Ben bu iki deyişten yola çıkarak, burada, Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesinde bir-iki akademisyen arkadaşımla birlikte, bu yıl 4. sınıf öğrencileri için "Tarih-Coğrafya-Medya" başlıklı bir ders tasarladım. Aslında tam da bugün bu saatte bu dersi verecektim. Ama aklına, ağzına, kıdemine sağlık, Dr.Hıfzı Topuz, nefis açış konuşmasında bu dersi çok esaslı bir şekilde verdi. White'ın global alana ilişkin konuşması da, Hıfzı Hoca'nın bildirisinin başarılı ve yaratıcı İngilizce versiyonu gibiydi.
Kuşkusuz bazı pürüzler de yok değil: Mesela 50 yıl önce, 1. Türkiye Gazeteciler Konferansı Eminönü Halkevi binasında toplanmış. Bugün Ortaköy'de Galatasaray Üniversitesinde toplandık. Salonun adını hiç anmıyorum...
50 yıl önceki direnişi, onurlu tutumu ve kaçanları, pes edenleri, teslim olanları anlattı Hıfzı Hoca, eh bugün de isimler değişti ama aynı durum berdevam.
Tarih ve tarihsizlik
Tarih önemli, hem de çok önemli bir dosttur, insandır, varlıktır. Geçmişi olmayanın geleceği de olamaz. Hatta yoktur. Bakın şimdilerde, bu global düzende, yeni sağ rejimlerde, işte neo-liberal ekonomik, politik ve toplumsal dünyada her şey çok hızlı, çok üstünkörü, çok uçucu, çok geçici... Geçmiş yok, gelecek yok, sadece çok hızlı yaşanan bir an var, bu an var. Özellikle televizyonculuk, adeta bir silgi gibi, sürekli olarak belleğimizi silmeye çalışıyor. Belleksiz, geçmişsiz, düşüncesiz bir toplum yaratma peşinde bu global medya.
Burada toprağı bol olsun, Ece Ayhan'ı bir kez daha anmak isterim. Ayhan, "Silgiler, silerken de silinir" derdi. Gerçekten de, aslında farkında değiller ama, televizyon bizim belleğimizi silmeye çalışırken, kendisini de siliyor. Güç, irtifa ve prestij kaybediyor.
Geçmişimizde altı yüzyıllık bir imparatorluk var. Ama bugün bakın mesela bizim futbol takımımız, burada Galatasaray'dan başka bir takımdan söz edecek değilim, henüz bu sene 100. yılını kutluyor. Çıkın Beyoğlu'na, oradaki en eski kurum, Ali Muhiddin Hacı Bekir'dir. O da taş çatlasa 200 yıllık bir şirket.
Bizim en eski gazetemiz, henüz 100 yaşına bile basmadı. Yeniyiz, genciz belki ama toyuz da aynı zamanda. Çeşitli nedenlerle 100 öncesini bile bilmiyoruz ne yazık ki...
Hıfzı Hoca bizi 50 yıl öncesine götürdü. Türkiye basın tarihinin sadece canlı bir tanığı değil kendisi aynı zamanda bu tarihin resmi olmayan bir yazıcısı. Şimdi her ülkede bazı abidevi şahsiyetler vardır. Onlar mesleğin onur heykeli gibidir. Hem kuşaklar arası iletimi ve iletişimi sağlar, yani miras devreder hem de bakışları, perspektifleriyle geçmişten geleceğe ışık tutar.
Mesela ABD'de Vietnam Savaşı döneminin efsane "anchorman"i Walter Cronkite ya da yine aynı dönemden New York Times'dan ve Atlanta Journal'den Bill Kovach... Fransa'da popüler gazetecilikte Pierre Lazareff ve tabi ki Hubert Béuve-Mery. İngiltere'de Harold Evans, belki de BBC'deki Dimbleby kardeşler.
Bu insanların yaptıkları, tecrübeleri, verdikleri dersler, seminer konuşmaları, konferanslar başlı başlına birer hazinedir. Süzülmüş, damıtılmış gazetecilik rehberleridir. İşte bizde de Hıfzı Topuz bu tür bir şahsiyettir. Üstelik İstanbul'daki gazetecilik ve yöneticilik dönemi olsun, UNESCO'daki Üçüncü Dünyacı yılları olsun ve bugün bıkmadan usanmadan gazeteciliğin temel ilkelerini hala her yerde her zaman savunması onu bu statüye yükseltiyor.
Filikadan Ali Kemal sevgisi
Yakın geçmişte, Hıfzı Hoca'nın "Türk Basın Tarihi" başlıklı çalışmasının güncelleştirilmiş, genişletilmiş yeni versiyonu çıktı. Bu çalışmaya ilk tepki bir medya grubunun "Amiral Filikası" mı ne diyorlar, o gazeteden geldi: "Efendim, çok fazla yorumlu bir basın tarihiymiş." Çünkü onların yaptığı yorum değil! Çünkü yorumsuz tarih yazmak mümkün! Aslında o gazete, kitaptaki özel olarak bir yoruma kızmış. Hıfzı Hoca, ABD'nin Irak işgalini destekleyen gazetecilere, tarihsel bir gönderme yaparak, Ali Kemal'in torunları sıfatını uygun görmüştü kitabın yeni baskısında. Ona kızmışlar tabi...
Bu arada bir parantez, 1 Mart tezkeresi öncesi ve 20 Mart işgali öncesinde barışa muhalefet edenler, silah reklamı yapanlar, Türk ordusunu Irak'a göndermek için parende atanlar bugün tamamen suspus. Tüm tezleri berhava oldu. Arşivler, gazete koleksiyonları duruyor. Bir tek Cüneyt Ülsever, özeleştiri yapma cesaretini gösterdi.
Nereden nereye
Benim canımı çok sıkan bir olgu daha var: 50 yıl öncesinin gazetecilerinden isimler verildi. Şimdi iki alanı alayım, düz bir kıyaslama yapalım. Gazete sahipleri. Mesela bir yanda Ahmet Emin Yalman... Siyasi-ideolojik yönlerinden söz etmiyorum. Bir şahsiyet olarak Yalman. Bir de bugünkü herhangi bir gazete sahibini ele alalım.
Şimdi bu iki kişi de, 50 yıl ara ile, aynı toplumda, aynı işi yaptı, aynı konumda bulundu. Ama mesela zaman tüneline girebilsek, Ahmet Emin Yalman'ın yanına bugünkü herhangi bir gazete patronunun koysak, vallahi ikisinin aynı işi yaptığına, aynı konumda olduğuna inanmak çok zor. Büyük bir ihtimalle Yalman zaten 21. yüzyılın gazete patronu ile konuşmaya, tanışmaya bile tenezzül etmez.
Yazar kategorisinden bir örnek: Pozitif ayrımcılık yapıp iki kadın gazeteciden söz edeyim: Sabiha Sertel ve günümüzden bir ekolü temsil etmesi açısından Ayşe Arman. Bu iki hanım tesadüfen bir araya gelseler, acaba konuşabilecekleri ortak bir konu bulabilirler mi diye endişe ediyorum.
Eski değerlere dönelim!
50 yılda olağanüstü bir çürüme ve yozlaşma süreci yaşadık.
İşte bu nedenle mesela bugün ABD'de yaşı 60-65'i geçmiş genç gazetecilerin temel sloganı, "Back to the old values". Eski değerlere geri dönelim. Nostalji değil bu. Eski değerlerin yaşatılma, canlandırılma talebi. Hiç bir zaman geri dönülmez zaten. O geçmiş yaşandı bitti. Aynı suda iki kez yıkanamayacağımızı hepimiz biliyoruz. Ama eskiden kamu çıkarı, muhalefet, yoksul ve mülksüzlerin sesi olmak gibi önemli hatta hayati gazetecilik değerleri vardı. Gerçeği yurttaş gözüyle arama çabası vardı.
Ne yazık ki, özellikle 80'lerden sonra meydana gelen ekonomik, politik değişim ve dönüşüm süreçleri, ahlakı da erozyona uğratıp, teknolojinin de desteğiyle, bizim sevgili ve kıymetli mesleğimizi, hırsız gibi, korsan gibi çaldı. Gazetecilik, siyasi-ideolojik-iktisadi ve askeri iktidarın sözcüsü, hoparlörü haline geldi. Kamu çıkarı iğfal edildi, özel çıkar yüceltildi, toplum, kolektif olan kargılandı bireycilik kutsandı. Muhalefet yasaklandı, iktidar övgüsü norm haline geldi.
Ama bakın burada hem meslek kaybetti, hem de toplum ve yurttaş. Eskiden bir şeyin doğru olduğunu vurgulamak için "A öyle deme gazete yazmış" derdik. Şimdiyse bu sözün hiç bir anlamı kalmadığı gibi, bu cümleyi sarf etseniz "Gazete neyi doğru yazmış ki!" derler. Türkiye nüfusu artmasına rağmen gazete satışları sürekli olarak azalıyor. Yazılı medya inanırlık, güvenirlik ve prestij krizinde.
Ben yine de çok umutsuz değilim. Çünkü neyse ki bizim Orhan Koloğlularımız var, bizim Hıfzı Topuzlarımız var. Onları da Ali Kemalleriyle başbaşa bırakıyorum.
Teşekkürler. (RD/BB)
* Bu metin, 10 Ocak 2005 günü Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) ile İletişim Araştırmaları Derneği İLAD'ın Galatasaray Üniversitesinde düzenlediği 2. Türkiye Gazeteciler Konferansı'nda yapılan konuşmanın genişletilmiş ve yazıya dökülmüş versiyonudur.