Uzayda Bir Elektrik Hasıl Oldu sergisi herkesin 60'lı yıllarını anlattığı kadar o yıllara tanık olmuş veya onun etkilerini solumuş, yaşamış insanların tarihinde de dolaşıyor.
Sergiyi anlatmak için tanıtımında yer alan "27 Mayıs 1960 ve 12 Mart 1971 arasında olup bitenin sazlı sözlü muhasebesi" ifadesi ne kadar doğruysa, izleyenlerden birinin cümlesiyle "Çok zaman olmuştu bu halimi hatırlamayalı" sözü de o kadar geçerli bir anlatım.
İşin doğrusu sadece sergiyi izleyenlerin tepkileri derlense bir tür sözlü tarih çalışması çıkabilir ortaya.
Ama onların sözlerini plak kapaklarının, fotoğrafların, kupürlerin ve Yeşilçam filmlerinin yanına, mekanın fısıltıları arasına bırakıp Derya Bengi'ye verdik sözü.
Roll, Express ve Bir+Bir dergilerinin yayın ekibinden olan Bengi serginin de küratörü.
60'lar senin için ne ifade ediyor?
Sergide de kullandığımız Jim Morrison'a bağlarsak, çok güzel bir sözü var 1969-70'de söylediği: "Gelecekte insanlara çok güzel gözükeceğimize inanıyorum."
Bence çok haklı çıktı. Hakikaten bize güzel gözüküyor o kuşak; yaptıklarıyla, söyledikleriyle, davranışlarıyla...
O yıllara dair öykü okumak beni her zaman ilgilendirmiştir, o yılların müziğini hep dinlemişimdir ama bunun sadece bir kök olduğunu bilerek bugüne yansımaları da ilgimi çekmiştir.
60'lar birçok insan için özel bir anlam içeriyor...
60'lar hakkında ciddi bir mitoloji yazılıyor. Adeta altın çağın bitiminden sonraki yıllar boşa harcanmış gibi düşünenler var. Ben hiçbir zaman onlardan biri olmadım.
Bir sene öncesinde kucağıma düştü sergi fikri ama daha önceki yayıncılık tecrübemizde de biz hep şunu yapmaya çalıştık. İşte 60'ların ne kadar değerli olduğunu bilerek ama 60'lardan bugüne gelen zinciri takip ederek, bugüne yansımalarını değerlendirerek hareket ettik. Bir masal gibi düşünmedik 60'ları.
Bu sergide 60'larda yaşayan insanların güncel olarak o insanları ve kendilerini nasıl gördükleri üzerine çok yoğun araştırma yaptık.
Daha önce 60'lar hakkında fikrimiz vardı ama hep bugünden bakışla o dönemi irdelemeye çalışanların bakışından öğreniyorduk bu bilgileri. Bu sefer gerçekten 60'ların gazetelerinde, dergilerinde dolandık ve o günlerde insanların yaşadıklarını nasıl aktardıklarını görme fırsatı bulduk.
60'lar mitolojik bir masal gibi anlatılmayı hak ediyor ama artık masalı bırakıp kendisine dönmek de fayda var, diye hareket ettik.
Bu mitoloji Türkiye özelinde oluşmuyor. Dünyada yaşananların çok etkisi var...
Uluslararası bir etki, yurtdışından gelen etki toplum ya da gençlik üzerinde zannedildiğinden daha fazla. Ancak Fransa'nın 68'iyle bizim 68'imizin birbiriyle hiç alakası yok diyen bir kesim de var. Ama ben gayet de alakalı olduğunu düşünüyorum.
Geçmişten gelen referansların da farklı olduğunu kabul etmek lazım. Bir cumhuriyet kuruluşu, bir Mustafa Kemal referansı mesela...
Herhangi bir harekete kalkışan, kendine bir ideoloji bir yol saptamaya çalışan bir genç Kemalizm ile hesaplaşmak, onu severken de reddederken de hesaplaşmak zorunda. Mutlaka onunla ilgili bir konum alacak. Batı Avrupa unsurlarında böyle bir hesaplaşma şeyi yok.
Onlar Batıda bir harekete giriştiklerinde, Türkiye'deki gençlerin bunun bize yansımaları ile Türkiye'nin kendi hesaplaşmalarını bir şekilde aynı potada eritmek zorunluluğunu hissetmesi gerekiyordu. Bence bu, iyi tarafından bakalım, daha zengin bir hale gelmiş olabilir.
Özentiyle olmadığı bir gerçek. 68'de Fransa ayaklandı biz de ayaklanalım gibi bir durum yaşanmamış. 27 Mayıs'tan alalım... 27 Mayıs da bir tür gençlik hareketiydi. Bir sürü üniversiteli gencin tamamen cumhuriyete, İstiklal Savaşı'na Kuvayı Milliye'ye referansla yaptıkları bir hareketti.
60'ların içinde bir miras oluştu. 60'larda aynı gençlik ya da hemen 3-5 yaş küçük kardeşleri diyeyim, zaman içinde Marksist klasiklerle karşılaştılar. 64 ve 65'te ciddi bir şekilde patlama yaşandı solcu yayınlarda. Tiyatrolarda Brecht oynanmaya başlandı. Nazım Hikmet kitapları ilk defa ciddi baskılar yaptı. Dolayısıyla 60'larda başkaldırtan tek kuvvet olan Kemalizm, yanına birtakım yedek ideolojiler aldı...
Ortada daha özel ve Türkiye'ye özgü bir durum gibi geliyor. Ve bence bu tartışılmış, boşlanmamış ya da Kemalizm tamamen göz ardı edilmemiş. İkisi bir arada ortak paydada yürümeye çalışmış.
60'larda nasıl bir Türkiye tahayyül edildiğine dair ipuçları bulmak mümkün mü?
Sınıflı bir toplum olarak bakmaya çalışan bir kesim var. Hareketlenen üniversiteliler de bunlar zaten.
Türkiye İşçi Partisi'nin programının ve TİP adına söz alan insanların da yardımıyla bu ülkenin sınıflardan oluşan bir toplum olduğuna dair sözleri var. Bir azınlığın çoğunluğun üzerindeki tahakkümünün var olduğu bir ülke olarak yorumlanıyor Türkiye. Bu Türkiye'nin sözel belleğinde yeni ve hayatına yabancı bir şey.
Bu söylemin kafalarda kolay karşılık bulduğunu ve kolay yerleştiğini düşünüyorum. Batı'da yüzlerce yıllık bir toplumu tarif etme biçimi Türkiye'de 10 yılda çok kolaylıkla yerleşti. Yani, o kadar yabancı değilmiş.
Şunu da görmek lazım tabii, o dönem Soğuk Savaş yılları. Her şey, sahneye her konan tiyatro eserinden tut, küçük yürüyüşler, yapılan küçük itirazlar bile gericilerin ya da komünistlerin yaptığı eylemler olarak değerlendiriliyor.
CHP'ye komünist diyen o kadar çok AP'li var ki...
Küçücük bir şey söylüyor CHP'li biri, hemen "Vay komünist!" CHP'nin komünist olması olacak iş değil. Hiçbir zaman yanına yaklaşmadığı halde, insan haklarına dair bir şey söylediği zaman bir CHP'li, yani ortanın solu çizgisine yeni adapte olmuş bir CHP'li komünizmle suçlanıyor.
Hiç kimse komünizm diyemezken, komünizm anayasaya göre yasakken, küçücük bir itiraz hemen komünizmle yaftalanıyor. Çok komik şeyler var. Tersi de gerici olarak. Her basit dini talep çok kolaylıkla gericilikle suçlanıyor. Bu hep sürmüş ama ana eksenin bu olmadığını, sınıflı toplum olduğunu ve bunun kolay bir şekilde yerleştiğini söyleyebilirim.
Köylü kentli ekseni de üzerinden gidilebilecek bir zemin. Bu eksende eğlence ve müzik alanında nelerden söz edilebilir?
Büyük bir çifte bir hareketlilik var. Sanayileşen Türkiye'de tabii ki köyden büyük kentlere doğru 50lerde başlayan, 60'larda iyice artan bir insan göçü var. Gecekonducular bunun büyük bir parçası.
Ama tersine şehirlerden köylere doğru da çok büyük bir ilgi var. Bu daha çok manevi tabii ki. Çoğu Anadolu pop sanatçısı Türkiye'yi köy gerçeğiyle ifade etmek gerektiğini düşünür ve çoğu Anadolu pop sanatçısı şehirle ilgili şarkı yazmamıştır.
Gerçi 70'li yıllarda şehirle ilgili şarkıları köylüler, gecekondulular yazıyorlar. Nuri Sesigüzel gibi Türk Halk Müziği temsilcisi ilk defa fabrikadan bahsediyor bir şarkısında. 1970'e kadar kimse yazmıyor. Şehirli kolejli gençlik birtakım halkçı dürtülerle, halkçı ideolojilerin etkisiyle köye bakmaya başlıyor ve aslında Türkiye bir umut arıyor 60'larda.
Görmediği yerlere olan ilgisi ve birtakım kültürel eserler sayesinde yaratıcı bir dönem geliyor. Anadolu toplumunun Metin Erksan'ın Yılanların Öcü ve Susuz Yaz filmini seyretmediği düşünülemez. Şarkıların içinde doğrudan olarak gönderme yok, söyleşilerinde de rastlamadım ama mutlaka öyle bir ortam var.
Metin Erksan'ın da zaten 50'lerden gelen birisi olarak Mahmut Makal'ları, Yaşar Kemal'leri okumamış olduğu zaten düşünülemez. 50'lerden itibaren edebiyat kaynaklı köye bakış 15-20 yıl içerisinde gittikçe müziğe yansımıştır.
Önce edebiyat, sonra sinema, sonra da müziğe yansıyor. Anadolu pop, Batı müziğiyle kendi müziğini birleştiren, çalan gençlerin hareketi olarak ortaya çıkıyor. Hiçbir zaman Anadolu popçulara özenti demememiz gerekir.
Özeniyorlar tabii ki; iyi gitar çalmaya çalışıyorlar ama gitarı bağlamanın 'sound'uyla çalmaya çalışıyorlar. Bağlamayı unutarak ya da reddederek çalmıyorlar. Bağlamayla gitarın nasıl uyuşturulabileceğinin deneylerini yapıyorlar. Bu müziğin güzelliği de melezliğinden kaynaklanıyor tabii ki.
Müzik saf değildir. Muhafazakarlar her müziğin saf olduğunu iddia ediyorlar ama saf olduğunu iddia ettikleri müzikler de birtakım melezlemeler sonucu oluşuyor. Türk Sanat Müziği gibi.
Bu toprakların insanları birbiriyle kültürel alışverişlerde bulunarak bir müzik yarattılar. O gitgide saf hale dönüşmeye başladı. Müziğin saf olduğunu iddia etmek bence saflık, çünkü o bir melezlemeydi. 60'lı yıllarla birlikte yeni melezlemeler hasıl oldu. Bunlardan en önemlisi Anadolu pop. Bundan sonra caz, orkestral dans müziği ve türküleri birleştirmek geliyor. Batılı dozlarla aşılanan, köklü olmayan; yeni bir tohum eker gibi...
Sergide Pekkan, German ve Müren'e bir vurgu var. O dönemin algısında toplumsal hayatta neyi simgeliyordu onlar?
Tülay German bir entelektüel. Türkiye gerçeğinin bütününe bakıp yeni bir yola girmesi ve bunu yapınca da toplumdan karşılık bulabilmiş olması gibi bir durum var.
Burçak Tarlası çok ciddi satan bir plak ve sadece Nişantaşı'ndaki kulüplerde de kalabilirdi. Bu plağı yapmasaydı Nişantaşı'ndan dışarı çıkmazdı. Entelektüel bir Nişantaşılının Türkiye bakışı Nişantaşı'nda da sınırlı kalabilirdi. Ama daha çok satması bize bunun böyle olmadığını, gerçekten aydınla halkın bir araya gelişinde herkesin kendine göre bir zevk aldığını gösteriyor.
Bence karşılığını bulmuş bir ilgidir bu. Fakat Tülay German'ın erken pes ettiğini de söylemek lazım. Sebebi de demin bahsettiğim nokta. Belki de her şeyi komünist bakış açısıyla yapmasından. Bu beraberinde tehditleri, bıçak, tabanca çekmeleri getirebilir. Bu olaylar ve siyasal baskılar onu buradan uzaklaştırdı.
Ajda Pekkan ve Zeki Müren...
Zeki Müren'in toplumda cinselliğe bakış açısını değiştiren birisi olduğunu yadsımak mümkün değil zaten. Fakat Zeki Müren eşcinselliğinin yanında değişen Türk sanat müziğinin hem öncüsü hem de sureti. Batı müziği aranjmanları yapan ilk kişi. Türk sanat müziği solisti olmasına rağmen Batı şarkılarını Türkçe okuyor ama bir yandan da Divan edebiyatından miras kalmış ağdalı, makamsal tutumu hep var.
Ajda Pekkan'ın söylediği Batı müziğiyle Zeki Müren'in söylediği Batı müziği bu anlamda bir değil. Zeki Müren hep Türk sanat müziği içerisinde kalarak Batı müziği yorumladı.
Türk sanat müziği çok gençleşmişti. Örneğin Milliyet gazetesi 1972'den itibaren 'Yılın En İyi Türk Sanat Müziği Şarkısı' anketi yapmaya başladı. Bunu ilk olarak düzenlediğinde son 10 yılın en iyi 10 şarkısıydı. İlk 10'a baktığımızda, ki bunların tamamı 60 yıllarda bestelenmiş şarkılardı; bestekarları yaş gruplarına göre sınıflandırdığımda hemen hemen tamamı 60'lı yıllarda 30-40 yaşlarında olan bestekarlar. Bu ilginç bir şekilde siyasetteki gençleşmeye de paralel.
Demirel de Adalet Partisi'nin başına 40'lı yaşlarında geçiyor. Ecevit, CHP'nin genel sekreteri olduğunda 40'lı yaşlarında ve o yılın en hit şarkılarını yapanlar da onlarla yaşıt. Ciddi bir gençleşme var ve bu gençleşme Türk müziğindeki değişimi iyi yansıtıyor. Aruz veznine ve divan edebiyatına bağlı olan Türk sanat müziği o günün gündelik Türkçesiyle değişince "çok hafif şarkılar bunlar" gibi muhafazakar bir tepkiyi beraberinde getirdi. Neden? O günün Türkçesinin gündelik diliyle yazılmış şarkılar bunlar. Bence dilin ne kadar büyük bir güç olduğunu çok iyi ortaya koyuyor. Dilin değişimi için Türk sanat müziği önemli bir test alanıdır.
60'ların müzikalleri de yer almış sergide. Keşanlı Ali Destanı da Hair de... Müzikallere bakarken o yıllarda nereye oturtmak gerekir?
Türk tiyatrosunda Karagöz Hacivat'tan gelen müzikle derdini anlatma geleneği var. Seyirciyi tavlamak için müzik gerekli. Seyirciyi içine en kolay alan şey şarkıdır. Dolayısıyla tiyatroda müziğin hep önemli bir yeri oldu.
Modern anlamda müzikaller 1960'lı yılların ürünü. Ancak Batı müziği nasıl Türkiye'ye önce kendisi olarak giriyor ve sonra Anadolu ezgileriyle ya da Türk sanat müziğiyle buluşuyorsa, modern müzikal de Türkiye'ye önce Batı müziğiyle girmiştir.
Bildiğim kadarıyla Sokak Kızı İrma ilk modern Türk müzikali ama bir telif eser değil, bir adaptasyon. Sonra Turgut Özakman'ın "Bulvar"ı var. Müzikte Bülent Arel'in ismi var. Oldukça avangard bir besteci. Pop ve caz denemeleri yapıyor. Ancak tiyatro oyunu tutsa bile, şarkılar dillere pek dolanmıyor.
Fakat aynı günlerde Keşanlı Ali patlıyor, çünkü Anadolu'ya dayanıyor ve Anadolu pop'un bence ta kendisi.
Anadolu popun ilk gövde gösterisi, test edilişi Belgrad'daki Balkan Melodileri Olimpiyatı'nda, 1964'te oluyor. Balkan ülkeleri "Kendi dilinizde, kendi topraklarınızın müziğini Batı tarzında çalın" diyorlar. "Milli Orkestra" adına repertuar oluşturuluyor. Tülay German'ın okuduğu Bıçak Tarlası var, Kızılcıklar Oldu mu var, Keşanlı Ali Destanı da.
Böyle bakınca "Eurovision"a katılan şarkımız aslında Keşanlı Ali Destanı oluyor. Yalçın Tura'nın tamamen Anadolu'dan etkilenerek bestelediği eserler bizi ilk Anadolu etkili şarkımız olarak uluslararası bir yarışmada temsil ediyor.
Türkiye'de o dönemde hippilik nasıl algılanıyordu?
Hair sahneye koyulduğunda Türkiye hippilere çok aşina. Basının tersi çabalarına karşın seviliyor. Solculara Müslümanlar saldırıyor ama hippilere saldıran mahalle grupları gibi haberler görmedim o dönemin gazetelerinde.
Polis karşı hippilere ama, olay çıkartmayan mutedil insanlar olduğu için seviliyorlar. Kolay alışılmış bence hippilere. Her ne kadar basında, ahlak bozuyorlar gibi yazılar olsa da hippilerin sevildiğini düşünüyorum. En azından zararsız görüldüklerini düşünmek mümkün.
Hatta içişleri bakanlığıyla turizm bakanlığı birbirine düşüyor hippiler yüzünden.
İçişleri valilere tamimler gönderiyor artık bunları almayın içeriye, diye. Hemen kovun, kanunun şu şu maddelerini işletin, diyor, paraları yok gibi gerekçelerle. Turizm bakanlığı da ne yapıyorsunuz, parasızları gönderirsek paralı olanlar da gelmeyecek, ayrıca ne biliyorsunuz, belki bir sürü paralı dolandırıcıyı sırf paralı diye sokuyorsunuz, bunların zararı yokken parasız diye neden kovuyorsunuz diyor. Ciddi ihtilafa düşüyorlar. İçişleri bakanlığı da boyun eğiyor mecburen.
Neden 60'ların müzik üzerinden okunmasına karar verildi? Müziğin bu anlamda ayırt edici özelliği neydi?
Proje bana geldiğinde müzik seçilmişti. Çok isabetli bir seçim. O kadar büyük bir altüst oluştan söz ediyoruz ki, onun en zengin örnekleri müzikte ortaya çıkmıştı o yıllarda. Hatta müzikteki değişimler belki de toplumdaki değişimlerden daha önde. Bugüne de yansımaları olan çok farklı tarzlar ortaya çıkıyor. Bugün dinlediğimiz birçok tarz, kulağımızdaki melodilerin kökleri hep 60'larda.
Müzik doğru tercih elbette. Daha iyisi ne olacaktı? Mimari mi? O da müzikte var. Tiyatro mu? Müzikaller var. Hangi disiplini seçersek seçelim, hepsi müzikle bağlanıyor. Müziği bir kumaş olarak düşünüp onun üzerinde Türkiye'yi tarif etmeye çalıştık.
Müzik notalardan ibaret bir şey değil, tamamen toplumsallıkla ilgili. Mümkün olduğu kadarıyla o yönüyle baktık ve toplumu o aynada gördük.
Sergiye yönelik olumsuz eleştiri geldi mi hiç?
Sergiye bu kadar zaman ayıracak kimsede vakit yok, diyen oldu. Bu eleştiriden "Bu kitap olmuş sergi olmamış" gibi bir alt metin çıkıyor olabilir.
Sergide yazı çok ama bunlar çok korkutucu boyutlarda değil. Kısa kısa spotlar halinde çok çeşitli öyküler anlatmaya gayret ettik. Ve başından sonuna, hatta belirli bir sırayla da okunması gerekmiyor. Gezerken şöyle bir resme bakar gibi yazılara birazcık göz atılabiliyor. Eğer birini beğeniyorsan 3-5 dakika daha okursun, bir şeyler anlatılır orada. İster 15 dakika geçirirsin ister 45 dakika. Her bir paragraf, her bir spotu tek başına da okunabilecek, bir şekilde birbirinden bağımsız olarak okunmaya değer halde sunmaya çalıştık. Elbette öncesi ve sonrasıyla bağlantısı var ama tek başına da anlamlı, değerli.
Serginin tasarımında kronolojik bir yapı izlenmemiş zaten. İnsanlara ulaşması açısından değerli bir karar.
Zaten dergicilikten gelme bir alışkanlık var. Kendi içinde 20 tane konu var. Mesela o konuların ilk panosuna kapak adını verdik kendi aramızda, diğerlerine sayfa adını verdik. Böyle bir dergi yapmış olduk. Dergiden gelen bir tecrübe bu sergiye yansıdı.
Bu fikir baştan beri var mıydı?
Vardı ama nasıl bir şey olacağını bilmiyorduk. Sonra şöyle oldu. Spotlara, yani serginin içeriğindeki kısa öykülere yansımayan birtakım komik, ilginç ya da o yılları temsil eden haberleri gazetede yayınlanan bütün halleriyle burada bir kolaj haline getirmiş olduk. 60'lı yılların tamamen alıntılardan oluşan bir kolajı.
Bir döneme ait sergiyi tasarlarken gezecek kişilerin farklı yaşlardan olması bir problem yaratıyor mu?
İnsan böyle bir şey yaparken ister istemez şöyle davranıyor. Kendi bilmediğini başkalarının da bilmediğini varsayarak yazının başına oturduğunda ben bildiklerimle bilmediklerimi iyi bağlayabileyim diye düşünüyorsun. Bu araştırma esnasında öğrendiklerimi bildiklerimizle karıştıralım ki ortaya düzgün bir şey çıksın.
Gerekli maddi bilgileri verip orijinal olanı, en azından dolaşımda olmayan birtakım öyküleri öne almaya çalıştık. Bilmeyen birinin kaybolmaması için de gerekli maddi bilgileri koyduk. Yani genç biri, bu dönemlere ait olmayan biri de bir fikir sahibi olacaktır gibi geliyor bana. Yine de o yılları gerçekten genç olarak yaşamış olan biri baktığında "Amma da uçmuşlar" mı der, yoksa "İyi toparlamışlar sahiden" mi der, onu merak ediyorum. (YY)
* Uzayda Bir Elektrik Hasıl Oldu sergisi Depo'da 24 Ekim'e kadar görülebilir.