ABD'de Müslüman ve engelli bir komedyen, Gazze'de bir fotomuhabiri, Suudi Arabistan’da araba kullanmaya “cüret eden” bir kadın, 30 yaşında feminist bir blogger, şizofreni teşhisi konulan bir psikolog ve anatomi kader değildir diyen bir biyoetikçi... Kadınlar anlatıyor.
Maysoon Zayid, ABD’de yaşayan Filistinli bir komedyen.
Eman Muhammed, Gazze’nin tek kadın fotomuhabiri.
Manal al-Sharif, Suudi Arabistan’da araba kullanmaya “cüret eden” ilk kadın.
Janine di Giovanni, yakın tarihimizin tüm savaşlarına şahitlik etmiş bir gazeteci.
Leanor Longden, şizofreni tanısı koyulduktan sonra okuduğu psikoloji bölümünü dereceyle bitiren, “sesler duymayı” bir şizofreni semptomu değil, yaratıcı bir hayatta kalma stratejisi olarak tanımlayan, yepyeni bir bakış açısı sunan bir araştırmacı psikolog.
Alice Dreger, anatomi ve bioetik üzerine çalışan, anatominin kader olmadığını savunan bir öğretim görevlisi ve hasta hakları savunucusu.
Courtney E. Martin, feminist bir blogger. Yeni jenerasyon feminist aktivistlerin çalışmalarını takip ediyor, “Benim feminizmimle anneminki farklı” diyor.
Hepsi birbirinden farklı alanlardan, hatta farklı coğrafyalardan yedi kadın, TED dinleyicilerine hikayelerini anlatıyor. Hepsi birbirinden enteresan ve etkileyici konuşmalar.
1984’te kar amacı gütmeden teknoloji, eğlence ve tasarımı birleştiren bir konferans olarak başlayan TED, artık farklı disiplinlerden ve kültürlerden binlerce kişiyi biraraya getiren küresel bir topluluğa dönüştü.
TED, TEDx ve TEDwomen etkinliklerinden seçtiğimiz yedi konuşmayı, Türkçe altyazılarıyla yayınlıyoruz.
“Sonunda seçmelerde kilolu, etnik, engelli oyuncuları seçmediklerini fark ettim. Sadece kusursuz insanları seçiyorlardı. Ama istisnalar vardı. Büyürken Whoopi Goldberg, Roseanne Barr, Ellen izleyerek büyüdüm. Ve bu kadınların bir ortak noktası vardı: Komedyen olmaları.”
Komedyen ve aktivist Maysoon Zayid’in konuşması gerçekten ilham verici. Sürekli titremesine sebep olan serebral palsiyi bir engel olarak kabul etmeyip, çocukluğundan beri hayatta her şeyi yapabileceğine inanan ve yapmak istediği her şeyi başaran bir kadının eğlenceli hikayesini dinliyoruz.
ABD doğumlu ve Filistin asıllı Zayid, komedi şovlarından elde ettiği gelirle Gazze’de yetim ve engelli çocuklara yönelik sanat programları düzenliyor. Zayid, Filistin’de sahneye çıkan ilk Müslüman kadın olarak da tanınıyor.
Eman Muhammed: "Hayır" tabelası oldukça açıktı
“Bir kadının ‘erkek işi yapmaması gerektiğini’ açıkça ifade ettiler. Üç meslektaşım beni hava bombardımanının olduğu yere götürecek kadar ileri gitti. Oraya yaşananı belgelemek için gitmediğimizi ancak üçü zırhlı araca geri dönüp gülerek uzaklaştıklarında anladım.”
Gazze’nin tek kadın fotomuhabiri Eman Mohammed, kendisinin ve Gazzeli tüm kadınların erkek egemen sisteme karşı varolma mücadelesini anlatıyor.
Aralık 2013’te yolu İstanbul’dan geçen Eman Mohammed ile biz de buluşmuş, fotomuhabirliğine nasıl başladığını, Gazze’de kadın fotomuhabiri olmayı, iki çocuğu varken 7/24 savaşın ortasında çalışmanın zorluklarını, savaş fotoğrafçılığında kadın gözünün farkını konuşmuştuk.
Manal al-Sharif: Yasaklarla savaşan kadınlardan biri olmak
“Bildiğim kadarıyla Suudi Arabistan'da kadınlar her zaman yasaklar hakkında şikayet etmişlerdir, fakat birisinin bu konuda bir şeyler yapmaya çalışmasından beri 20 yıl geçmişti. Bir arkadaşım "Ama size araba kullanmayı yasaklayan bir yasa yok" dedi. Araştırdım,ve haklıydı. Suudi Arabistan'da mevcut bir kanun yoktu. Bu sadece sert dini fetvalarla kabul edilmiş ve kadınlara empoze edilmiş bir gelenek ve görenekti. Bunu farketmek 17 Haziran fikrini, kadınların direksiyonu kapıp araba sürmelerini, ateşledi. Haziranın 17'si geldi. Caddeler polis ve ahlak polisi arabalarıyla doluydu. Fakat birkaç yüz cesur Suudi kadını yasağı çiğnedi ve o gün araba sürdü. Hiçbiri tutuklanmadı. Tabuyu kırdık. Sizce hangisiyle yüzleşmek daha zor, baskıcı hükümetler mi yoksa baskıcı toplumlar mı?”
Manal al-Sharif’i Suudi Arabistan’da araba kullanan kadın olarak tanıyoruz. Ülkede kadınların araba kullanmasını yasaklayan yazılı bir kanun olmadığını farkedince Women2Drive kampanyasını başlatıyor.
Mücadelesini ve yaşadıklarını anlatan Manal al-Sharif, baskıcı toplumlarla mücadelenin baskıcı hükümetlerle mücadeledn daha zor olduğunu; toplumun kurallarına meydan okumaya cüret edenlerin cezalandırıldığını ama değişimi de onların getirdiğini anlatıyor.
Janine di Giovanni: Hikayelerimden birini hatırlarsanız, işimi iyi yapmışım demektir
“Şam'a ilk vardığımda, insanların savaşın patlayacağına hiç de inanıyor görünmedikleri o tuhaf anı farkettim. Bosna'da da aynen böyleydi ve neredeyse savaşın geldiği bütün ülkelerde de. İnsanlar savaşın geleceğine inanmak istemiyorlar, bu yüzden terketmiyorlar, ayrılabilecekken ayrılmıyorlar. Kalıyorlar çünkü herkes evinde kalmak ister. Ve ardından savaş ve kaos çöküyor.
“Savaşlar böyle başlar. Bir gün hayatınız sıradan akışındayken, bir partiye gitmeyi planlıyorken, çocuğunuzu okula bırakıyorken, dişçinizden randevu alıyorken. Birden telefonlar kesilir, televizyonlar çekmez, sokakta silahlı insanlar vardır, barikatlar vardır. Hayatınız geçici ölüm durumuna geçer. Ve durur.”
Janine di Giovanni, savaşı, yıkımın ortasında yaşananları, savaşın sonrasını ve neden savaş haberleri yapmaya devam ettiğini anlatıyor.
Giovanni yıllardır savaş ve çatışma bölgelerinde muhabirlik yapıyor. Şimdiye kadar Afganistan, Irak, İsrail, Cezayir, Gazze, Zambabwe, Puanda, Pakistan, Fildişi Sahilleri, Bosna, Kosova, Librya, Somali, Nijerya ve Sierra Leone’den bildirdi. Giovanni’nin hayatı ve çalışmaları üzerine Bearing Witness ve No Man’s Land adlı iki belgesel çekildi.
Eleanor Longden: Şİzofreni değil hayatta kalma stratejisi
“Duyduğum seslerin travmatik yaşam olayları, özellikle de çocukukta yaşadıklarıma karşı verilen anlamlı bir tepki olduğunu ve bu nedenle seslerin düşmanım değil, çözülmesi mümkün duygusal sorunlara dair bir içgörü kaynağı olduklarını anladım. Örneğin, evime saldırmakla tehdit eden sesleri gerçek, nesnel bir tehlike yerine dünyaya karşı hissettiğim korku ve güvensizlik duygusu olarak yorumlamayı öğrendim.”
Eleanor Longden, psikoloji öğrencisiyken kendisine şizofreni tanısı konulmasından, 26 ülkede şubesi olan Sesler İşitme Hareketi Uluslararası Platformu Intervoice’e uzanan hikayesini anlatıyor.
Longden kafanın içinde sesler duymayı bir şizofreni semptomu değil bir hayatta kalma stratejisi, “akıldışı şartlara karşı aklı başında bir tepki”, keşfedilmesi gereken bir deneyim olarak tanımlıyor.
Alice Dreger: Anatomi kaderimiz değil
“Cinsiyetin çok farklı çeşitlemeleri vardır. Cinsiyet arası kişiler cerrahlarca ‘normalleştirilir’. Bu tıbben gerekli değildir ama psikolojik olarak daha iyi hissederler. Pek çok durumda bu insanlar çok sağlıklıdır. Bu çesit operasyonlara girmelerinin sebebi sosyal katogorilerimizi tehdit etmelerindendir. Ya da sistem genel olarak belli anatomilerin belli kimliklerle gelmesi temeline dayandırılmıştır. Mesele birçok yerde bir erkekle evlenmek için Y kromozomuna sahip olmamak gereklidir, ve bir kadınla evlenmek için Y kromozomuna sahip olmalısınız. Bilim anatomiyle ilgili bu kadar iyi ilerlerken, anatomi üzerine kurulan demokrasinin parçalara ayrıldığı bir noktaya geldiğimizi kabullenmek zorunda mıyız?”
Alice Dreger tarih ve anatomi üzerine çalışıyor, aynı zamanda bir hasta hakları savunucusu.
Anatomik olarak kadın ve erkek olarak belirlenen cinsiyetlerin geçişkenliğine dikkat çeken Dreger, cinsiyetleri toplumun ve sistemin yarattığını söylüyor, “Neden bedenimiz yerine kafamızı değiştirmiyoruz” diyor.
Courtney E. Martin: Benim feminizmim / Annemin feminizmi
“Benim feminizmim anneminkine minnettar, ancak onunkinden çok farklı. Annem ‘ataerkillik’ der. Ben ‘değişen roller’ derim. Irk, sınıf, cinsiyet, yetenek, bunların hepsi kadın olmanın ne demek olduğuyla alakalı. Maaş tarafsızlığı? Evet. Tamamiyle bir feminist mesele. Ancak bana göre göç de öyle. Annem ‘protesto yürüyüşü’ der. Ben ‘online örgütlenme’ derim. Feminist blog yazarlığı, farkındalık yaratmanın 21. yüzyıl versiyonu. Ama bizim bir de direkt politik etkimiz var. Feministlik yapmak Walmart raflarından ürün çekilmesini sağlayabildi. En büyük başarılarımızdan biri Iowa'nın ortasında yaşayan genç kızlardan, ‘Jessica Simpson'ı google'da arattım ve sitenize rastladım. Feminizmin erkek düşmanlığı ve salaş sandaletler olmadığını anladım’ diyen mailler alıyor olmamız. Yani, yeni jenerasyonu tamamen yeni bir yolla aramıza alabiliriz.”
Courtney E. Martin, 30 yaşında bir blogger olarak bize çocukluğundan bu yana feminizmle ilişkisini ve genç feministleri anlatıyor. Dünyada en çok ziyaret edilen feminist web sitesi Feministing.com’un kurucularından olan Courtney E. Martin’in, sekiz genç kadın aktivistle yaptığı röportajlardan oluşan bir de kitabı var. (ÇT)
Université Marc Bloch’da sosyoloji bölümünden mezun oldu. 2009’dan 2011’e kadar AFP’de fixer ve çevirmen olarak çalıştı. Gazeteci Burcu Karakaş ile Açık Radyo’da Cadı Postası programını...
Université Marc Bloch’da sosyoloji bölümünden mezun oldu. 2009’dan 2011’e kadar AFP’de fixer ve çevirmen olarak çalıştı. Gazeteci Burcu Karakaş ile Açık Radyo’da Cadı Postası programını yaptı. 2015 Müşerref Hekimoğlu Başarı Ödülü'nü aldı. 2011-2018 arasında bianet’te kadın ve LGBTİ haberleri editörü olarak çalıştı.
Vatan Millet Samatya; tam bir İstanbul mağdur halklar senfonik resmi geçidi gibi. Alevi’si, Romanı, Kürdü ve diğerleri. Gah dayanışarak, gah çatışarak, nasıl bir arada yaşanır, ya da yaşamakta ısrar edilir, veya yaşanmazın panoramik bir dönemsel görüntüsü. 1970’lerle başlayan kuşakların çatışmalı hali pür meali.
Evet bugün günlerden 8 Mart, Dünya “Emekçi” kadınlar günü. Dikkat ederseniz emekçi’yi tırnak içine aldım. Çünkü bu günü kutlayanların bir bölümü emek / emekçi vurgusundan azade ya da bu yönü görmeyerek kutluyor. Oysa aslolan kadın aklı ile birlikte kadın eli-emeğinin hayata değen / dokunan yüzü.
Ben size buradan günün mana ve ehemmiyetine dair kelam etme niyetinde değilim. Yukarıdaki girizgâhı da kıymetli bir kadın fikri / edebi emeğine vesile olsun diye yazmış oldum.
Elimde bir kitap var, okuması yeni bitti. Yazar arkadaşım Seray Şahiner’in yeni romanı; “Vatan Millet Samatya”* Seray Şahiner’in sekizinci kitabı.
İstanbul’u gören ya da görmeyen her bir ferdin kendi dünyasındaki bir İstanbul’u var elbette. Bu baptan baktığımızda İstanbul’un görsel güzelliğini dillendiren turistik mekân izleği her zaman muteber olan. Filmler, diziler ve renkli hülyalı anlatılar taa Yeşilçam’ın İstanbul'u kurdelelerinde de bu yönde.
Ama bir de sahici İstanbul var, sokağın gördüğü / göründüğü İstanbul. Gündelik hayatlara teğellenen sıradan insanların gözlerinin gördüğü mekân, eşya, insan tarifleri, anlatıları! Örneğin pencereden baktığınızda veya evin binanın kapısından çıktığınızda bir metro çukurundan size dokunan gündelik hayat ve sonrası…
Vatan Millet Samatya; tam bir İstanbul mağdur halklar senfonik resmi geçidi gibi. Alevi’si, Romanı, Kürdü ve diğerleri. Gah dayanışarak, gah çatışarak, nasıl bir arada yaşanır, ya da yaşamakta ısrar edilir, veya yaşanmazın panoramik bir dönemsel görüntüsü. 1970’lerle başlayan kuşakların çatışmalı hali pür meali. Öyle bir rengi solgun ama hissedilir renklilik ki Zaza Kürdü Bingöllü Rençber Aziz’in sesi de var hikâyede…
Seray’ın önceki kitaplarını okumuş biri olarak ifade edeyim ki; bu kitapta “sert” denebilecek bir dil var elbette. Ama bu sertlik çoğu kez hiç beklemediğiniz bir yerde mizahi bir müdahillikle yumuşayabiliyor. Ya da tebessüm etmenize yol açıyor halk dilindeki bir özlü sözle. Bir süre sonra acaba hangi özlü söz bu kez bir başka yerden ‘ben burdayım’ diyecek beklentisine giriyorsunuz.
Tabii ki bu ancak böyle malzemesi bol “oyuncaklı kitaplar” için geçerli. (Söz Tanıl Bora’nın). Nitekim kitap bana geldiğinde kitabın yanında bir tüpte leblebi tozu, renkli bilyeler, gazoz kapakları ve fiyonklar vardı pakette. Gündelik hayatın emektar oyuncakları misali. Bunlar da kitaba dair ön ipuçlarıydı sanki!
Seray Şahiner; farklı bir teknik kullanmış! Hiç ara vermeden, bölüm ayrımı yapmadan, boşluk bırakmadan, molasız bir şehir ve sokaklar romanı yazmış. Sakinlerine sorup sual edilmeden karar verici muktedir güçlerin emir fermanlarıyla taammüden cinayete kurban edilen hayat ve mekanların hikâyesi olmuş anlatılan.
“Hayat” derken önce insan hikâyeleri, sonra da mekânlar elbette. Adına “kentsel dönüşüm” denilen tuhaf garabetin sanki insanı da “dönüştürme” mevzuu!
Bir dizi fim senaryosundan birbirini takip eden bölümlerini kesintisiz tek parça izleyip okunuyor gibi roman…
Güvensiz, tekinsiz ve hatta itibar kaybetmiş bir şehrin “düşüş” hikâyesi misali Vatan Millet Samatya. Hani edebiyatçı diyordu ya; “Bu nasıl Istanbul, her tarafı zından be canım”. Dar-ul harb misali!
İnsanın insana, insanların birbirine dokunabildiği zamanlardan yadigar kalan devasa İstanbul’un surlu sokakları, mahallelerinin mekânlarına saygı sevgi ilgi de kalmamış! Töresiz-terbiyesiz bir muktedir güce karşı inadına direnen insan tekinin (belki de kadınlar demeliydim) edebiyatına soyunmuş romanında Seray Şahiner…
Büyük ve dünya başkentlerinden biri olan surlu şehirden, kadim bir surlu şehre gönderme sanki Vatan Millet Samatya…
Tavsiyemdir okuyunuz.
(ŞD/RT)
Not: 9 Mart Pazar saat 14.00’de Diyarbakır Yayın Ağacı Kitabevinde Seray Şahiner ile kitabı konuşacağız. Ve imza olacak. Bekleriz…
*Seray Şahiner, Vatan Millet Samatya, Doğan Kitap 2025.
Diyarbakırlı ve Diyarbakır'da yaşıyor. Türkiye Yazarlar Sendikası üyesi ve Uluslararası PEN Yazarlar Örgütü Diyarbakır Temsilcisi. Pek çok dile çevrilen 20 kitabı bulunuyor. Ankara Üniversitesi Siyasal...
Diyarbakırlı ve Diyarbakır'da yaşıyor. Türkiye Yazarlar Sendikası üyesi ve Uluslararası PEN Yazarlar Örgütü Diyarbakır Temsilcisi. Pek çok dile çevrilen 20 kitabı bulunuyor. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdi. bianet'te yazıyor.
*Antep, EMEP milletvekili Sevda Karaca direnen kadın işçilerle
Kadın işçilerin çalışma hayatında karşılaştıkları zorluklar, güvencesiz koşullar ve mücadele süreçleri, Türkiye’de giderek daha büyük bir sorun haline geliyor. Düşük ücretler, uzun çalışma saatleri, baskı, taciz ve hak gaspları, özellikle kadın işçileri hedef alırken, örgütlenme ve direnme çabaları da artıyor.
Bizlerde bu mücadelelerin tam ortasında olan ve kadın işçilerle direnen EMEP Antep Milletvekili Sevda Karaca il kadın işçilerin yaşadığı ağır çalışma koşullarını, emek mücadelesinin kadınlar için ne anlama geldiğini ve sendikal örgütlenmenin önündeki engelleri konuştuk.
"Uzun çalışma saatleri, zorunlu mesailer, kötü muamele"
Kadın işçiler çalışma alanlarında neler yaşıyor?
Yoksulluk derinleşti, geçim imkansızlaştı, Şimşek programının etkileriyle emekçiler gerçek anlamda çocuklarının karnını bile doyurmakta zorlanıyor, Türkiye kapitalizminin ucuz emek gücüne olan ihtiyacı her geçen gün daha fazla kadının istihdama çekilmesine, bir yandan da yeni ucuz işçilerin üretimine ihtiyaç duyuyor, bu nedenle kadınların işçileşme süreci ivme kazanırken, çalışma yaşamındaki koşullar da vahşileşiyor.
Uzun çalışma saatleri, izinsiz haftalarca çalışma zorunluluğu dayatılması, kötü muamele, cezaevlerine dönüşen organize sanayi bölgelerinde kuralsızlığın yaygınlaşması, düşük ücretler, taciz, hakaret, örgütsüzlüğün dayatılması, en küçük bir hak talebinin bile şiddetle bastırılması... Çalışma yaşamını özellikle kadınlar için cehennem haline çeviriyor.
Ama bir yandan da kadınların çalışma zorunluluğu da yoksulluk. Kadın emekçiler anlatıyorlar aynı işyerinde aynı işi yaptığı erkek işçiden daha çok üretim baskısına uğradıklarını, haklarının daha çok gasp edildiğini, işyerinin angaryalarının da kadınlara yüklenmek istendiğini…
Bütün bunları patronlar ‘Biz bir aileyiz’ söylemiyle normalleştirmeye çalışıyor. Nasıl ki aile içinde zorlaşan koşullarda en çok fedakarlık kadınlardan bekleniyor ve tüm zorlu koşullara rağmen ailenin dirlik düzenliliğini korumak kadının sırtına bindiriliyorsa, işyerlerinde de biz bir aileyiz söylemiyle fabrika içlerinde kadınlardan fedakarlık ve sabır bekleniyor.
"Kadınlar bayılana kadar bant başında mesaiye bırakılıyor"
Patronların "aile" dediği şey gerçekte nasıl bir aile?
Kadınlar kreş hakkının sözü bile edilmeyen koşullarda, uzun saatler, hafta sonu bile çalışmak zorunda bırakılırken ‘Aile Yılı’ ilanlarıyla göz boyamaya çalışanlar, küçücük çocukları bırakacak yeri olmadığı için kadınların zorunlu mesailere çocuklarıyla gelmek zorunda bırakılmasına göz yumuyor bunlar 'aileyiz biz' diyor işte.
Bunun bir örneği TKIS Blind fabrikasında yaşandı. TKIS Blind fabrikasında kadın işçiler zorunlu mesaiye çocuklarıyla beraber gelmek zorunda bırakılıyor, makinelerin yanında, hiçbir güvenlik önlemi olmadan anneleri köle gibi çalıştırılırken sabahın 6 buçuğundan akşama kadar tutuluyor.
TTL tütün, Digel tekstil, TKIS Blind, Sunel tütün, Askaynak (Kaynak Tekniği), Temel Conta, Chinatool, Hitachi, Polonez, Çelikaslan, Hepsijet’te çalışan kadınların hepsi aynı koşulları anlatıyor...
Havalandırma sistemi olmadığı için ciğerleri soluyor, tuvaletler kilitleniyor, kadın işçilere içme suyu ya verilmiyor ya yudum yudum veriliyor, kadınlar bayılana kadar bant başında mesaiye bırakılıyor, kadınlara yönelik baskı, taciz, hakaret sıradan olaylar haline gelmiş durumda.
Kadınlar, haklarını ararken neden suçlu ilan edilir?
Kurulu vahşi düzeni devam ettirmek için kadınlardan beklenen sebat ve uysallığı göstermeyen, örneğin hak arayışına giren kadınlar ‘ihanet’le, ‘aile düzenini bozmak’la, provokasyonla suçlanıyor.
Nasıl ki aile içinde kadın bir hak arayışına girdiğinde şiddet normalleştiriliyorsa, işyerlerinde de kadın hakkı olanı talep ettiğinde şiddete açık hale getiriliyor. Tüm bu koşullar bir yandan kadınlar açısından sömürü koşullarını derinleştirirken bir yandan da öfke birikimi ve mücadele isteği yaratıyor. Ülkenin dört bir yanında ücret artışı, kötü çalışma koşullarına karşı sendikalaşma mücadeleleri artıyor ve kadınlar da bu mücadelelerin önünde yer alıyor.
"Kadın işçilerin hak talepleri şiddetle bastırılıyor"
Kadınlar olarak evde, işte, sendikada, örgütte hep daha fazla 'emekçi' olduğumuz bir yaşam sürüyor. Bu noktada örgütlenmenin ve mücadele etmenin de cinsiyetli yüzleri karşımıza çıkıyor. Bu bağlamda siz de meclisten direniş alanına ne tür “işçi kadın” deneyimlerine tanık oluyorsunuz?
Tezgâh, makine, bant, desk başına geçtiğinde dünden kalma ağrılar, yarım yamalak uykular, evin temizliği, çocuğun dersi, akşam ne yemek yapacağım düşüncesinin bıkkınlığı, kira derdi, faturalar…
Sabah çocuğuna koyamadığı sağlıklı bir beslenmenin verdiği vicdani yükle bandın başında olmak… Bedenleri makinenin bir parçası haline gelmiş biçimde tıkır tıkır işlerken kafadaki bu düşüncelerin tıkır tıkır geçmemesi… Ustabaşı ya da şefin “daha hızlı, hadi hadi” sesine bedenin zar zor ayak uydurması… Uyduramayınca ‘salak, gerizekalı, siz ne işe yararsınız, dua edin size ekmek veriyoruz’ laflarıyla aşağılanma…
*80 gün boyunca hakları için direnen Özak Tekstil işçisi Funda Bakış, direnişin ardından Emek Partisi’nin Urfa Haliliye Belediye Başkan adayı oldu şimdilerde Özak temsilcisi.
Ne kadar çalışırsa çalışsın, kaç yıllık işçi olursa olsun artmayan ücret, düzelmeyen çalışma koşulları, refaha ermeyen hayatın karamsarlığa sürüklemesi… Daha ucuza çalıştırılmanın, her an kapı önüne konma riskinin, evdeki bütün yükün sadece kadınların omuzlarında olmasının, bütün ilişki biçimlerinin şiddete dönüşmesinin yarattığı güvensiz ortamın yorgunluğu…
“Birleşmez, değişmez, kimseye güvenilmez bizim iş yerinde” diye düşünmeye zorlanma… Evde, sokakta şiddet… Kendisinin değiştirici bir gücü olduğuna inanamasın diye sürekli olarak küçük görülme, güvensizliğe itilme, yanı başındaki işçinin dert ortağı değil düşman olduğunun sürekli vurgulanması… Kime güveneceğim duygusuyla baş etme çabası… Bunlar emekçi kadınların ortak duyguları ve yaşadıkları.
"Bandın başında, sokakta yürürken, evin içinde..."
Patronlar, kadınların bir araya gelmesini niye ve nasıl engelliyor?
Güvencesiz bir yaşama sıkıştırabilmek için, emeğini ucuzlatabilmek için kadınların yalnız, çaresiz, güvensiz, güvencesiz olduğunu vurgulayıp, kimsenin bir şey değiştirmeyeceği inancını yaygınlaştırmak isteyen bir düzenek kurulu.
Çıkarları için dün sövdükleri ile bugün dost, bugün dost oldukları ile yarın kanlı bıçaklı düşman olan iktidar; bu hayatı kadınlara zindan ederken, kendimiz dışındaki herkesin güvenilmez olduğu, kendimiz için en iyisinin etliye sütlüye karışmadan, kendi kendimize kalmak olduğu fikrini içimize yerleştiriyor. Birbirimize olan güvenimizi kırmayı, yan yana gelmekten korkmamızı istiyorlar. Çünkü en çok bizim yan yana gelmemizden, birlikte hareket etmemizden korkuyorlar.
Ama kadınlar mücadeleye girdiklerinde tek başına kaçamadığı, korunamadığı saldırılardan işçi arkadaşlarıyla birlikte ördüğü çelikten bir duvarla kurtulabileceğini daha hızlı anlıyor, görüyor.
“10 yıldır aynı bantta yan yana çalışıyoruz ama şu 2 aylık grevde tanıdığımız kadar birbirimizi tanımadık, birbirimize güvenmedik” diyen Temel Conta işçilerinin anlatılarının belki de yüzyıllardır inşa ettikleri karşıtlıkları, kutuplaştırmaları, ötekileştirmeleri nasıl bir çırpıda darma duman ettiğini görmemiz gerek.
Bandın başındayken de, sokakta yürürken de, evin içinde de eşit, şiddetsiz, insanca yaşamı var edecek olan işte mücadele içinde inşa edilen bu güven, umut ve dirayet. 8 Mart’a giderken kaygı ve korkuya boğulmuş bir atmosferde, bugün işçi kadınlar için hâlâ en güvenli yer mücadele.
"Kadınlar mücadelenin içinde daha kararlı, inatçı ve örgütlü"
Kadınlar işçi mücadelesine dahil olunca ne gibi değişimler oluyor?
İnsanca çalışma koşulları talebi, kadın işçi ve emekçiler açısından daha çok sahipleniliyor, çünkü bu hayatın her alanını kapsayan bir talep haline gelmiş durumda işçi kadınlar için. Kadınlar için mücadeleye girme koşulları erkeklere göre kat kat zor olsa da, kadınlar bir mücadelenin içine girdiğinde daha kararlı, daha inatçı ve daha örgütlü hale geliyor.
Son dönemde ivme kazanan sınıf mücadelesi içerisinde de hem örgütlü olan işyerlerinde sendikalarda hem de sendikal örgütlülük olmasa da kendiliğinden bir araya gelen işçi topluluklarında kadınların öncü rol üstlenmesi ve değiştirici güçlerinin olması şaşırtıcı değil.
*TKIS Blinds işçileri
Çünkü, patrona karşı mücadele ederken bir yandan da kadınları o mücadeleden geri tutmaya çalışan ataerkil ilişkilerle de mücadele etmek zorunda kalıyorlar. Nasıl ki hayatta çifte yükleri varsa, mücadelede de çifte zorluklarla baş etmek zorunda kalıyorlar. Girdikleri her mücadele bu açıdan çok yönlü oluyor.
Ailesini ikna etmek, patronların mücadele eden kadınlara yönelik özgün bastırma yöntemleriyle baş etmek, toplumsal baskıya göğüs germek, hep daha kararlı durmak zorunda kalıyorlar. Bu zorluklar, kadınların mücadelede birbirlerine daha çok sahip çıkmasına, dayanışmasına olanak verirken, bir yandan da mücadeleden daha çok sonuç çıkmasını da sağlıyor.
Kadınların mücadelede var olma hikayesi her bir kadını tek tek birer örnek, birer ‘kahraman’ haline getiriyor aslında. Bu mücadelelerdeki her bir kadın hikayesi hem çokça ortak yanı olan hem de biricik hikayeler ve anlatılmaya, konuşulmaya, paylaşılmaya değer birer mücadele hikayesi olarak aslında işçi sınıfının hafızasında yer ediyor.
"Sendikalar kadın işçilerin örgütlenmesinde zayıf ve eksik"
Sendikalar kadın işçilerle yeterince dayanışma halinde mi?
Ülkede sendikaların bürokratik yapıları, kadın işçilerin mücadelede öne çıkmasından memnuniyet duyan ama hem direniş sürecinde hem de sonrasında kadınların iradesinin belirleyici olmasının olanaklarını yaratmayan sendikal anlayışlar da kadınların mücadele ederken elde ettikleri güçlerin sonradan tırpanlanmasına, hatta kadınların umutlarının kırılmasına da neden oluyor. Sendikaların kadınların bu özgün zorluklarını görüp bilerek tutum alması, kadınların bu baskılar karşısında güçlendirilmesi için özgün çalışmalar yapması gerekiyor. Tablo pek böyle değil. Sendikal örgütlenme çalışmaları içerisinde, eylem, direniş ve grevlerde aktif olarak yer alan, hatta öncü olan kadınların, direnişler sonrasında kendi yaşamlarına ‘sessizce’ çekildiğini gözlemliyoruz.
İşçi mücadeleleri içerisinde yer alan kadınların yaşadığı fişlenme tehdidi, ‘ahlaki gerekçe’ olarak lanse edilen kodlarla işten atılma korkusu, aile baskısı, yalnızlaştırma, sendikal mobbing, direnişlerde maddi desteklerin yetersiz kalması ya da hiç olmayışı, ev içi bakım emeği yükünün kadınlara direniş süreçlerinde daha fazla dayatılması gibi durumlar, direnişlerin kadınların yaşamında dönüştürücü bir etkisi olmasına engel oluyor.
Direnişler bittikten sonra özellikle kadınlar ağır ekonomik yüklerle ve aile baskısıyla baş başa kalıyor. Sendikaların kadın işçilerin örgütlenmesindeki zayıflığı ve eksikliği bunu besliyor.
Önümüzdeki dönem işçi mücadelesi ivme kazanacak. Bu nesnel bir gerçek. Bu mücadele içinde işçi kadınların varlığı ve dirayeti, sözü ve etkisi daha çok görünür hale gelecek. Bu mücadelelerin kadınları zora, zorbalığa, eşitsizliğe ve şiddete mahkum eden düzeneğin çarklarını kalıcı olarak kırmak için, kalıcı kazanımlar elde edebilmesinin olanaklarını nasıl yaratabileceğimizi, mücadele eden kadınların gerisin geri aynı koşullara dönmemesini nasıl sağlayabileceğimizi daha çok konuşup daha çok somut adım atmamız lazım.
O nedenle biz EMEP olarak ‘Barajsız Sendika, Yasaksız Grev, Güvenceli İş’ diyerek başlattığımız kampanyanın en çok kadın işçilerin kazanımlarını kalıcılaştıracak, güvenceye alacak bir kampanya olduğunu düşünüyor, bu nedenle de en çok kadın işçilerle bu kampanyayı örmeye, örgütlemeye çalışıyoruz. Kadın işçilerin sadece işyerlerindeki durumlarını değil, hayatın her alanında onlara dayatılan koşullara karşı kalıcı mevziler elde etmesinin temel koşulu daha örgütlü, güçlü oldukları birlikler yaratmak. Sizin aracılığınızla tüm kadın işçileri kampanyamızın bir parçası olmaya, bu kampanyayı sahiplenmeye, işyerlerinde örgütlemeye çağırıyorum.
Çalışmalarını ağırlıklı olarak Diyarbakır ve çevresindeki Kürt illerinde sürdürmektedir. Meslek hayatında, Gazete Duvar, MLSA, 5Harfliler, Kadın İşçi, 9. Köy ve Fikir Gazetesi gibi pek çok...
Çalışmalarını ağırlıklı olarak Diyarbakır ve çevresindeki Kürt illerinde sürdürmektedir. Meslek hayatında, Gazete Duvar, MLSA, 5Harfliler, Kadın İşçi, 9. Köy ve Fikir Gazetesi gibi pek çok platformda haberleriyle yer aldı. Dicle Fırat Gazeteciler Derneği'nde (DFG) medya ve basın sorumlusu olarak görev aldı. Bağımsız gazetecilik anlayışını benimseyen Evrim Deniz, kadın emeği, insan hakları ve toplumsal adalet gibi konulara odaklanmaktadır. Şu anda Bianet’in Diyarbakır muhabiri olarak görev yapmaktadır.