Bugün 6-7 Eylül İstanbul Pogromu’nun (Yunanca: Σεπτεμβριανά Septemvriana) yıldönümü.
69 yıl önce bugün, saat 13.00’da devlet radyosundan duyurulan ve aynı gün Demokrat Parti (DP) yanlısı İstanbul Ekspres Gazetesi'nde “Atamızın evi bomba ile hasara uğradı” manşetiyle verilen haberin ardından Türkiyeli Rum, Ermeni ve Yahudilere yönelik saldırılar başladı.
İstanbul ve İzmir'de toplanan kitleler özellikle Rumlara ait işyerlerine, kiliselere ve evlere saldırdı; yağmalama, kundaklama ve fiziki saldırılar gerçekleştirdi. İnsan hakları örgütü Helsinki Watch’a göre saldırılarda 15 kişi hayatını kaybetti. Tahminlere göre 4 bin ila 5 bin arasında dükkân ve ev yağmalandı, onlarca kişi yaralandı ve birçok kadın cinsel saldırıya uğradı. Saldırıların ardından birçok Rum, Türkiye'den göç etmek zorunda kaldı.
6-7 Eylül Pogromu’nun yıldönümünde, kendisi de İstanbullu bir Rum olan araştırmacı-yazar Foti Benlisoy ile toplumsal şiddetin hem geçmişteki hem de günümüzdeki tezahürlerini konuştuk.
Farklılıklar
6-7 Eylül’ün arkasındaki toplumsal ve politik dinamiklerle günümüzde mültecilere yönelik saldırıların arkasındaki dinamikler arasında bir paralellik görüyor musunuz?
Hem evet hem hayır. Son dönemde gerçekleşen göçmen karşıtı pogromlarla 6-7 Eylül pogromu arasında kuşkusuz ciddi paralellikler var. Ancak sadece bu benzerliklere odaklanmak, bizi ahistorik bir tutuma, yani farklı ırkçı saldırganlık vakaları arasında biçimsel paralellikleri vurgulamakla sınırlı tarih dışı bir yaklaşıma götürebilir. O nedenle önce aradaki ciddi farkları tartışmakta yarar var kanaatindeyim.
6-7 Eylül bilindiği üzere, İzmir ya da Antakya gibi başka şehirlerde de etkileri olsa da esas olarak İstanbul’da yaşayan gayrimüslim topluluklara, bilhassa da Rumlara karşı yönelmiş kitlesel ve yaygın bir tedhiş faaliyetiydi. Saldırılara 100 bine yakın insanın bir biçimde dahil olduğu tahmin ediliyor. Dönemin şehir nüfusu düşünüldüğünde bu muazzam bir rakam. Üstelik saldırılar İstanbul’un neredeyse tamamında etkili olmuş. Dolayısıyla sadece boyutları itibarıyla 6-7 Eylül’ü bahsettiğiniz örneklerle kıyaslamak zor. 6-7 Eylül, ancak 1895-6’da İstanbul’da ya da 1909’da Adana’da gerçekleştirilen Ermeni karşıtı pogrom ve katliamlarla mukayese edilebilecek ölçekte, o “geleneğin” bir devamı kabul edilebilecek devlet destekli ve/veya tasdikli bir büyük milliyetçi ve elbette cinai sosyal seferberlik.
“Irksal rejim”
Mesele sadece 6-7 Eylül’ün yaygınlık ve kitleselliğiyle ilgili değil elbette. Günümüzde gerçekleşen göçmen karşıtı saldırılarla 6-7 Eylül, Cedric Robinson’un tabiriyle birbirinden farklı iki “ırksal rejimle” işaret ediyor. 6-7 Eylül Türkiye’deki gayrimüslim nüfusun ulusal bütününün tümüyle dışına itildiği, hatta hiç değilse Balkan Savaşları’ndan itibaren bir “iç düşman” olarak tanımlandığı bir tarihsel sürecin devamı sayılabilir. Türkiye’de ulusal kimliğin inşası süreci ülkedeki gayrimüslim topluluklara karşı yürütülen kimi zaman açık kimi zamansa örtük bir iç savaşa denk düşmüştür. Dolayısıyla Türkiyeli gayrimüslimler Türk ulusal kimliğinin kurucu ya da kök ötekisi konumundadır. Bu durum sadece 1912-1922 arasına, yani Türk ulusal kimliğinin Müslümanlık temelinde tanımlandığı, “Müslüman milliyetçiliği” denen yaklaşımın hakim olduğu döneme has değildir. Türk ulusal kimliğinin daha seküler temelde tanımlandığı sonraki on yıllarda dahi yerli gayrimüslim topluluklar Türk ulusal bütününün içindeki tehditkâr bir yabancı unsur olarak görülmeye devam etmiştir.
Dolayısıyla da Türkiyeli gayrimüslimler sistematik olarak fişlenmeye, denetim ve takibat altında tutulmaya devam etmişler, daha yeni bir tabir kullanmak gerekirse sistemik bir mobbing rejimi altında tutulmuşlardır. Gayrimüslim toplulukların karşı karşıya kaldığı bu sistemik ya da kurumsal ırkçılık Türkiye’de ilksel sermaye birikimi, kapitalist devlet aygıtının şekillenmesi ve sınıf oluşumu süreçleriyle iç içedir elbette. Dolayısıyla ulusal önyargılarla, olumsuz tarihsel deneyimlerin ürünü olan milliyetçi klişelerle alakalı bir meseleden ibaret değildir. 6-7 Eylül “olayları”, işte bu sistemik mobbing rejiminin bir devamı ve tezahürü olarak görülmeli, istisnai bir hadise ya da bir kırılma anı olarak değerlendirilmemelidir.
Kolektif linç girişimleri
Göçmenlere karşı yaygınlaşan pogrom ve kolektif linç girişimleri ise Türkiye’de göçmen nüfusun sistematik baskı altındaki bir ucuz emek havuzu olarak değerlendirildiği bir başka sermaye birikim rejimi ve onunla bağlantılı “ırksal rejimin” devamı. Mesele sadece göçmen karşıtı saldırılarla, yani açık ırkçılık örnekleriyle de sınırlı değil. Bugün göçmenler, tıpkı mesela 1930’lu yıllardaki Rum ya da Ermeni toplumları gibi sistematik ve kurumsal bir denetim ve takibatın nesnesiler.
Nerede ve hangi koşullarda yaşayacakları, hangi işlerde istihdam edilebilecekleri, seyahat edip edemeyecekleri, hangi kamusal hizmetlerden nasıl yararlanacakları sürekli olarak onları “göçmen” olarak yeniden üreten idari ve hukuki pratiklerin konusu. Irkçılık sadece linç ve açık saldırı girişimleriyle değil, esas olarak bu gündelik ve “normal” idari ve hukuki pratiklerle yeniden üretilip doğallaştırılıyor. Dolayısıyla verdiğiniz örneklerle 6-7 Eylül, iki farklı tarihsel konjonktür ve “ırksal rejimle” bağlantılı olarak ele alınıp mukayese edilmeli. Aralarındaki paralellikler bu farklılıklar dikkate alınmadan tartışıldığında, ırkçılığın sistemik ve kurumsal boyutlarını es geçen, onu söylemsel ya da maddi saldırganlığa ya da ayrımcılığa indirgeyen bir tutuma yol açabilir.
Cumhuriyet tarihi
Fazla uzatmadan biraz da bahsettiğiniz paralellikler konusuna değineyim. Çok sık düşülen bir hata, 6-7 Eylül’ü bir istisna, İstanbul’un “çok kültürlü” hayatını ortadan kaldıran bir kırılma noktası olarak düşünmek. Oysa aslında Cumhuriyet tarihi gayrimüslim topluluklara dönük gündelik, düşük yoğunluklu ve “sıradan” linç ve saldırıların da tarihidir. “Vatandaş Türkçe konuş” kampanyaları ya da “Türklüğü tahkir” davaları gayrimüslim toplulukları sürekli olarak taciz eden bir sistematik mobbing rejiminin varlığına işaret ediyor. Günümüzde benzer bir durumla göçmenler de karşı karşıya. Yani ırkçı saldırganlığı tartışmak için illa bir Altındağ ya da Kayseri vakasının yaşanmasına gerek yok. Geçtiğimiz günlerde Marmaray’da seyahat eden bir göçmen çocuğa yapılan ırkçı saldırıyı düşünün. Gayrimüslimlere dönük benzer “gündelik” saldırılar mesela 1930’lu yıllarda da ya da 1955 Eylül’üne giden aylarda da hayli yaygındır.
6-7 Eylül pogromu, bu yaygın ve gündelik saldırıların kışkırtıp yeniden ürettiği hıncın zımni bir cezasızlık vaadiyle iktidarca örgütlenerek bir gecede yoğunlaştırılması olarak ele alınabilir. Göçmen karşıtı ırkçı saldırganlık ve linç vakalarında henüz o noktada değiliz. Göçmenleri hedef alan ırkçılığın şimdilik kısık ateşte tutulması, iktidar açısından çok daha avantajlı bir durum yaratıyor. Göçmenlere yönelen ırkçılığın belirli bir düzeyde kalması, göçmen emekçilerin disipline edilmesini sağlayan bir basınç sağlıyor, daha da önemlisi iktidarın müsebbibi olduğu iktisadi ve sosyal felaketlerin faturası göçmenlere kesilerek alttakilerin toplumsal öfkesinin daha da altta yer alan bir kesime yöneltilip depolitize edilmesi mümkün oluyor. Bu durum elbette değişebilir; ileride boyutları ve ölçeği itibariyle daha vahim saldırılarla karşılaşmamız pekâlâ mümkün. Türkiye’de yeni 6-7 Eylül’leri mümkün kılacak ırkçı hınç, ziyadesiyle mevcuttur.
Medyanın rolü
6-7 Eylül’de medya, saldırıları kışkırtıcı bir rol oynadı. Bugün mültecilere yönelik olumsuz algıların yayılmasında medyanın etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Haklısınız. Her iki durumda da medyanın bir “moral panik” imal etmede kritik bir rol oynadığı söylenebilir. 6-7 Eylül’e giden süreçte gayrimüslim toplulukları, özellikle de Rumları bir “iç düşman”, ulusal bekayı tehdit eden bir unsur olarak işaretleyen gelenekselleşmiş temaların popüler medya organlarında kitlesel ölçekte yeniden üretilmesine dönük azim aşikârdı. Benzer bir durum bugün için de geçerli. Göçmenlerin ulusal bekayı tehlikeye atan, mevcut demografik yapıyı yıkıma uğratan bir “sessiz işgalin” faili olarak damgalandığına şahit oluyoruz.
Bu hususta aklıma gelen iki önemli farkı da anmak gerek muhtemelen: Birincisi sosyal medyanın günümüzde ırkçı argümanların çoğaltılıp yaygınlaştırılmasında oynadığı rol. Dahası sosyal medya mecraları kolektif linçlerin “sahada” örgütlenmesinde de dikkat çekici bir işlev görüyor. İkinci meseleyse ırkçılığa ilişkin beynelmilel temaların (mesela “sessiz işgal” ya da “büyük yerinden etme”) iktibas edilmesindeki şaşırtıcı sürat. Günümüzde tedavüle sokulan göçmen karşıtı ırkçı argümanların önemli bir bölümü, Batı ülkelerinde de yaygın olarak kullanılan temalar.
Sömürgeci yönetim pratikleri
Türkiye toplumunun tarihindeki benzer saldırı ve katliamlarla yüzleşmemesi, mültecilere yönelik güncel saldırılara zemin hazırlıyor olabilir mi?
Geçmişteki suçlarla yüzleşme ya da hesaplaşma, bugünde ya da gelecekte işlenen ya da işlenecek benzer suçlar karşısında otomatik ya da “garantili” bir bariyer işlevi görmüyor.
Günümüzün Almanyası bu konuda iyi bir örnek. Şoah’la, yani Holokostla eksik gedik de olsa belli bir yüzleşme ya da hesaplaşma süreci yaşamış olmak Almanya’nın günümüzde İsrail’in yürüttüğü soykırımcı savaşa aktif destek vermesini hiç de engellemiyor. Geçmişte yaşanmış suçlarla yüzleşmek, bunları tartışıp sorgulamak önemsizdir demiyorum elbette. Demek istediğim söz konusu tarihsel suçları üretmiş maddi sömürü ve tahakküm yapıları ortadan kaldırılmadığı sürece benzer suçlarla farklı koşullarda yeniden karşılaşmak mümkün oluyor. Söz konusu ırkçı şiddet olduğunda, ırkçılığın asla sadece kışkırtılan şoven stereotipler ya da kaşınan ulusal önyargılarla ilgili bir mesele olmadığını hatırlamak gerekiyor.
Mesela Türkiye’deki Kürt karşıtı ırkçılık önyargılardan ya da cehaletten, genel geçer milliyetçilikten vs. kaynaklanmıyor. Doğrudan doğruya mevcut ulusal devlet yapılanışının ve sömürgeci yönetim pratiklerinin müsebbibi olduğu bir durum bu. Yani ırkçılık belli maddi sömürü ve tahakküm yapılarının ürünü ve o yapılar ortadan kaldırılmadığı ya da o yapıları sorgulayan güçlü siyasal ve toplumsal hareketler olmadığı sürece ırkçılığın farklı tezahürleriyle karşılaşmak kaçınılmaz.
6-7 Eylül’de devletin saldırılara müdahalesi tartışmalıydı. Toplumun büyük bir kısmı da saldırılara sessiz kaldı. Günümüzde mültecilere yönelik saldırılara toplumun tepkisini nasıl yorumluyorsunuz?
6-7 Eylül’de devletin saldırılara müdahalesinin tartışmalı olduğunu düşünmüyorum açıkçası. 6-7 Eylül “pogromu”, adı üstünde, devletin çeşitli yönleriyle örgütlenmesine doğrudan katıldığı ya da hiç değilse dolaylı olarak destek verdiği yaygın bir kolektif linç girişimiydi. Biraz önce dediğim gibi pogroma çok ciddi bir toplumsal katılım söz konusu oldu. Toplumun önemli bir bölümünün bu saldırılara doğrudan iştirak etmese de pasif bir biçimde desteklediği ya da tarafsız kalmayı seçtiği tahmin edilebilir.
Böylesine büyük saldırıları meşrulaştıran ırkçı argümanlar hegemonik hale geldiğinde, o argümanlara esastan karşı çıkacak bir başka siyasal-sosyal odak namevcut olduğunda bu durum kaçınılmaz. Günümüzde de durum pek farklı değil ve göçmen karşıtı ırkçı saldırıların bu nedenle sayı ve etkisini artıracağını varsaymak güç değil.
Bölüşüm şoku
Türkiye toplumunda günbegün artan şiddet eğiliminden son dönemlerde özellikle sokakta yaşayan hayvanlar nasibini alıyor. Sizce bu durum, diğer dezavantajlı gruplara yönelik saldırılara zemin hazırlıyor mu?
Cumhuriyet tarihinin belki de en sert bölüşüm şokunu yürütmekle sorumlu olan iktidar, ahlaki panikleri ve sadist popülizmi bir kriz yönetimi biçimi olarak benimsemiş durumda. Sokakta yaşayan hayvanların tecridi ve katlini öngören yasa değişikliği bu eğilimin açık ifadesi. İktidar bir yandan krizin müsebbibi olduğu ve olacağı öfkenin yukarıdakilere yönelmemesi için onu aşağıya yöneltmenin kanallarını aktif bir biçimde yaratıyor, çeşitli toplumsal kesimleri düşmanlaştırarak hedef haline getiriyor. Diğer yandan da aşağıdakileri bu kesimlere yönelecek şiddette pay sahibi kılarak sahte bir muktedirleşme vaadi öne sürüyor. Bu lubunyalar ya da göçmenler için ne kadar geçerliyse sokakta yaşayan hayvanlar için de geçerli.
Toplumsal tabanı daralan, aşağısını ve yukarısını aynı anda yönetme kabiliyetinde, yani hâkim sınıfın bazen ihtilaf halindeki fraksiyon ve kesimlerinin çıkarlarını bütünleştirirken alt sınıfların kimi taleplerine karşılık verebilme kapasitesinde ciddi bir erozyonla karşı karşıya kalan rejim, ahlaki panikleri bir kriz yönetme tekniği olarak giderek daha fazla benimsiyor. Saray rejimini, yani mevcut olağanüstü rejimi sürdürülebilir kılmanın yolu olarak ahlaki panikler yaratmak, şiddet ve baskıya başvurmayı gündelik hayata yayarak rutinleştiriyor, otoriter pratikleri ve devlet şiddetini yönetme tekniği olarak genelleştiriyor, hayatın her alanına yayıyor.
Ahlâki panik
Ancak ahlâki panikler şiddet ve baskının sadece yukarıdaki örgütlenişini belirlemiyor, aynı zamanda aşağıda da şiddetin paylaşılıp yaygınlaşmasının zeminini yaratıyor. Ahlâki paniğe neoliberalizmin dekadansının kışkırttığı toplumsal sadizm, bir başka deyişle sadist popülizm eşlik ediyor. Söz konusu olan, alt sınıfların gündelik sıkıntılarını bir nebze olsun telafi edebilecek, yoksulluğu yönetilir kılacak maddi vaatlere dayanan bir popülizm değil, hedef seçilen bir grubun (göçmenler, LGBTİ+’lar, Kürtler ya da köpekler) ezilmesine, sindirilmesine doğrudan ya da dolaylı olarak iştirak etmenin yarattığı tatmini ve suçlu zevki (guilty pleasure) hedefleyen bir negatif popülizm. Gerçekten de sokakta yaşayan köpeklerin “kapatılması” ve katli sonucunu doğuracak bir yasal düzenlemenin gündeme getirilmesi, toplumsal yükselme ve refah vaadinin tam anlamıyla bir hayal halini aldığı geç neoliberal devre özgü bir “sadist popülizm” örneği sayılabilir.
Muktedirler açısından alt sınıfların maddi yaşam koşullarında anlamlı bir gelişme gündeme getirilemiyorsa, yapılabilecek şey giderek kötüleşen bu maddi koşulların ister istemez kışkırttığı ve egemen sınıflara yöneltilebilecek tatminsizlik ve öfkeyi başka bir kanala yönlendirmektir. Buna göre, “aşağıdakiler” için tehdit olarak yaftalanan bir grubun acı çekmesini izlemek, hatta o acı çektirme eyleminde pay sahibi olmak maddi varoluşun neden olduğu acıyı tersinden telafi etmeye başlar. Böylece, acının yönetilmesi ve dağıtılması, başat yönetme tekniği halini alır. Milliyetçi-şoven saldırganlık, kadın düşmanlığı, lubunyalara dönük açık nefret, türlü komplo teorileri eşliğinde pazarlanan emperyal nostalji, militarist bir büyük güç olma iştahı vs. hepsi bu sadist popülist hattın giderek belirgin hale gelmesiyle alakalı.
Benzer katliamların önlenmesi için hangi toplumsal ve politik adımlar atılmalı?
Aklıma gelen en önemli toplumsal ve politik adım, ırkçılığın farklı tezahürlerini karşısına alan, ırkçılığın müsebbibi olan kurumları, idari ve hukuki pratikleri hedef tahtasına oturtan, Türkiye’deki antifaşist geleneği bu yönde güncelleyen, güçlü ve yaygın bir ırkçılık karşıtı hareketin gelişmesi. Başka bir yol, kolay bir çözüm, her derde deva bir reçete yok… (TY)