12 Temmuz 2007'de kaybettiğimiz Ulus Baker, yazarlığının başlangıçlarında Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedi'ne tarih, toplum ve kültür alanına ilişkin çok sayıda makale de yazmıştı. Baker'in Mustafa Arslantunalı ile birlikte kaleme aldığı Ansiklopedi'nin 5. Cildi'ndeki bu makale de 1968'in özgünlüğüne ilişkin az sayıdaki özgün metinlerden biri olarak onun arkasından bir kez daha okunmayı hak ediyor.
"Refah Toplumu" doktrini, Aydınlanma'nın başlangıcından beri kapitalist sistem içinde köklenen eski bir geleneğin en son mirasçısı durumundaydı.
Tüketim toplumunun taleplerine ancak kapitalist sistem içinde cevap verilebileceği öngörülüyordu ama; '70'lerde patlak veren ekonomik bunalımlardan çok önceleri, kapitalist sistemin meşrulaştırmaya çalıştığı ve refah toplumu çerçevesinde sunduğu değerlerin bizzat kendilerine karşı, kısmî ama güçlü bir başkaldırı boy gösterebildi. Bu başkaldırı, 1968 ortalarında, her birinin farklı ve özgül sorunlara sahip olduğu endüstrileşmiş batı ülkelerinde doruk noktasına ulaştı...
Bir anda çok geniş boyutlara ulaşan bu meydan okumanın altında çok sayıda toplumsal/siyasal faktörler yatıyordu; ilginç olan, sistemin başarısızlıkları yüzünden değil, bizzat ilkeleri doğrultusunda hedeflediği "başarılar" sebebiyle eleştirilmesiydi. Marksizm, kapitalist sistemin bütününü, temel mantığı ve kaçınılmaz çöküşü itibariyle eleştirdikten ve kapitalist sistem 1917 Devrimi, dekolonizasyon sürecindeki ulusal kurtuluş hareketleriyle yıprandıktan sonra oluşan yeni konjonktürde, reel sosyalizmin uygulandığı ülkeler eleştiri dışı bırakılarak global bir bakış açısı oluşturmak olanaklı değildi.
Görevi, kapitalist sistemi onunla yarışarak alt etmek şeklinde tanımlanan "Dünya Sosyalizmi"nin gelişmesine kendilerini angaje görmeyen düşünürler, bu yeni global bakış açısının önderleri olmaya adaydılar. 1968, bu olguya iyi bir örnek teşkil etmektedir: '68 ilkbaharındaki siyasal konjonktür, sadece kapitalist sistemin ve hegemonyasının değil, doğu ülkelerinin reel sosyalizminin de sorgulanmasını gerektiriyordu. Gerçekten de, 1956'daki Macaristan ve 1968 içindeki Çekoslovakya müdahaleleri, Sovyet-Çin uyuşmazlığı ve Stalinizmin yarattığı sorunlar, "Marksizm-Leninizm"e dayalı dünya çapında bir sosyalist birliğin sağlanmasını hedefleyen projeleri ciddi bir şekilde baltalıyordu.
'68'deki meydan okuma, şu ya da bu şekilde köylülükle ittifak kurmuş proletaryadan değil, çıkarları sistemle çok daha uyuşmak olarak görülen "fraksiyon" ve "gruplardan beklenmekteydi. Her şeyden önce, büyük kapitalist metropollerin aydınları, kapitalist-sosyalist eksen dışında, 1955 Bandung ve 1961 Belgrad Konferanslarında doğuşu müjdelenen yeni bir dünyanın, Üçüncü Dünya'nın kendi başına bir güç oluşturmaya başladığını gözlemliyorlardı. Küba bunalımı, metropollerin ve buralarda oluşacak muhalif hareketlerin artık bu türden bir gelişmeye karşı kayıtsız kalamayacaklarını açıkça göstermişti.
Öncelikle Üçüncü Dünya'da ortaya çıkan yerel çatışmaları uluslararası bir hale getirmek yönünde yeni bir eğilim belirmişti: Bu eğilim, metropollerin sol kanat entelektüelleri ve radikal kesimlerince hiç değilse "commemorative" bir ilgi odağı haline getirilmişti. Frantz Fanon'un Dünya'nın Lanetlileri adlı kitabı her kanattan radikaller arasında, özellikle sömürgelerdeki bunalım yüzünden ağır bir sorumluluk havasının estiği Fransa'da son derece popülerleşti...
Yine de, Üçüncü Dünya özgürlük hareketlerine dahil olan aydınlar arasında en popüler ve en etkin kişilik, Marksizme yakın felsefi konumu, çağdışı Marksistler tarafından uzun süre yadsınan, Jean Paul Sartre'dı. "Pravda Modeli" bir Marksizmin Batı dünyası için tehlikelerine dikkati çeken Maurice Marleau-Ponty'nin yanında Sartre, felsefenin şimdiye dek irdelediği sorunları aşan bir dünyada, aydının konumunu "sorumluluğu" önceden kurulmuş bir görev çerçevesinde sorgulanan bir özne olarak yeniden tanımlamaya çalışmıştı. Bireye, yeni dünyanın sorunlarına yönelerek kendisini yeniden biçimlendirme olanağını tanımaya çalışan Sartre, "sorumluluğu" bir boyun eğme edimi olmaktan çıkararak statükoya yönelik bir eleştiri zorunluluğu haline getirmeye çalıştı. Böylece Marksizm-Leninizmin zaman içinde geliştirmiş olduğu bireycilik karşıtı tavır, aydın tanımını Pravda modeline koşulsuz bağlanmakta bulan pratiğiyle birlikte eleştirilmekteydi.
Ancak Sartre düşüncesinin bu entelektüalist kipi burada sunulduğu biçimiyle '68 "ruhunu" tam anlamıyla aydınlatmaz. Kapitalizm karşısındaki eleştirel tavrı eş ölçüde güçlü olan Marcuse'den farklı olarak Sartre kapitalizmin ve modern sanayi toplumunun gelişme "diyalektiği" içinde uzun dönemli öngörülerde bulunmaz. Herbert Marcuse, belki de Sartre'ın akademik felsefe karşısında içine düştüğünün iddia edildiği "yanılgı" ve "hatalar"dan belli bir ölçüde sakınmasını sağlayacak sağlam bir Alman felsefi geleneğinin mirasçısı ve temsilcisidir. Buna karşın 1968 öncesi dönemin ve ayaklanma günlerinin en etkili yazarı ve düşünürü durumundadır.
Marcuse'ün geleneksel ve "hakiki" bir proletarya devrimi yoluyla kapitalist-sanayi sisteminin "kaçınılmaz çökertilmesi" doktrinine yönelik ciddi şüpheleri vardı... Refah ve tüketim toplumunu herşeye karşın yaratmış bulunan kapitalist sistem, çıkarları düzenle gitgide daha fazla örtüşmeye başlayan "asli" sınıf (proletarya) tarafından kolay kolay çökertilemez. Sovyet Marksizm! adlı kitabında "reel sosyalist model"! benimsememe nedenlerini sayıp döker; sonrasında ise Marksist "devrimci proletarya" kavramının 'zırhından' (bu sınıf gittikçe daha etkili bir biçimde orta-sınıf değerlerini benimsemeye yönelmiştir) tüm gerçek devrimci motivasyonları, eğilim ve araçları söker alır. Diğer taraftan, kendisine yöneltilen "karamsarlık" eleştirilerini modern dünyada proletaryaya oranla çok daha "kısmetsiz" olan çok sayıda ve yeni yeni ortaya çıkmış gruplara "köktencilik" görevini yükleyerek yanıtlar. ABD siyahları, cinsel baskılara konu olan gruplar ve özellikle öğrenciler -Marcuse tarafından sisteme en az uyum gösterebilecek grup olarak tanımlanmaktadırlar- görevi yerine getirmeye, proletaryanın o "apaçık" başarısızlığı sonrasında ve nedeniyle çağrılmaktadırlar.
Bu grupların aynı zamanda Marcuse'ün hitap ettiği dolaysız çevresi olmaları da ilginçtir. Leninist Bolşevik Parti modelinden farklı olarak aydınlar ve adı geçen öncüler "proletaryaya bilinç enjekte etmek" göreviyle sınırlamazlar kendilerini. Vietnam Savaşı'na yönelik öğrenci gösterileri Vietnam "davasına" katkıda bulunmaktan çok nüfusun bu yeni devrimci kesiminin ağırlığını koyması açısından önem taşımaktadır. Marcuse'nin '68'in "el kitabı" olarak adlandırılan Tek Boyutlu İnsan adlı eseri, eleştiri hedeflerini göstermekteki büyük başarısına karşın, devrimci eylem biçimleri için daha geliştirilmiş alternatif modeller sunmaz. Öteki bazı Frankfurt Ekolü düşünürlerinden farklı olarak da, kapitalizmin sunduğu akılcılık sistemini aşabilecek yeni bir eleştirel akılcılık çerçevesi oluşturmaya çalışmak peşinde de değildir.
Bir anlamda Marcuse, "Refah Toplumu" doktrini çerçevesinde geliştirilen ve gerek Hayek gibi liberaller, gerekse Daniel Bell gibi "ideolojinin sonu" düşüncesine bağlanmış yazarların işaret ettikleri gözlemlere, tamamıyla zıt bir yönden de olsa ulaşmaktadır: Kapitalist dünyadaki antagonist sınıfsal kutuplaşmanın, buna bağlı olarak da işçi sınıfının kendiliğinden radikalizminin yumuşaması, orta-sınıflarıh yükselişi ve modern yaşamın tek-boyutluluğu...
Modern sanayi sisteminin (bu genişletme işin içine Marksist kavramlaştırmadakinden farklı olarak sosyalist ülkeleri de katmak için zorunlu olarak yapılır) çatlakları, şimdiye kadar kabul görmüş değerlerin üzerine, bu işi başarmaya en muktedir olanlar tarafından vurulacak balta darbeleriyle genişleyebilecektir: Bunlar "hoşgörü"nün sistemle yeniden bütünleşmelerine olanak verecek kadar, genişletilemediği gruplardır. Burada, klasik Marksist teorinin geliştirdiği stratejinin son kalıntıları da ortadan kaldırılır: Böyle bir radikalizm, tanım icabı "kendiliğinden" olacaktır. Hoşgörü ve normalleştirmeden, yani sistemin kendini korumak için geliştirmiş olduğu en önemli iki mekanizmadan, yalnız bu yolla kurtu-lunabilir. İlk bakışta, Sartre'ın ve Marcuse'nin '68 ilkbaharında olup bitenin öngörüsünü getiren kısmî teoriler geliştirmiş oldukları düşünülebilir. Bu bir ölçüde doğrudur. Siyahlar sorunu, Vietnam Savaşı aleyhtarlığının çoktandır önemli bir sorun oluşturduğu ABD'nin aksine, Fransa'da ve diğer Avrupa ülkelerinde '68 bahar patlaması öngörülemez bir biçimde ortaya çıkmıştı.
Bunun için o tarihten birkaç hafta öncesinin gazetelerini okumak yeterlidir; her şey hareketlenmenin kendiliğinden niteliğini vurgular gibidir. Yine Marcuse'nin öngördüğü gibi "yeniden bütünleştirici" mekanizmalar görevlerini yapamaz duruma düşmüşler, üstelik en azından belli bir süre için hareketin kendiliğindenliği geleneksel muhalefet aygıtlarını ve kadrolarını aşmıştır. Özellikle Fransa'da Fransız Komünist Partisi'nin düzen partisi haline geldiği, CGT ve diğer bazı sendikal örgütlerin konformizmle suçlandıkları hatırlanabilir. Hareketin sona erişinden sonra bile uzun yıllar bu durum tartışma konusu olmaya devam etti.
Oysa olayların aniliği ve öngörülemez oluşu, onların tümüyle kendiliğinden olduğu, diğer bir deyişle toplumsal bakımdan örgütlenmiş, az çok sağlam gelenekler ve yapılaşmalardan tümüyle yoksun oldukları anlamına gelmez. Gerçi '68 ilkbaharının çıkışı kadar ani olan kendiliğinden sönüşünün, bir kuşağı eli böğründe bıraktığı, artık ağızlarda sakız olmuştur. Dahası, Marcuse'nin kitaplarındaki devrim öznesini, devrimci süreci hazırlayan gelişimin dışında arama eğiliminin Mayıs olayları tarafından doğrulandığı, olayların sonucunun, daha doğrusu sonuçsuzluğunun da Marcuse'ninkinden de derin bir karamsarlığı haklı çıkardığı düşünülebilir. Ancak böyle bir değerlendirme yüzeysel olacaktır:
Bir kere, Marcuse'nin önemli ölçüde dışladığı, "geleneksel" devrimci sınıf, '68'de yalnızca öğrencilerin davetine icabet etmekle yetinmemiş, aksine, öz çıkarları doğrultusunda örgütlediği geniş kitleleri biraraya getirip harekete geçirerek '68'in belki de temel eksenini oluşturmuştur. Öte yandan '68 baharı, o zamana kadar siyasete mesafeli durmuş pek çok akedemisyen ve aydını siyaset mücadelesine çekmekle kalmamış, yıllarca sürecek siyasal davranış biçimleri yaratmış, en önemlisi, o ana kadar siyasal bir kisveyle karşımıza çıkmayan pek çok konuyu siyasal sorunlar haline dönüştürmüştür. Her şeyden önce, 'isyan'ın öncü grupları taleplerini öne sürmeyi, kısmî biçimlerde ve daha düşük bir heyecan katsayısı ile devam ettirmişler, 70'ler boyunca bu talepleri ifade edecek daha düzenli ve oldukça etkili araçlara sahip olmuşlardı. Her şeyi kapsayan global teorilerin boş bıraktığı özel alanlar, kısmî teorilerine sahip olmuşlardır: Eğitim sisteminin öğrenciler için, fabrika-bant sisteminin işçiler için, hapisane sisteminin rejimin tehdidine maruz kalanlar için taşıdığı anlamlar 70'lerin tartışma konuları olmuşlar, ciddi bir teorik önem kazanmışlardır. Aydının konumu ve devrimci öznenin kuruluşu üzerine tartışma 70'lerin başında da, '68'in belirlemiş olduğu çerçevede devam etti.
Sartre'ın evrensel aydın tiplemesine karşı çıkan ve özellikle de '68 olaylarının, neredeyse her şeyden sorumlu aydın nosyonuna gerek ve imkân kalmadığını gösterdiğini savunan Michel Foucault, daha önceden aydın olarak tanımlanmayan kesimlerin (teknisyenler, hekimler vb.) iktidar yapıları içinde teorik ve evrensel aydından çok daha etkili olabileceğini düşünüyordu. Ancak bu aydınlara, Sartre'ın evrensel aydına yüklediği misyonun yüklenemeyeceği de açıktır. Oysa '68 çerçevesi içinde yapılan aydının konumuna ilişkin tartışmalar, iktidar odaklarının nesnel bir tahlili olmaktan çok, '68 benzeri toplumsal patlama anlarında ya da devrim esnasında, aydınların kendileri için soracakları "ne yapmalı" sorusunun bir dışavurumuydu. Sorunu belki de şöyle bağlamak mümkün: '68 baharı gündelik hayatın nasıl yaşandığı açısından sonuçsuz kalmadı; '68'den ötürü sermayenin ve diğer iktidar odaklarının gücünü sınırlandıran, emekçilerin ve ara sınıfların hayatını zenginleştiren sayısız kazanımlar edinildi; devrimin yenilgisi yerini karşı-devrime değil reformlara bıraktı.
Ama diğer yandan devrim perspektifinin geri çekilmesiyle birlikte "ne yapmalı" sorusunun anlamı da değişti: '70'lerin dünyasında bu soru artık ahlâki ve varoluşsal bir bütünsellik taşıyan bir cevap değil, teknik bir çözüm önermediğinde bile verili dünyayı aşmaktan ziyade ıslaha yönelen bir cevap bekliyor.(MA/UB/EÜ)