“Orada" ve "Gözümün Nuru” adlı filmleriyle tanıdığımız yönetmenler Melik Saraçoğlu ve Hakkı Kurtuluş bu kez alıştığımız kalıpların dışında, biraz absürt, bir o kadar da gerçekçi bir belgesel ile karşımızda: Dermansız.
Bu yıl Ayvalık Uluslararası Film Festivali’nde gösterilen Dermansız, Abdullah Kozan’ın 23 yaşındayken askerliği sırasında baş ağrısı şikayetiyle gittiği hastanede tam 47 yıl boyunca, hiç dışarı çıkmadan kalışını konu alıyor.
2015’te Abdullah’ın gazetede çıkan ölüm haberine rastlayan yönetmenler, onun izini sürünce Türkiye’nin sağlık alanındaki ve toplumsal alandaki hâl-i pürmelâline ışık tutan bir hikâye ile karşılaşıyorlar. Abdullah’a 47 yıl boyunca mesken olan Memleket Hastanesi de tıpkı memleket gibi. Toplumsal yozlaşma, sevgisizlik, liyakatsizlik, hakikate ulaşamama, hiçlik…
Öyle ki yönetmenler Abdullah’ın hikâyesinden yola çıkarak bu gezegenden umutlarını kesip yeryüzünün yalnızlığını başka gezegendeki canlılara anlatıyor. Altan Erkekli’nin sesinden dinlediğimiz belgesel evrene sesleniyor: “Sizde bir çare var mı?”
Erkekli’nin seslendirdiği hikâyeyi Murat Kemaloğlu’nun 1979 tarihli psikedelik rock şarkısı “Kaplumbağaların Uykusuna Dek” tamamlıyor.
Belgeselin yönetmenlerinden Melik Saraçoğlu ile Dermansız üzerine söyleştik.
Abdullah Kozan, namıdiğer Dermansız tam 47 yıl Bursa’da bir devlet hastanesinde dışarıya çıkmadan yaşadı. Abdullah’ın hikâyesini hangi noktada ve nasıl anlatmaya karar verdiniz? Senaryoyu yazma ve beyaz perdeye aktarma süreci nasıl gelişti?
Hakkı Kurtuluş ile uzun yıllardır filmlerimizi beraber hazırlıyoruz. Dermansız’dan önce benim geçirdiğim göz rahatsızlığından yola çıkarak otobiyografik bir hikaye olan Gözümün Nuru filmimizi çektik. Örneğin o film gözlerim kapalı, yüzükoyun kırk gün boyunca hastanede yattığım süreci konu alıyor.
Aynı zamanda tamamı hastanede geçen ve bir hastaneden hiç çıkmadan orada yaşayan bir karakter üzerine kurulu Hastane Defteri adlı bir kitabım da var. Ne zamandır hastanede yattığı ve daha ne kadar kalacağı belirsiz bir hastanın tuttuğu notlardan oluşuyor.
Tüm bu hastane üzerine yapımlarla çalışırken bir gün bir haberle karşılaştık: “Abdullah Kozan isimli bir vatandaş 47 yıl boyunca bir hastanede hiç çıkmadan yaşamış ve orada vefat etmiş.” Konu tabii ki çok ilgimizi çekti.
"Herkes bir şey saklıyor gibiydi"
Bizim kafa yorduğumuz bir konu gerçekten yaşanmış, böyle bir karakter gerçekten varmış. Biz de bu olayı incelemeye karar verdik. Ne çıkabilir, ne olur, ne biter diye düşünmeye başladık. Dolayısıyla bunun üzerine bir belgesel film yapmaya karar verdik. Başta kısa film ya da kısa belgesel olarak düşündük fakat yavaş yavaş olayı deştikçe, gidip o hastanede röportajlar yaptıkça, araştırdıkça konu büyüdü.
Hikâyenin başka bir yerlere evrilebileceğini de hissettik. Senaryo yazma sürecinde de öyküyü daha ileri götürebileceğimizi gördük.
Başta çektiğimiz görüntüler ve yaptığımız röportajlar çok içimize sinmedi çünkü 47 yıl boyunca hastanede yaşayan Abdullah Kozan ile ilgili hastanedekilerin söyledikleri biraz gerçekçi gelmedi. Herkes çok olumlu konuştu ama bu mümkün değildi. Sanki bir şeyler saklıyor gibiydiler. Gerçek düşüncelerini ve hislerini anlatmadıklarını hissettik. Meselenin söylenenden, dillendirilenden daha farklı olabileceğini de düşünerek konuyu irdelemeye karar verdik. Böylece film bambaşka bir yöne evrildi.
Belgesel, kozmogonik bir makro anlatı ile açılıyor ve evren Abdullah’ın yaşadığı hastanedeki kazan dairesinin patlaması ile oluşuyor. Bundan sonraki tüm evrim süreci, doğa ve insanlık tarihi mizahi bir anlatımla “Abdullah merkezli” gerçekleşiyor. Hepimiz Abdullah’ın bir parçasıyız ama ona bir o kadar da uzağız. Abdullah’ın hikâyesini izleyiciye aktarırken onu evrenin merkezine alma tercihinizi anlatabilir misiniz?
Aslında ilk başta böyle Abdullah merkezli bir evren hikâyesi düşünmüyorduk. Yola çıktığımızda elimizde sadece böyle bir enteresan bir vaka vardı. Bir insan nasıl olur da 47 yıl boyunca hiç dışarı çıkmadan bir hastanede yaşayabilirdi? Buna nasıl dayanabilirdi? Ya da nasıl cesaret edebilirdi?
"Tüm evreni Abdullah'ın kaburga kemiğinden doğurduk"
Abdullah karakteri, sevgisiz yaşamış bir adam. Ailesinden, yakınlarından hatta yıllarını geçirdiği hastanedekilerden bile yeterince sevgi görememiş. Tabii ki bazı doktorlar, hasta bakıcıları, hemşireler ona bakmış, şefkat göstermiş ama bu iyiliğin ne kadarı gerçek bilinmiyor. Mecburiyet mi yoksa iyilik mi? Bilemiyoruz. Tabii kimseyi de suçlamıyoruz ama Abdullah açısından baktığımızda o sevgisizliği görüyoruz.
Böyle önemsenmemiş, sevilmemiş bir insanı en azından biz filmimizde merkeze koyalım istedik. Abdullah’ın varlığının bütün evrenin çıkış noktası olması, bir nevi bir peygamber ya da tanrı seviyesinde değerlendirilmesi içimize sindi. Tüm evreni Abdullah’ın kaburga kemiğinden doğurduk. Tabii sizin de dediğiniz gibi filmin mizahi bir tonu var.
Bu anlatım dili konuya ve durumun absürtlüğüne çok yakışmış. Gerçekten 47 yıl boyunca hastanede hiçbir doktor “Neden Abdullah Kozan’ı taburcu etmiyoruz” ya da “Ben artık bu hastayı taburcu ediyorum” dememiş mi?
Demiş ama edilmemiş. Bu sorunun tam yanıtını biz de bulamadık. İlk başhekiminin onu tedaviye alıp hastaneye yatırmasıyla miras gibi ilerlemiş süreç. Her üç ayda bir, bir doktor gelip bakmış, dosyayı kapatmış, sonra yeni bir doktor gelip tekrar tedaviye başlamış.
Bir yandan güzel de bir şey yapılmış. Başka bir ülkede olmayacak bir şey. Tırnak içinde “garip” bir adam var. Bir insan var. “Biz ona bakalım, yardım edelim, ilgilenelim” denilmiş.
"Hastane odası evi oldu"
Hem iyi hem de garip bir şey. Neden taburcu edilmemiş? İlk tedavi eden başhekim “Biz bu adama bakacağız” demiş ve ölene kadar bakmışlar. Bunu söyleyen hekim hastanenin önemli bir başhekimi. Bir şekilde onun vasiyeti olmuş yani.
Her gelen yeni başhekim ya da doktor kuralları biraz esneterek Abdullah’ı taburcu edip tekrar hasta girişi yapmış. Tabii mesele de olmuş. Sonuçta başta yirmili yaşlarında bir adam sadece baş ağrısı şikayeti ile geliyor. Zihinsel engeli yok. KOAH hastası. Hepatit C’yi sonradan hastanede kapıyor. Sağlıklı değil ama hastanede yatacak kadar hasta da değil. Ciğerlerinde sıkıntı çıkıyor, ailesi onu istemiyor (ailesi olduğu da çok sonra öğreniliyor). İşte böylece gönderilmiyor Abdullah.
Görüntülerde biraz konuşmada bozukluk ve zihinsel engel var gibi görünüyor.
Hastane çalışanlarının söylediği ilk başta zihinsel bir sıkıntısının olmadığı. Biz de 47 yıl boyunca hastanede aynı odada kalsak bizim de iletişimsel ve düşünsel problemlerimiz olabilirdi. Ama kimisi zihinsel problem vardı, kimisi yoktu diyor. Köyde de biraz -tırnak içinde söylüyorum, kendi düşüncem değil- “yarım akıllı” olarak görülen biriymiş. Dolayısıyla köyde de istenmemiş, askeriye “Biz seni yolluyoruz” diyerek çürüğe çıkarmış. Çürük olmak o dönemde, hatta günümüzde bile hâlâ taşrada çok kötü bir şey.
Dolayısıyla bir aidiyet, bir yere ait olmak, birinin parçası olmak, bir evinin olması isteği var Abdullah'ta. O da hastane odasını kendine ev bellemiş.
Filmi yaparken Türkiye'de buna benzer başka bir hikaye olup olmadığını araştırdınız mı?
Evet, araştırdık ve gerçekten de var, hem de aynı hastanede! Yani Bursa Memleket Hastanesi'nde. Şükrü Cereyancı adında, oranın ayak işlerini yapan, elektrik, su tesisatlarını tamir eden bir vatandaş varmış. O da 20 yıl boyunca hastaneden ayrılmamış. Hastanenin bodrum katında yatmış. En sonunda artık emekli etmişler “Sen git artık” diye. Hemen hastanenin karşısında, hastaneyi gören bir ev bulmuş kendine ve orada yaşamış.
Belgeselde az önce bahsettiğimiz gibi bir türlü hakikate ulaşamama durumu var. Nasıl bu kadar kalabilmiş? Dermansız kim? Kimisi için Apo, az tanıyanlar için Abdullah Kozan ya da Ramazan Kozan mı? Hastanede çalışanlar ise onunla ilgili farklı bir hikâye anlatıyor. “Hastane yapılırken babası arsa vermiş, Abdullah’ın orada kalması şartıyla” ya da “Aslında Abdullah çok zenginmiş” gibi söylentiler var. Hem hiç kimse onun kim olduğunu bilmiyor hem de zorunlu olmamasına rağmen ona bakıyorlar. Üstelik bu bilinmezlik 47 yıl boyunca sürüyor. Abdullah’ın hayatındaki bu çelişkileri memleketin çelişkileri olarak yorumlayabilir miyiz?
Elbette yorumlayabiliriz. Memleket Hastanesi de hikâyeye cuk oturan bir isim. Sanki kurmaca biz isimlendirmişiz gibi. Oysa hastanenin adı gerçekten de bu. Biz ne yapalım?
Abdullah çok kısıtlı şeyler yaşamış, hastane odasında televizyon izleyerek ömrü geçmiş. Bakış açısı, bilgisi çok kısıtlı ama herkesin onunla ilgili faklı bir fikri var: “Aslında babası çok zenginmiş. Hastanenin bulunduğu arsa onlarınmış. Babası da “Benim oğlumun sağlık sorunları var. Ben size bu arsayı veriyorum. Siz buraya hastaneyi yapın ama oğluma bakacaksınız.” demiş falan. Mümkün değil tabii ama hastanedeki çoğu kişi inanıyor buna. Bakıcıların neredeyse hepsi bu söylentiye inanıyor. Belki de bu yüzden “gönüllü” olarak ona baktılar ya da kendilerine bir bahane yaratmak istediler.
Neyin doğru olduğu, neyin yanlış olduğu belli değil. Hastane kayıtları yok, imha edilmiş. Yatış tarihinde ne oldu, ne bitti bilinmiyor. Hepsi kulaktan dolma bilgiler. Türkiye'de de zaten böyle değil mi? Hiçbir şeyin belgesi, mantıklı açıklaması yok. Kayıt yok.
Gerçek ve hakikat meselesinden bakacak olursak da; bugün “post-truth” dediğimiz hakikat sonrası bir dönemde yaşıyoruz. Artık hakikatin ne olduğunun da muğlaklaştığı bir döneme girdik.
İnsanların bir şeyleri çok kolay manipüle edilebildiği, gerçeğin silikleştiği bir çağ. Kim neye inanırsa doğru odur gibi bir yere gidiyoruz. Dolayısıyla dünyada da hakikatin ortadan kalktığı, silikleştiği, gerçeklikle yalanın sınırlarının yok olduğu bir dönemdeyiz.
"Derdimizi bari uzaylılara anlatalım"
Siz de belgeselde aslında tam böyle umutsuz bir yol çizmişsiniz. Abdullah’ın yaşadığı sevgisizliğe ve yalnızlığa üzülürken aslında evrendeki kendi yerimizi de sorguluyoruz. Siz de zaten bu hikayeyi artık bize değil evrendeki başka canlılara anlatıyorsunuz “Sizde bir çare var mıdır?” diyerek. Bu anlatımı tercih etme nedeninizden biraz bahsedebilir misiniz?
Başka gezegenlere seslenme fikri en başından beri vardı. Bu Hakkı’nın fikriydi hatta. Filmde devamlı Altan Erkekli’nin seslendirdiği bir dış ses var. Anlatıcı, hep birilerine hikâyeyi ve evrenin Abdullah merkezli yaratılışını anlatıyor ama bir noktada anlıyoruz ki aslında dünyalılara değil başka gezegenlerde yaşamasını beklediğimiz, tahmin ettiğimiz, umduğumuz “varlıklara” anlatıyor.
Abdullah’ın hayatında, dünyada, Türkiye’de ve bizde genel bir umutsuzluk hakim. Bu da filme yansıyor tabii. Biz de “Madem derdimizi artık burada kimseye anlatamıyoruz, bari ‘uzaylılara’ anlatalım” dedik. Belki günün birinde gelir birilerinin sesimizi duyar.
Umarım. Peki filmin bundan sonraki festival yolculuğu nasıl ilerleyecek, Dermansız’ı bir dijital platformda görecek miyiz?
Festival yolculuğuyla ilgili şu an net bir şey yok. Film geçtiğimiz yıl Adana Film Festivali'nde açılışını yaptı. Orada Kadir Beycioğlu Jüri Özel Ödülü’nü kazandı. İstanbul Film Festivali'nde belgesel bölümünde yarıştı. Şimdi de burada, Ayvalık Film Festivali'ndeyiz. Bir platformda yer alacağız. Onu da yakın zamanda duyuracağız.
Okuma Önerisi: Hastane DefteriBu defter derdimi def eder di mi? Taburcu olacağı günü adeta "budanarak" bekleyen, ne zamandır hastanede yattığı ve daha ne kadar kalacağı belirsiz bir hastanın tuttuğu, alabildiğine kara ve olabildiğince mizahi notlar! Hastaneyi hastane yapan tüm bileşenleri defterine kaydetmiş, direnme gücünü buradan almış; o sırada Hipokrat'tan hastabakıcılara, refakatçilerden hasta yatağına, komadan hastane yemeğine, anesteziden endoskopi, stetoskop ve snalubma'ya dek, bu koca yapıya tükenmez kalemiyle yalınkılıç saldırmış bir hasta. Önce hangisi tükenecek? Hastanedeki günler mi, tükenmez kalem mi? Hastane Defteri, Melik Saraçoğlu'nun ilk romanı. Ülker AblaHem benzersiz hem de fazlasıyla tanıdık biri Ülker. Kocasından şiddet görmüş, gidecek yeri olmadığından bu eziyeti yıllarca sineye çekmiş bir kadın. Derken, bir gece evini terk eder. Yeni bir yaşam alanı ararken can havliyle bir hastaneye sığınır ve orada kalabilmek için kimsesiz insanlara refakatçilik etmeyi iş edinir. “Ağlayanın bir, gülenin bin derdi var,” diyen Ülker, keskin mizah duygusunu savunma sanatı olarak kullanıp hayatta kalmanın yollarını arar. 2012 yılında Hanımların Dikkatine ile Yunus Nadi Öykü Ödülünü, 2018 yılında Kul ile Orhan Kemal Roman Ödülünü kazanan Seray Şahiner, Ülker Abla ile Türkçe edebiyata yeni bir ses, çok güçlü bir kahraman armağan ediyor. |
(YK)