Ülkesi Uruguay’ın ve Latin Amerika’nın belleğini canlandırmaya uğraşırken “matadorun değil boğanın tarafındayım” diyen Eduardo Galeano, masumiyetini yitirmeyen ve vicdanının sesini dinleyenlere çağrıda bulunup yaşamdan ve doğadan yana saf tutmak gerektiğini söylerken sistemin yıkıcılığına ve gözleri kör edişine dikkat çekmişti.
Anlattığı hikâyelerin özünde hatırlama ve hatırlatma bulunan Galeano, neoliberal kapitalizmin hedef şaşırtarak topu her seferinde taca atmayı başardığı ekolojik kriz meselesinde de hatırlatıcı olarak karşımıza çıkıyor. “Sürdürülebilirlik” kavramıyla suyu bulandıranlardan evvel, sınırsız üretim ve tüketimin doğayı hızla yok edeceğine dikkat çeken yazar, “yegâne evimiz” dediği gezegenin geleceğine dair uyarılarda bulunduğu metinlerden oluşan Kullan-At’ta, tabiata ve insana ilişkin anlattığı hikâyelerle hem bugüne hem de geleceğe sesleniyor.
Sözden eyleme geçme zorunluluğu
Galeano, 1990’ların ilk yarısından itibaren, bugün yaşadığımız ekolojik krizden ve hatta çevre felaketleri kaynaklı yok oluştan bahsedip “dünyanın sağlığının bozulduğunu” söylemişti. Herkesin sorumlu olduğu ama tam da bu nedenle kimsenin sorumlu tutulmadığı çevre ve iklim krizine dair kalem oynatmıştı.
Sözün gücüne ve önemine güvenen Galeano, konu çevre sorunlarına geldiğinde ısrarla eylem diyor. Muğlak ifadeleri ve göz boyayan girişimleri reddedip “kirletme özgürlüğünün” ortadan kaldırılmasını savunurken sahte çevrecileri, “doğa bizim dışımızda” diyenleri, doğayla mücadeleye girişenleri ve “doğa insan içindir” diye düşünenleri eleştiriyor.
“Hor görme ve korku çağı”nda, tüketme hayali kuranlar ve tüketenler Galeano’nun hedefinde. Yazar, mağlup olması gerekenlerin kazanana, galip gelmesi gerekenlerin kaybedene dönüştüğü dünyaya hâkim neoliberal sistemin, doğaya ve insana yabancılaştığı notunu da düşüyor.
Latin Amerika’da ve dünyanın herhangi bir noktasında işgallere girişip yeryüzünü kirletenlere, insanları yersiz-yurtsuzlaştıranlara, fetihler gerçekleştirip sömürgeciliğe soyunanların ardında bıraktığı sefalete ve yıkıma başkaldırıyor Galeano. Anlatılan ve yazılan tarihin karşısına gerçekleri koyarken uzak ve yakın geçmişteki hikâyelerden hareketle “doğa öğretir” deyip bir hakikati hatırlatıyor: “Doğanın, bir bireymiş gibi haklarının olması kulağa tuhaf geliyor. Buna karşılık Amerika Birleşik Devletleri’nin büyük şirketlerinin insan haklarına sahip olması kulağa sanki dünyanın en normal şeyiymiş gibi geliyor. Ama 1886’dan beri, Yüksek Mahkeme kararıyla o haklara sahipler.”
Nesnelere tapan kalkınma
İnsanın tüketiciliğine rağmen doğanın direncini ve azmini anımsatan Galeano, savaşlardakinden daha çok ölüme neden olan pis boğazlardan ve büyüme heveslilerinden dem vurduktan sonra güç, başarı, iktidar ve tüketimle tanımlanan zamanımıza hükmeden piyasa anlayışının insanı ne hâle getirdiğini özetliyor: “Bize, piyasa kanununa göre, fiyatı olmayan bir şeyin değeri olmadığı öğretildi ve bize biçilen fiyatın çok yüksek olmadığını biliyoruz.”
Aynı piyasa “girişim özgürlüğü”, “dolaşım özgürlüğü” ve “tüketim özgürlüğü” adı altında, hepimize kirletilen hava ve doğa sunuyor. İnsan böyle bir dünyada yaşamaya mecbur bırakıldıktan sonra piyasaya yön verenler, “yeşile boyanmış” giysilerle ve araçlarla gösteri yapıyor, ağaç dikerek vicdani görevini yerine getirdiği ve “çevreci politikalar geliştirdiği” izlenimi yaratıyor. Gelip geçiciliklerin, insanların ve nesnelerin tüketimini öğütleyen sistem ise bâki kalıyor.
Galeano’ya göre gezegen dâhil her şey kullan-at şiarıyla hızla hurdaya çıkarılıyor. Kısacası doğa, “evrensel süpermarketin” çöplüğüne dönüştürülürken “yaşamı hor gören ve nesnelere tapan kalkınma” el üstünde tutuluyor: Bu çarkı ise “müsrifliğin ayrıcalığı”, adaletsizlik ve “var olmayı sahip olmakla” bir sayma anlayışı döndürüyor.
Çevreyi katledenlerin yılda birkaç kez ona aşk şiirleri okumasından dert yanan Galeano, Kullan-At’taki metinlerinde doğanın ve gezegenin, onlar için eyleme geçenlerin yanında olduğunu duyururken ekolojik krizin gerçek sorumlularını ifşa edip yıkımın gerçek mağdurlarına omuz veriyor. (AB/TY)
Kullan-At, Eduardo Galeano, Çeviren: Süleyman Doğru, Sel Yayıncılık, 156 s.