Bu kararı her zamankinden daha önemli kılan özellik ise, onun artık zamanla bağlı ve geciktirilemez niteliğidir. Bugüne kadar jeostratejik avantajlarının sağladığı olanakla durumu idare edebilen Türkiye, artık duvara dayanmış, sorunu ileriye atabilme olanağını yitirmiş bulunmaktadır.
Anımsanacağı gibi 12 Aralık Kopenhag Zirvesi'nde alınan kararla, Kıbrıs'ın Avrupa Birliği (AB) üyeliği, 14 Nisan'da bağlamak üzere kesinleşirken, Türkiye'ye de, Annan Planı çerçevesinde çözümün kabulü için 28 Şubat'a kadar zaman tanınmıştır.
Hem Kıbrıs hem Kopenhag kriterleri
Bu tarihe kadar çözümü kabullenmenin sonucu ise, Türkiye'nin AB ilişkisinin tamamen tıkanması olacaktır. Bu ise, Türkiye'nin ekonomik ve uluslar arası ilişkilerinde ciddi bir konum kaybı anlamına gelmektedir.
Sorun bu anlamda oldukça önemli, dahası iç siyasetin yeniden saflaşmasını ve biçimlenmesini kışkırtan bir anlam taşımaktadır. Bununla birlikte bu Türkiye'nin muktedirleri açısından kabulü kolay olmayan bir süreçtir. Çünkü, hem Kıbrıs'ın kontrolünün yitirilmesi hem de Kopenhag Kriterleri'nin kurumlaşması, devletin mevcut egemenlik alanı ve senaryolarının bir kısmından geri çekilmesi, keza geleneksel iktidar politikaları ve devlet yapısında önemli değişim anlamına gelmektedir.
Hiç kuşkusuz, bu süreçte belirleyici olan, bugüne kadar olduğu gibi devletin kendisi olacaktır. Çünkü devasa etkinliğiyle devlet, Türkiye'nin sorun ve yönelimlerinin başlıca belirleyici gücü olmaya devam etmektedir. Bununla birlikte, ekonominin yeniden üretiminin yaşadığı ciddi sıkıntı, Uluslar arası Para Fonu (IMF) ve uluslar arası güç ilişkilerinin etkinliğini geçmişe oranla fazlasıyla arttırmıştır.
İktidarı daraltıyor
Devlet, kendi halkı ve iç iktidar odaklarına, keza bölgesindeki diğer devletlere oranla etkinliğini sürdürmesine karşın, uluslar arası güç odaklarına olan bağımlılık ve gereksinimi her zamankinden fazlalaşmış, dolayısıyla görece bir güç kaybına uğramış bulunmaktadır.
Dolayısıyla, başta Kıbrıs olmak üzere tüm kritik kararlarında, geçmişe oranla dış faktörleri daha çok dikkate almak ve son tahlilde onlara boyun eğmek durumunda kalmaktadır. Nitekim, geçen Ağustos ayında, başta idam olmak üzere kendi iktidar alanını daraltan bir dizi konuda geri adımlar atması da bunu göstermektedir.
Bu bağlamda, Kıbrıs'ta da belli bir dönemece gelinmiş bulunmaktadır.
Nitekim, Dışişleri'nden, daha düne kadar "değişmez milli politikamız" ilan edilen Kıbrıs'a ilişkin, "artık Türkiye'nin ilhak ve entegrasyon tehdidi çuvala girmiştir", "bu kapsamda bir politika düzeltilmesi gereksinimi vardır, bunun da gerekleri yerine getirilmektedir" (Hürriyet, 9 Şubat 2003) gibi açıklamalar yapılmaya başlanmıştır.
Çözümün olanakları her zamankinden fazladır
Birleşmiş Milletler (BM) kararlarına karşı dirençle 28 yıldır süren Türkiye'nin Kıbrıs politikası, Kıbrıslı Türklerin güvenlik ve refahınca değil, kendi genişleme politikasının stratejik gereksinimlerince belirlenmektedir.
Bu anlamda, Kuzey Kıbrıs'ın ilhakı, karşı tarafı dize getirmek için arada bir kullanılan bir şantaj değil, gerçek niyettir. Yoksa kendi yurttaşlarının insan haklarını bu denli sistematik ihlal eden bir devletin Kıbrıs Türklerinin (veya Irak Türkmenlerinin) haklarına ilişkin, savaş pahasına bir duyarlılık göstermesi nasıl açıklanabilecektir.
Nitekim, taşıma nüfuslu Türk tarafının taleplerini, Rumlara ciddi tavizler dayatarak karşılayan Annan Planı'nın bile kabul edilmek istenmemesi de, asıl sorunun Kıbrıslı Türklerin hakları değil, oradaki egemenlik olduğunu göstermektedir.
Mesafe alabilmek için
Ancak bütün bu Kıbrıs'ı elde tutma amaçlı uzatmalara rağmen artık gelinen noktada Kıbrıs konusunda karar vermek zorunlu hale gelmiş ve takınılacak tutum aynı zamanda Türkiye'nin AB konusunda mesafe alabilmesi için kritik karar niteliğine bürünmüştür.
Bu açıdan Soğuk Savaş döneminin jeostrateji üzerinde avantaj elde etme siyasetinin, Birleşmiş Milletler (BM) ve AB nezdinde işe yaramamış olması, Amerika Birleşik Devletleri'nin (ABD) de, Irak sorununda Türkiye'ye olan tüm gereksinimlerine rağmen bir şey yapamamış veya yapmamış olması önemli bir gelişmedir.
Türkiye'nin Amerika Birleşik Devletleri den elde etmeyi umduğu avantajlarla AB'ye geri adım attırmak veya onu ikame etmek isteği başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Irak savaşında Türkiye'ye büyük gereksinimi olan ABD, Türkiye'nin sırtını sıvazlayan tavırlar sergilemiş, ancak tatmin edici sonuçlar sağlamamıştır.
Truva atı
Kopenhag zirvesi kararlarının gösterdiği gibi ABD'nin AB üzerindeki etkisi sanılandan daha zayıftır. Dahası, bu taahhüt karşısında ABD'nin Türkiye'ye sunabileceği ekonomik olanaklar Avrupa Birliği'nin (AB) sunabildiğinden geri ve üstelik onu araçsallaştırıcı niteliktedir. Dahası ABD de, Türkiye'yi tek başına sırtlanmak yerine, bir Truva Atı olarak kullanmak amacıyla onun AB üyeliğini istemektedir.
Bu gerçekler ise Türk egemenlerinin AB taleplerine karşı dirençlerini zayıflatmaktadır.
Son Kopenhag zirvesinde Türkiye'nin adaylığı sürecine ilişkin alabildiğine belirsiz ve geciktirilmiş bir tarih verilmiş olması da, Türkiye'nin uluslar arası ilişkilerdeki pozisyon kaybının göstergesidir.
Daha önemlisi bu karar kapsamında Kıbrıs, Türkiye'nin AB sürecinde mesafe alabilmesi olasılığı açısından kritik eşik olarak saptanmış ve kendisine 28 Şubat 2003'e kadar süre tanınmış bulunmaktadır.
Eski pozisyonda kararlılık!
Aynı dönemin hükümeti olan Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP), Kıbrıs'ta çözümden yana deklare ettiği eğilim de, Devletin ısrarını zorlaştıran bir işlev görmektedir. Özetle Türkiye, gerek dış gerekse de iç değişimler bağlamında artık eski pozisyonu ve kararlılığında değildir.
Nitekim sıklıkla yinelenmiş olan, AB'nin Kıbrıs'ı alma kararı vermesi halinde Kuzey Kıbrıs'ın ilhak edileceği şeklindeki açıklamaların gereği, gündeme bile getirilmemiştir.
Ancak Kıbrıs'ta çözümün kabulü halinde bile AB üyeliği konusunda bir garanti alınamamış olması, Türkiye açısından ciddi bir handikap oluşturmaktadır.
Bölge devleti olmanın dayanağı
Bu koşullarda Kıbrıs'ta çözümü kabul etmesi halinde Devlet, hem AB garantisi almadan Kıbrıs'taki denetimini hem de iç politikada kullandığı temel bir argümanı kaybetmiş olacaktır. Dahası, Kıbrıs'ta çözüm, geleneksel güç ilişkileri çerçevesinde bölge devleti olma yöneliminin önemli bir dayanağının yitirilmiş olması anlamına gelecektir.
AB'ye alınması konusunda en küçük bir garanti alınmadığı bu koşullarda Kıbrıs'ın "verilmesi", devletin stratejik planlamaları açısından kolay kabul edilebilir bir durum değildir. Ve bu, devlet politikasındaki sıkışmayı daha da derinleştirmektedir.
Ancak Kıbrıs'ın verilmemesi halinde AB üyeliği kapısı bütünüyle kapanmış olacaktır ve devlet bunu da göze alamamaktadır.
Annan planı
Annan paketinde dikkate değer bir değişiklik saptanması da olanaksızdır; çünkü bu haliyle bile asıl taviz veren taraf Rumlardır ve üstelik Kopenhag kararıyla kritik pozisyonlarından kurtulmuşlardır. Bu koşullarda "Türk çıkarlarını koruma" çerçevesinde, Kıbrıs üzerindeki egemenliğini yitirmeyen bir "çözüm" formülü üretilmeye çalışılmaktadır; ancak bunun da gerçekleşmesi olasılığı görünmemektedir.
Özetle, Kopenhag kararından sonra Kıbrıs, geçmişteki gibi AB'ye karşı bir koz olmaktan çıkmış, dahası mevcut iktidar dengeleri ve ideolojik prangalar nedeniyle uygun bir formülün de üretilemediği bir handikaba dönüşmüştür.
Bu koşullarda Kıbrıs sorunu, her zamankinden büyük bir önemle Türk siyasetinin Gordiom'u haline gelmiş bulunmaktadır. Öyle ki, sorunun çözümü, Türkiye'nin AB üyeliği yolunda önünün açılmasını getirecekken, çözümsüzlüğün sürdürülmesi bu olanağın kaybedilmesini getirecektir.
Çözümsüzlük olasılığı sürüyor
Her şeye rağmen Kıbrıs'taki egemenliğini yitirmek istemeyen devlet, bu uzlaşı arasındaki çıtayı olabildiğince yüksekte tuttuğundan, 28 Şubat sonrasında da sorunun çözülmemiş olması olasılığı mevcuttur; böylesi bir olasılığın en belirgin etkisi ise, iç politikada ve tabii ciddi bir muhalefetin söz konusu olduğu Kıbrıs'ta iplerin gerilmesi olacaktır.
Bu noktada devletin soruna ilişkin tavrı ikirciklidir. Normalde geri adım atmaktan yana değildir ve bölgesel güç olmaya yönelik konsept çerçevesinde stratejik çıkar odağı olan Kıbrıs'ı "verilemez" görmektedir.
Ancak çözüme yaklaşmayan bir Türkiye'nin karşılaşacağı kuşatma ve sorunların daha da ağırlaşarak söz konusu konsepti daha da olanaksızlaştıracağının da bilincindedir.
Eskisi gibi gitmeyecek
Kıbrıs Türklerinin artan protestoları da, onu geri adım atma baskısıyla karşı karşıya bırakmaktadır. Artık eskisi gibi gidilemeyeceğinin bilincindedir, ama geleneksel argümanlarını ve olanaklarını terk etmeye de hazır değildir; çünkü önünü görememektedir.
Kıbrıs'ta çözümün, jeostratejik bir kazanımını yitirmek anlamına geldiğini, bunun karşılığında AB üyeliğini kazanmanın ise garanti olmadığını, dahası AB üyeliğinin de kendi geleneksel iktidarının önemli oranda sona ermesi demek olacağını bilmektedir.
Kıbrıs'ın çözümüyle başlayan yeni süreçte artık işlerin kendisi tarafından belirlenemeyeceğini, dolayısıyla kendisi açısından ciddi bir iktidarsızlaşmanın başlayacağını bilmektedir.
Hala garantilere sığınarak
Bu nedenle muktedirler ve sözcüleri, sorunu yokuşa süren argümanlarını yinelemeye, çözümsüzlüğü son ana kadar zorlama politikasını sürdürmekte, kendi dışlarındaki güç odakları ve argümanları "milli çıkarlardan taviz" suçlamasıyla etkisizleştirme politikasında devam etmekte ve çözümsüzlükten doğacak olumsuzluklara karşı kendini kamuoyu nezdinde korumaya çalışmaktadırlar.
Bu bağlamda Soğuk Savaş döneminde Kıbrıs'ın bağımsızlaşması tehlikesine karşı Yunanistan ve Türkiye'ye verilen garantilerin ardına sığınarak mevcut politikaların meşrulaştırılmaya çalışıldığını görüyoruz.
Oysa, bırakalım bu anlaşmalara ilişkin eskimiş ve zoraki yorumları, Türkiye'nin 28 yıldır Kıbrıs'ta dayattığı statükonun BM nezdinde hiçbir hükmü bulunmamaktadır. Nitekim, 541 ve 543 sayılı BM kararları, KKTC'yi tanınamaz ve Türkiye'nin Kıbrıs'taki varlığını gayri meşru ilan etmiştir.
Türkiye'nin demokrasi güçleri
Bu durumda hala Londra ve Zürih anlaşmalarından doğan "haklarında" ısrar eden bir Türk devleti söylemi sürdürülmektedir. Dahası, Kıbrıs'ı AB'ye alan son Kopenhag kararından sonra, Türkiye'nin, Kıbrıs Garanti anlaşmalarının ihlal edildiği gerekçesiyle, İngiltere ve Yunanistan aleyhine Lahey'e gitmesi gerektiği gibi (Bkz. G. Aktan, 6 Ocak, Radikal) traji-komik öneriler bile geliştirilebilmektedir.
Özetle gelinen noktada, Türkiye'nin geleneksel politikaları ve muktedirleri, gerçekten de çok zor bir kararın arifesinde bulunmaktadırlar. Uluslar arası hukuk nezdinde gayri meşru olan bir politikaya üretilen astarı yüzünden pahalı "çözüm" önerilerine artık itibar edilmemesi ve acilen çözüm yoluna gidilmesi gerekmektedir. Bu noktada sorumluluk kuşkusuz hükümete aittir.
Ancak görülen o ki, hükümet, bu ve benzeri bir dizi kritik alanda zigzag çizmekte, muktedirler karşısında gerekli kararlılığı sergileyememektedir. Dolayısıyla tıpkı Kuzey Kıbrıs'ta olduğu gibi Türkiye'nin demokrasi güçlerinin de, sorunun çözümü yönünde baskı gücü olmak için daha yoğun bir çaba sergilemeleri gerekmektedir. (EA/NM)