci Abdi İpekçi, namuslu bir akademisyen olmaktan başka bir 'suçu' bulunmayan Prof. Cavit Orhan Tütengil bile öldürüldü. Hunharca katliamlar gerçekleştirildi, çuval cinayetleri işlendi.
Ama sol, o çocuklar sayesinde sokağa hakim olmuş, gençliği kazanmış, işçi hareketini, kitleleri yönlendirmeye başlamıştı. Mazlumlar ayaktaydı. Tarihsel, ideolojik ve entelektüel inisiyatif sosyalist harekete geçmişti. Sivil faşistler yenildi o savaşta. MHP Genel Merkezi, 1980'in başlarında yayımladığı resmi bildiriyle, orduya "yönetime el koyma" çağrısı yaptı ve Meclis'ten çekildiğini ilan etti. Devrimciler, belki de uzansalar iktidarı ele geçirebilirlerdi.
Ama ne yazık ki, biz farkında değildik bunun. Ah keşke, Pınar Hanım'ın söylediği gibi biraz "yırtıcı" olabilseydik, o zaman hem Türkiye hem de dünya bugün daha farklı olabilirdi. Belki o kuşak yine yenilecekti, ama toplumsal ve siyasal denge bambaşka şartlarda kurulacak, hayat farklı akacaktı. Özetle ve sanılanın tersine, iktidar bilincinden çok uzaktı sol. Kendileri için hiçbir şey istemediler onlar, iktidarı bile.. Oysa sokakta iktidardı onlar. Sonuçta, o iç savaş çocukları bunun bedelini çok ağır ödediler, hâlâ da ödemeye devam ediyorlar.
Barbarlık kazandı
Yasadır; bir toplum, bütün katlarını saran kriz dönemlerinde, şartlar zorladığı halde tarihin çağrısına uymaz ve "ilerici" bir çözüm üretemezse, gericileşecektir. İşte 12 Eylül, bu kilitlenmeye gelen gerici çözümdür.
Türkiye'de 12 Eylül'den sonra tam 67 ilde, yani bütün ülkede sıkıyönetim ilan edildi. Bu sayı, Ertuğrul Kürkçü'nün de dikkati çektiği gibi 12 Mart'ta sadece 5 ille sınırlı kalmıştı. Güneydoğu'da 1984'te başlayan ve 15 yıl süren düşük yoğunluklu savaş 13 ille (Olağanüstü Hal Bölgesi) sınırlı kaldığı halde, 1977-1980 arasında bütün Türkiye iç savaş alanıydı. Çatışmalarda bir günde ölen insan sayısı, "Kürt savaşı" ile karşılaştırılamayacak yoğunlukta, derinlikte ve yaygınlıktaydı. Türkiye adım adım Endonezya tipi bir katliam ortamına doğru sürükleniyordu. ** İç savaşta -ki 3-4 yıl sürdü- yaklaşık 6 bin insan öldü. 12 Eylül darbesinden sonra yaklaşık bir milyon insan (ülke nüfusu 31 milyondu) sorgudan geçti, 600 bin kişi ya gözaltına alındı ya da tutuklandı. Yaklaşık 200 kişi işkencede öldü, 52 kişi idam edildi. Darbe gerektiği gibi karşılanmadı ve yenildik..
Sadece Türkiye'de değil, dünyada da kapitalizm kazandı. O kuşak, 78'liler kazansaydı eğer, belki de dünyada yıkılan sosyalizm olmayacak, insanlığın ufku kararmayacaktı. Dolayısıyla, tarihsel bakımdan 1980 kırılması sadece bir kuşağın, 78'lilerin yenilgisi değildir; aynı zamanda ve belki daha da çok, dünya devriminin yenilgisidir. Ancak.. Bir teselli olabilir mi bilmiyorum ama, 78 kuşağı hiç değilse bu ülkenin Endonezya olmasını önledi.. Ve belki aralarında Pınar Kür'ün de olduğu çok sayıda insan, bugün o çocukların sayesinde hayattadır. Ne diyelim, helal olsun onlara..
Masumiyet neye göredir?
Öte yandan, '70'li yıllar sadece çatışmalardan ibaret de değildi; 68'in entelektüel atılımının derinleşerek sürdüğü devrimci bir 'aydınlanma' dönemiydi. (Bu alandaki donma, iç savaşın yoğunlaştığı '79 sonrasındadır.) Dernekler, sendikalar, seminerler, kitaplar, dergiler, yoğun okumalar, boykotlar, işgaller, grevler, mitingler, 1 Mayıslar dönemiydi.. Bu topraklardaki bin yıllık tarihle hesaplaşma dönemiydi.
İspanya iç savaşında cumhuriyetçiler ne kadar "masum" değilse 78 kuşağı da o kadar masum değildi.. Tanrıların dünyasından ateşi çalanlar ve onu yeryüzüne, insanların dünyasına indirenler (Cahit Akçam'ın dediği gibi) ne zaman "masum" oldu ki. Evet, o fırtına kuşağının çocukları vuruldukları gibi vurdular da. Ama ilk ateş eden onlar değildi, saldırıya ve kıyıma uğradılar. Onlar sadece karşı koymaya ve bu savaşı yürütmeye cesaret ettiler.
Hanımefendinin kendisini yormasına gerek yok, her savaş gibi iç savaşlar da "masum" değildir. Ancak bilinmelidir ki, faşistlerin iğrenç cinayetlerine; Sivas, Maraş, Çorum, Balgat, Bahçelievler, Beşiktaş vb. katliamlarına; kahve taramalarına ve aydın kırımına karşın; arayanlar, 78 kuşağının sicilinde aynı türden tek bir "eyleme" rastlayamayacaklardır. Ve eğer bir "masumiyet" aranacaksa, bu, darbecilerin mahkemelerinde ya da edebiyat esnaflarının fetvalarında değil, felsefe ve tarih önünde belirlenecektir. Ve bir de, Pınar Kür'e rağmen edebiyat önünde...
İhtiyacımız olan...
Birkaçı dışında, '70'li yıllarda vurulan ya da 12 Eylül'den idam edilen, işkencede ölen devrimcilerin adlarını bir çırpıda sayacak kimse yoktur bugün. Bülent Uluer'in söylediği gibi, 78'liler içlerinden klasik anlamda "kahramanlar" çıkarmadılar, o kuşağın kendisi kahramandı. Yüz binleri harekete geçirenlerin onlarca, yüzlerce lideri vardı. Ve hiç kuşku yok ki, tarih o kuşağı iç savaş İspanyası'nın devrimcileri ile aynı galeriye koyacaktır.
Peki, '70'li yıllarda yaşanan her şey güzel, her eylem doğru ve her akım/grup/örgüt/parti kusursuz ve mükemmel miydi? Kesinlikle hayır.. O kuşak hata yapmadı mı, yanlışları yok muydu? Olmaz olur mu? Dalga dalga mücadeleye gelenlerin önemlice bir bölümü aynı hızla geri çekilip alanı terk etmediler mi? Evet ettiler... İtirafçıları ve dönekleri olmadı mı? Elbette oldu. Ama bunlar bahsi diğerdir. O kuşak bunları en az 20 yıldır tartıştı ve tartışıyor; kendi tarihini acımasız bir eleştiriden (hem de haksızlık etmek pahasına) geçirdi ve geçiriyor. Gerekirse bunu yeniden yapar.
Her neyse.. Tarihsel yenilgilerin sonuçları ağır olur. Yaşayanlar bilir; büyük yenilgilerin yıkımı da büyüktür, hayatlar dağılır. Resmi tarihi ise galipler yazar, yenilenler mahkum edilir. Ve bir Afrika atasözü şöyle der; "Aslanlar kendi tarihlerini yazana kadar, bütün tarihçiler avcıların kahramanlıklarını anlatacaktır."
Pınar Kür avcıların yazıcısıdır. Ama haberi yok, av mevsimi geçti. Dert değil.. Ayşegül Devecioğlu'nun dediği gibi; "İhtiyacımız masum olmak değil, yeniden devrimci olmaktır." (MY/BB/YS)
* Haydar Ergülen'e teşekkürler; Can Yücel'in 78'liler için yazdığı bu şiiri hatırlattığı için.
** Endonezya'da ABD'nin desteğini alan Suharto liderliğindeki faşistler, 1965'te aralarında komünistler, devrimci gençler, solcular, ilerici aydınlar, yazarlar, sendikacılar ve emekçi önderlerinin de bulunduğu 500 bin kişiyi katlettiler. Tarihin kaydettiği en büyük siyasal katliam olan bu olayda öldürülen insan sayısının 1 milyona ulaştığı yönünde de iddialar var.