Kür'ün on yıl aradan sonra yeni bir kitapla "piyasaya" dönüşü nedeniyle yapılan söyleşide, söz amacı aştı mı bilemiyorum ama, aslında yazarın söyledikleri entelektüel ortamında uzunca bir süredir yaşanan derin bozulmanın 'gerekçeli kararı' gibiydi. Bir hüküm veriyordu pek kıymetli yazarımız ve bu ülke tarihinin en görkemli kuşağını, fırtına çocuklarını, 78'lileri bir kez daha "edebiyat" katından "mahkum" ediyordu.
Kür'ün tek başına bir önemi yok aslında. Ancak onun sözleri, sistemle barışmış, "eski solcu" olmayı edebi, siyasi ya da ticari bir değişim aracına dönüştürmüş bir kesimin bilinç altını ortaya koyuyor. Hadisenin önemi de burada zaten. O nedenle Kür'ün söylediklerine geçmeden önce, yeterince tartışmadığımız, daha doğrusu etkili bir tutum geliştiremediğimiz bir olguya işaret etmekte yarar var.
Eğer söz konusu olan bir entelektüel faaliyet, örneğin edebiyat ya da sanat ise solla bir şekilde ilişkili olmadan bu alanda isim yapmak çok zordur. Çünkü, iyi edebiyatın ve kültürün tüketicileri genel olarak soldur. Sol, edebiyatın da kıymetini bilir sanatın da. Ve iyi edebiyat yapmak için hâlâ bir şekilde solla ilgili olmak gerekiyor. Sola ait olanı çekip aldığınızda geriye edebiyat ve sanat adına pek az şey kalacaktır. Evet, 60'lı ve 70'li yıllarda olduğu kadar belirleyici değilse bile, bu durum bir ölçüde geçerli olmayı sürdürmektedir.
Bir piyasa enstrümanı olarak eski solculuk
Evet ama, hem dünyada hem de Türkiye'de "çok şeyin değiştiği" de bir gerçek değil mi!? Bu sözler hemen her gün televizyon ekranlarından, gazete sayfalarından, sanal alemden boca edilmiyor mu beyinlerimize? Kim durabilir ki bu klişenin karşısında? Bir akıl tutulması yaşamıyor muyuz? Herkesten aynı inancı, kararlılığı ve gücü göstermesini bekleyebilir miyiz?
Peki, yeryüzünü kasıp kavuran yeni liberal rüzgarın edebiyatı etkilememesi mümkün mü? Tarihsel, ideolojik ve entelektüel inisiyatifini yitiren solun, bir dönem modaya ya da şeytana uyanlara, artık parlak bir gelecek vaat etmediği açık değil mi? O halde, sol üzerinden isim yapan birilerinin geleceklerini başka kamplarda aramalarında garip olan ne var?
Ama çare yok, solun yine de bir getirisi olmalı ki, tartışma kaçınılmaz olarak bu alanda dönüp duruyor. Ancak, burada küçük bir sıfata ihtiyaç duyuluyor; bu sıfat "eski" olmaktır. Ne de olsa, "akıl" hâlâ soldadır ve bunu en iyi bilenler arasında "onlar" da var. Öyle ya, solculuk biraz da ülke siyasetine, sosyolojisine, edebiyatına hakimiyet demek değil mi? Ve kahredici bütün yenilgilere karşın dünyayı çözümlemek, anlamak ve yorumlamak soldan geçmiyor mu? Bu nedenle hazır ve yetişmiş elemanlar olarak birileri uzun süre işaret beklemediler mi? Farkında değil misiniz; edebiyatta, müzikte, gazetecilikte, ekonomide, siyasette ve genel olarak sanatta sol üzerinden isim yapan "bazı kişiler", her şeyini borçlu oldukları bu özel tarihlerini paraya ve şöhrete dönüştürmek için hep fırsat kollamadılar mı?
Bu fırsatı pek başarılı şekilde değerlendirenlerin sayısı hiç de az değildir. Sistem ancak soldan devraldıklarıyla kendisini yeniden üretebiliyor. Realite bu. Bakın çevrenize, medyadan holdingler dünyasına, reklamcılıktan siyasete, sinemadan edebiyata onları göreceksiniz. Öyle ki, ABD'nin küresel imparatorluk projesinin dinamosunu oluşturan Amerikan yeni muhafazakârlığının ideolojik ve felsefi temellerini atan "en parlak beyinlerin" bile (deyim Bush'a ait) soldan gelmesi artık insanı şaşırtmıyor.
Eski solculuk, birileri için sisteme dahil olmak, servetten ve iktidardan pay almak ve dolayısıyla sınıf atlamak için bir araca, tanrıların dünyasında bir yatırım sermayesine dönüşüyor. Her şey yavaş yavaş gerçekleşiyor. Tarihe ve sola karşı yıllardır sinsi bir saldırı geliştiriliyor. Herkes ihanete ve teslimiyete zorlanıyor. Çünkü, herkesin ihanet ettiği yerde "hain" yoktur. Israr edenler ise bir vicdan azabı gibidir. Rahatsız eder, uyku uyutmazlar. Bu nedenle "içerden" gelen her saldırı -kabul etmek gerekiyor ki bazıları pek inceliklidir- "temiz kağıdı" almak için savcılığa verilen birer dilekçedir aslında.
Hayal kırıklıkları da hayli çoktur bu macerada. Olimpos dağının şölen masalarında buruşuk bir peçete gibi duranların sayısı hiç az değildir. Durum acıklıdır.
Solun yakasını kurtarmak!
Kuşkusuz, herkesin tercihi ilk tahlilde kendisini bağlar. Ve kimse eski tercihlerinde ısrar etmeye zorlanamaz. Felsefi tercih bir gönül, biraz da bilinç işidir, biliriz. Ve yine kuşkusuz, iş yapan, alanında yükselen herkes "teslim olmuş" değildir. Hatta, aktif mücadeleden çekilmiş olsalar bile, çoğunluğun bu durumda olduğu söylenebilir. Ayrıca, tek başına "başarı" kötü bir şey değildir.
Ama, onlar sadece bir tercih yapmakla kalmıyorlar. Herkesi teslim olmaya, af dilemeye zorluyorlar. Sol üzerinden isim yapıp bunu şöhrete, servete ya da iktidara dönüştürenler, devrimciliği ve sosyalizmi neredeyse bütün kötülüklerin kaynağı ilan ediyorlar. Devletin ve sermayenin övdüğünü çok özgürlükçü gerekçelerle övüyor, saldırdıklarını ise yine çok demokratik gerekçelerle mahkum ediyorlar.
Öyleyse, onlarla tartışacağız. Kendi hayatlarına ve tarihlerine ihanet edenlere, edebiyat esnaflarına saygı göstermemiz için bir sebep yok. Onların yarattığı ideolojik-entelektüel teröre artık izin verilmemelidir. Ya onlar solun yakasını bırakmalıdır ya da sol yakasını bunlardan kurtarmalıdır. Ve daha önemlisi, yüreği bizimle olan arkadaşlarımız geri alınmalı, bunun olanakları yaratılmalıdır.
Yukarıda söylenenler, doğrudan ve sadece Pınar Kür'ü hedeflemiyor; daha genel bir duruma işaret ediyor... Peki Kür ile hiç mi ilgisi yok? Elbette var. Var ama hemen belirtelim ki, tartıştığımız şey Pınar Kür'ün edebiyatı değildir. (Bu konu ayrıca ve yeni bir bakışla mutlaka tartışılmalıdır.) Gerçekte Kür, siyasete ve felsefeye dair bir tartışma yapıyor. Türkiye ve dünya tarihine yönelik bir hüküm veriyor; kuşağımızın hikayesini kendi prizmasından yeniden kurguluyor, hakaret ediyor. Ve daha önemlisi, 12 Eylül darbecilerini edebiyat katından aklıyor. Bizi de bunlar ilgilendiriyor. O halde (hiç kusura bakmasın) bu zeminde yürütülecek bir tartışmayı da kabul ediyor demektir. Şimdi gelelim Pınar Kür'ün söylediklerine..
Küfür edebiyatında son Eylülist
Radikal Kitap Eki'nin 3 Nisan 2004 tarihli 163. sayısında kendisine yöneltilen bir soru üzerine, "Yarın Yarın'dan Küçük Oyuncu'ya bir çok kitabımda 12 Mart vardır, 12 Eylül yoktur. 12 Eylül bana hiçbir zaman ilham vermedi" diyor Pınar Kür. Ardından şöyle devam ediyor:
"12 Mart niye verdi bu ilhamı söyleyeyim. Bir kere yaşım daha yakındı onlara. Bir de onlar gerçekten çok idealist ve çok masumdular. O masumiyetleri insanın içini yakar. Bir tek adam öldürülmedi 12 Mart'ta. Yani devlet öldürdü de.. Bir tek insan öldürmeden asıldı bu çocuklar, bombalandılar. Sinan, Deniz, Hüseyin, Yusuf, Mahir... Bunlar benim içimi yakan olaylardır. 12 Eylül'de kimse benim içimi yakmadı. Orada da gençler öldü ama onlar biraz yırtıcı geldi bana. 12 Mart'ta olan o masumiyet yoktu onlarda."
Pınar Kür'ün kimden ve hangi olaylardan ilham aldığı sadece kendisini ilgilendirir. İstediği yerden ilham alabilir. Ama bu sözler "masum" ilham alma sınırlarını geçiyor; hem bir kuşağı topyekûn mahkum ediyor, hem de darbecileri, katilleri kutsuyor. Diğer taraftan, 68'lileri sözde överken bu kuşağa karakterini veren devrimci özü boşaltıyor, yok ediyor. "Yırtıcı" olmakla suçluyor 78 kuşağını, onlar "masum" değildi diyor. Eğer masum değillerse, o halde suçlular! Ruhsatını kimden aldı bilmiyorum ama, sanki "edebiyatın" ve tarihin hem savcısı hem de yargıcı Pınar Kür!
Kür, olayları tarihsel koşullarından ve siyasal zemininden soyutlayarak 78 kuşağının da "adam vurduğunu" ima ediyor. Sözün amacı aşma ihtimalini hâlâ saklı tutuyorum ama, Pınar Kür'ün Kenan Evren'e hak verdiği, 12 Eylül'e bir aklama kür'ü uyguladığı ve onunla aynı tarafa düştüğü açık. Neredeyse,hazretin, "Asmayalım da besleyelim mi?" sözlerini kayıtlardan siliyor Kür. Onunla barışıyor... İç savaş sırasında ölen binlerce devrimciyi harcadığı gibi, bu ülkeye karşı yapılan en büyük kötülük olan 12 Eylül faşist darbesinden sonra idam edilen, işkencede öldürülen, yıllarca hapislerde tutulan sosyalistlerin de "içini yakmadığını" ilan ediyor.
Kür, biraz geç kalmış olsa da aslında son "Eylülist" yazar olduğunu itiraf ediyor. Ama aynı Kür, utanmadan solda dolaşmaya devam ediyor. Piyasası burada çünkü.. Ne de olsa ticaret yapıyor. İşte artık buna izin verilmemelidir. Su içtiği kuyuya tükürenleri tanımak ve teşhir etmek gerekiyor.
Kuşakların baladı ve kırılma anı
Hiç kuşkusuz 1970'li yıllar Türkiye tarihinin en fırtınalı dönemidir. Zamanın ruhu farklı, ritmi hızlıdır. Bir güne bir yıl sığardı o günlerde ve bazen aylar uzar on yıl olurdu. Bu dönemin finali olan ve sadece Türkiye'nin değil dünyanın da kaderini belirleyen 1980 dönemeci ise, hâlâ toplumsal ve bireysel hayatlarımız üzerindeki etkilerini sürdüren en dramatik kırılma anıdır. Bu sadece Türkiye için geçerli değildir, sonradan anlaşılacağı gibi dünya ölçeğindeki yenilginin de başlangıcıdır. Gelgelelim, hakkında yıllar süren tartışmalar yapılmasına karşın, az sayıda iyi örnek dışında bırakılırsa eğer, bu dönem, ne yazık ki hakkı verilerek değerlendirilmiş değildir.
Siyasal bakımdan yakın tarihi 68 ya da 78 dönemi/kuşağı diye ayırmak ve bu ayrımı esas alarak söz konusu tarihsel kesitleri ve olayları değerlendirmek (en azından Türkiye için) çok doğru olmasa bile, bir analiz kolaylığı sağladığı da muhakkak. Gerçekte, 1960'lardan 1980'e kadar uzanan dönem ve bu dönemde yaşanan toplumsal ve siyasal gelişmeler esas olarak aynı tarihsel zeminin ürünleridir. Ama yine de 12 Mart 1971 askeri müdahalesinin yarattığı kesinti ve 70'li yıllarda yükselen toplumsal mücadelenin nicelik ve nitelik bakımından farklılığını görmeden sağlıklı bir dönem değerlendirmesi yapılamayacağı da açık.
Bugün, 78'lilerden "yitik kuşak" vb. diye söz ediliyor. Belki iyi niyetli bir yaklaşım ama doğru değil. Elbette çok örselendiler, yola devam ederken azaldılar vb.. Ama bugün toplumsal muhalefet adına ne varsa bu topraklarda, onların eseridir. Sendikaların, odaların, meslek örgütlerinin ve sol-sosyalist partilerin sürükleyici kadrolarını, omurgalarını ve yönetimlerini büyük ölçüde hâlâ onlar (elbette 68'lilerle birlikte) oluşturuyor. Yeni kuşaklarla buluşuyor; yeni sendikalar, yeni partiler, yeni dernekler kuruyorlar. Dergiler çıkarıyor, kitaplar yazıyorlar. Onların inadı bugün bu toplumun onurunu oluşturan yegane şeydir.
Bir ara 68 kuşağını kendi içinde tasnif eden, örneğin Deniz Gezmiş'i bizim kuşağı derinden etkileyen devrimci fikirlerinden ve eyleminden soyutlayarak ruhsuz bir ikona dönüştürmek isteyenler, şimdi de 78 kuşağını aynı işleme tabi tutuyorlar. On binlerce devrimciyi fikirleriyle harekete geçiren, arkasında kitap bırakan Mahir Çayan'ı, Denizlere göre "yırtıcı" bulanlar -ki onları idamdan kurtarmak için Kızıldere'ye gitmişti- ve İbrahim Kaypakkaya'yı bütünüyle unutturanlar bugün bizim masumiyetimizi sorgulamaya kalkıyorlar.
Hanımefendiler ve beyefendiler, orada durun; ilk taşı aranızdan en "masum" olanlar atsın! (MY/YS)
* Devamı haftaya...