6-7 Eylül gecesini yaşayan kadınların en ağır hatıraları, çoğu zaman mezarlıkların tahribi ya da evlerin yağmalanmasından bile daha sessiz kalmış bir şiddeti açığa çıkarıyor: cinsel saldırı tanıklıkları. O geceyi Tarlabaşı’nda gören Theodora Dobrila Fotoyanopulu, küçük yaşta karşı pencerede yaşanan cinsel saldırıya şahit olan ablasının bu travmayı kaldıramayıp kısa süre sonra hayatını kaybettiğini anlatıyor.
Despina Mistiloğlu ise ‘Bakın size daha da üzüleceğiniz bir şeyi anlatayım’ diye söze giriyor; anne-kız olarak bir evde saklanırken ertesi gün başka bir saldırıdan son anda kurtulduklarını aktarırken hâlâ titriyor. “Bizi kurtardılar. Yoksa bizi anne kız orada sıkıştıracaklardı” diyor. Yıllar sonra bile bu tanıklıklar, şiddetin kadın bedenine yönelmiş, en çok susulan ve en ağır iz bırakan yüzünü gözler önüne seriyor.
Bu tanıklıkları “Akşam İstanbul'da Çok Fena Şeyler Oldu - 6 - 7 Eylul 1955'i Son Tanıkları Anlatıyor” isimli kitapta öğreniyoruz.
Kitabın yazarı Serdar Korucu. Yayınevi istos. Korucu, bu son kitabında 6-7 Eylül'ü sadece yağma ile değil kadın bedenine yönelen şiddetle de ele alıyor. Kitabı okurken, mezarlıkların tahribinden evlerin yağmalanmasına, ama en çok da kadın bedenine yönelmiş şiddete tanıklık ediyorsunuz.
Serdar Korucu kitabını anlatıyor.
Şubat–Temmuz 2025 arasında Türkiye, Yunanistan ve Fransa’da 32 tanıkla konuştunuz. Sizi bu maratona başlatan kıvılcım neydi?
O kıvılcım, bugüne kadar 6-7 Eylül konuşmamıza rağmen, o şiddetin boyutunu tam olarak aktaramamış olmamızdı. Ki hala çok büyük boşluklar var. 2015-16’da Laki Vingas’ın danışmanlığında Niko Manginas’ın katkılarıyla yayınladığımız Patrikhane fotoğrafçısı Dimitrios Kalumenos’un fotoğrafları bize şunu gösteriyordu. Bu basit bir yağmadan ibaret değil.
Evet, daha önce bazı anlatılar da bize bunu söylüyordu ama Susan Sontag’ın dediği gibi fotoğraflar bize kanıt teşkil ederler. Hakkında bir şey işitip de şüpheyle karşıladığımız bir şey, onun bir fotoğrafı bize gösterildiğinde kanıtlanmış sayılır. Bu fotoğraflar bize saldırıların mezarlıkları, kiliseleri, okulları, gazete matbaaları da vurduğunu gösteriyordu. 70. yıl dönümünde yeni bir çalışmaya iten daha az konuşulan şiddetin boyutları oldu.
Örnek verir misin?
Mesela mezarlıklara yönelik saldırıları son yıllarda daha konuşur olduk ama onda bile Şişli merkezli kaldık. İşte biliyorsun, Şişli’de daha yeni gömülmüş cansız bir beden mezardan çıkarılıyor ve karnına Türk bayrağı asılıyor. Ya da iskeletler çıkarılıyor, kuru kafalarla top oynandığını anlatılıyor. Ama mesela bu kitapta Odetta Demarchi Cocchino “Rum mezarlıkları çok daha fazla zarar gördü” notunu düşse de Büyükdereli eşinden öğrendiği kadarıyla Katolik Mezarlığının da saldırıya uğradığını ekliyor: “Büyükannesi ve büyükbabası oraya gömülüydü. 6 Eylül’de onları topraktan çıkardılar. Katolik Mezarlığındaki bütün kemikleri sağdan soldan buldular. …
Pangaltı’da bizim Katolik mezarımız var. Oraya gömdüler.” Ya da Minas İokaimidis, babasının şahit olduğu Edirnekapı Rum Mezarlığı’ndaki saldırıları aktarıyor: “O mezarlıkta ölülerin kafataslarını mezarlıktan çıkarıp top oynuyorlardı. Futbol oynuyorlardı kendi aralarında. Onları yaşadı, gördü.” Ve bunlardan daha az konuşulan alanlar var. İnsanlara yönelik saldırılar... Rum Ortodoks din adamlarının özellikle hedef alınması ya da kadınlara-çocuklara yönelik cinsel saldırı, istismarlar...
"Hem susan hem susturulan"
32 ismi nasıl belirlediniz? Cinsiyet, kuşak, mekân (İstanbul adaları, Beyoğlu, Anadolu yakası vs.) ve dini/etnik çeşitlilik açısından temsili dengeyi nasıl gözettiğinizden örnek verebilir misiniz?
6-7 Eylül’ü öyle bir yaş aralığından dinlemeye çalışıyoruz ki, kendileri gerçekten de kitabın adındaki gibi “son tanıklar” ve biz temsili dengeyi gözeterek yapmaktansa elden geldiğince bulabildiğimiz, ulaşabildiğimiz tüm isimlerle röportaj yapmaya gayret ettik. Hatta kitabın basımı sürecinde yolumuzun kesiştiklerini de ikinci baskıya eklemek istiyoruz.
Ve bu arada bu kitabı en çok danışmanım Laki Vingas’a borçluyum. Kendisi olmasaydı böyle bir çalışmayı oluşturmam imkansızdı.
Çünkü şiddet kimsenin konuşmak isteyeceği bir alan değil. Jean François Lyotard’a göre, geçmişteki korkunç hadiselerin tarifsizliği, yaşanan hadiseleri sessizliğe gömer. Biz bu sessizliği anlatıcıların rızasıyla, onlar ne kadar anlatmak istiyorsa o kadarına yer vererek aralamaya çalıştık. Ve elbette Vingas’a olan güvenleri bu kapıların açılmasını sağladı.
Cinsel saldırı tanıklıkları, literatürde en “susturulan” alanlardan. Bu anlatıları dahil etme kararını nasıl verdiniz, dili ve mahremiyeti nasıl kurdunuz?
Dediğin gibi hem susan hem susturulan. Susulması doğal. Böyle travmalar ardından konuşmak çok zor. Fakat konuşanların da anlattıkları sessizlik duvarına çarptı. Yani bir “susturulma” durumu var. Çünkü 6-7 Eylül’ü sadece yağma gibi görmek ve bunu da geçmişteki bir kara leke olarak adlandırmak nispeten daha kolay.
Gerçek anlamda yüzleşmenin olmadığı, sahte bir yüzleşme hali. Cinsel saldırılar, istismarlara gelince işin rengi değişiyor ve bu kitabın merkezini de bu alıntılar oluşturuyor. Az konuşuldukları için bu çalışmada önceliğimdi.
Fransa’yı sarsan cinsel saldırı davasında, biliyorsun, Gisèle Pelicot, “Utanç taraf değiştirmeli. Utanç yükü mağdurların değil, faillerin omuzlarında olmalıdır” diyordu.
Bu saldırıları, istismarları konuştuğumuz tüm isimlerle bu sözün izinden ilerledik. Elbette cinsel saldırı-istismar ya da girişimi çok ağır bir travma.
Bu nedenle kim, neyi, ne kadar anlatmak istiyorsa o kadarı kitap içinde yer aldı. İsterlerse yerleri, kişileri, isimleri, akrabalık bağlarını da not düşmek şartıyla değiştirebileceklerini söyledim ama tüm anlatıcılar, ki kendilerine ne kadar teşekkür etsem az, olabildiğince net aktardılar. Sadece saldırıya uğrayan kişinin ismini vermek istemeyenler oldu. Bu da çok anlaşılır.
Siz bu tanıklığı dinlerken ne hissettiniz ve anlatan kadına dair gözlemleriniz ne?
6-7 Eylül gecesine Tarlabaşı’nda şahit olan Theodora Dobrila Fotoyanopulu’nun ilk sözü “Şimdi başka türlü her şey. Eskiden bunları konuşamıyorduk” oluyor. Çünkü küçük yaşta, evlerinin karşı penceresinde cinsel saldırılara şahit olduğu için şok geçirip kısa süre sonra hayatını kaybeden ablasının anlatısı onun için çok ağır. Ya da kendisi cinsel istismardan son anda kurtulan isimler de var.
Mesela Despina Mistiloğlu... “Bakın size daha da üzüleceğiniz bir şeyi anlatayım. Ben anlatırken her seferinde yeniden yaşıyorum” diye başladı sözlerine. 6 Eylül gecesini Giritli Türk bir ailenin evinde atlatan anne-kız bir sonraki gün bir başka cinsel saldırıdan, istismardan son anda kurtuluyor. Mistiloğlu “Bizi kurtardılar. Yoksa bizi anne kız orada sıkıştıracaklardı. Daha kötüsünü söylemek de istemiyorum. Aklım almıyor” diyor. Bu korkunuz, travmanın izi dün gibi duruyor.
Atina ve Paris’teki tanıkların hafızası ile İstanbul’daki tanıkların hafızası arasında ne tür farklar gözlediniz? Zaman ve mekân, anlatının tonunu nasıl değiştiriyor?
Şiddet anlatılarının daha çok Atina ve Paris’teki tanıklardan aktarıldığını söylemek gerek. Rum toplumu içinde tüm badireleri atlatıp İstanbul’da kalanlar çoğunlukla bugüne vurgu yapıyor.
Mesela Thanasis Angelidis “Biz hep burada kaldık” diyor ve ekliyor: “Paşabahçe’de başka Rum aile kalmadı. Ben varım, eşim var. Ayin olunca biz ikimiziz.” Angelidis her şeye rağmen mutlu olduklarının altını çiziyor. Eleni Mapu Konstantinidis de benzer şekilde. Arada ağzından “Olmamalıydı öyle şeyler. Çünkü biz kimseye dokunmadık, dokunmuyoruz. Herkesi de seviyoruz” sözleri dökülüyor. Melina Çiçekoğlu daha hüzünle anıyor geçmişi, “Vlanga’da da pek Hristiyan kalmadı zaten. … Kaç kişi kaldı ki?” diyerek. Eskiden şahit olduğu bayramları hatırlıyor. Mezarlıklarda yapılan Panayia Bayramında laternaların çalındığını, eğlenceleri, Paskalya’da dolup taşan sokakları anıyor, anımsıyor. Bugünse kilisenin kapısının önüne onları korumak için de olsa polislerin geldiğini söylüyor: “Güvenlik için bekliyorlar, onlar sağ olsunlar. Sözüm onlara değil ama demek ki kiliseye karşı bir şey olacak korkusu var.”
"Şiddeti de konuşmak gerekiyor"

Netflix’teki Kulüp dizisinin 6–7 Eylül’ü görünür kıldığı söylenir. Tanıklar bu “popülerleşme”yi nasıl karşıladı? Sizce dizi, kamu hafızasında neyi doğrulttu, neyi eksik bıraktı?
Kulüp dizisinin popüler kültüre hele de genç kuşağa bir kez daha 6-7 Eylül’ü hatırlattığı gerçek. Dizi yayınlandığı dönemde hakkında pek çok eleştiri dile getirilmiş, konuşulmuştu.
Bunları tekrarlamaya belki gerek yok ama dizide toplumda genel olarak kullanılan ve en kritik sahnede seslendirilen bir cümle vardı. “O gece, o, o kara gece bir sürü rengini kaybetti bu ülke” deniliyordu. Ama pek çok Rum gibi Hristos Elmacıoğlu’nun da bu cümleye itirazı var.
Atina’da yaşayan ve İstanbul’a gittiğinde çok sayıda arkadaşından buna benzer sözler duyduğunu söyleyen Elmacıoğlu, şöyle diyor: “Bakın diyorum, Rumlar, yani biz çiçek vazosu değiliz. İstanbul’un bir parkı değiliz. Bizim başımıza bunlar geldiğinde, siz veya aileniz, babalarınız, dedeleriniz arkadaşlarınız hiç tepki gösterdi mi? Protesto ettiniz mi? Bunu durdurmaya çalıştınız mı? Yapmadığınız için şimdi bunun bedelini siz de ödüyorsunuz.”
Kitabın hedeflediği toplumsal etki nedir? “Unutulmama” ve “adalet” talebinin bugün karşılığı ne olmalı eğitim, müfredat, anma politikaları, hukuki adımlar açısından en somut öneriniz nedir?
Tam da hedefi Elmacıoğlu’nun dediği nokta. Yani toplumsal olarak tepki gösterilmesi gereken ve gösterilmeyen konular...
Şimdi biz 6-7 Eylül’ü konuşuyoruz. Ama bu şiddeti tek başına da konuşmamak gerektiğine inanıyorum. Patrik Bartholomeos, “Toplumun bir kesimi nasıl olur da toplumun başka bir kesimini bu kadar düşman olarak algılama ve ona yapılacak her türlü zulmü hak olarak görme durumuna gelir. Bunu anlayabilirsek, dünü doğru tahlil edebilirsek ancak, benzeri olayların vuku bulmasını engelleyebiliriz” diyordu. Bu sözünün izini 1955’i takip eden yıllarda hatta son dönemde de görmedik mi?
Mesela mezarlık saldırılarını, cansız bir bedenin nasıl mezardan çıkarılabilmiş olduğunu konuşuyoruz. Fakat bunu 2017’de Aysel Tuğluk’un annesinin cenazesinin Ankara’da gömülmesi sırasındaki saldırıdan uzak şekilde ele alamayız. Ya da 10 yıl önce tam da bugün, 6 Eylül’de Cizre’de yaşananları unutarak nasıl 6-7 Eylül’ü konuşabiliriz? Kamuoyunun Cemile diye bildiği, gerçek ismi Cizîr olan küçük kız ailenin anlatımına göre keskin nişancılar tarafından vurulmuştu. Sonrasında yasak olduğu gerekçesiyle cansız beden evden çıkarılamayınca aile tarafından buzdolabına konulmak zorunda kalmıştı. Bu yaşananları hep birlikte hatırlamadan, konuşmadan, ele almadan, sorgulayıp hesap sormadan gerçek bir yüzleşme imkansız.
6-7 Eylül için Patrik Bartholomeos, “Bugün modern Türkiye Rumlara ve diğer gayrimüslim cemaatlere olduğu kadar Türkiye’nin de aleyhine olan bu büyük haksızlığı tanımaktadır. (...) Bugün artık, bu olayları yargılamayan, aklı başında hiçbir Türk vatandaşı yoktur” diyordu. Haklı elbette.
Bugün şiddet eylemleri arasında Türkiye’nin en çok konuştuğu, ele aldığı, andığı tarihlerin belki de başını çekiyor 6-7 Eylül. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da 60 darbesinin start düğmesine basıldığını söylediği bir tarih bu...
İşte bu nedenle 6-7 Eylül’ü daha iyi araştırmalı, konuşmalı, ele almalıyız. Ve bu sebeple de 6-7 Eylül’den etkilenenlerin en temel beklentisi resmi bir özür...

70 yıl sonra da yüzleşme yok: 6-7 Eylül ve azınlıklar
Serdar Korucu, istos yayınları, Eylül 2025, 336 Sayfa, İstanbul.
(EMK)








