Eğer tarihsel ortam olanak verseydi de, toplumsal gerçekliğe o anda geniş boyutları arasında bakılabilseydi, daha 27 Mayıs 1960 sabahı başlarken, Ali Suavi'nin yüzyıl Önce dile getirdiği üçlemin Türkiye'nin önüne bir daha bütün açıklığıyla geldiği görülebilirdi.
Gelmesi doğaldı da. Onlar belli bîr dönemin nesnel ilişkileri altında dile getirilmiş olan sorunlardı. Tarih ana ancak gündemde bulunan somut sorunlarla uğraşır, onların çözülüş diyalektiğini araştırır.
27 Mayıs sabahının soruları
Türkiye'de 27 Mayıs sabahı siyasal iktidarda ne Celal Bayar'la Adnan Menderes ve ne de Demokrat Parti (DP) vardı. Ne yapılacak, onlardan boşalan iktidar odakları kimler eliyle ve nasıl doldurulacak, en önemlisi, seçilecek yolun ana doğrultusu neler olacaktı? Türkiye'nin doğrultularıyla ilgili üç parti, böylece yeniden gün ışığına çıkıyor, üçlem bir daha ete ve kemiğe bürünüyordu:
Birikmiş tüm iç ve dış engelleri bir çırpıda yok edecek bir diktatör mü belirmeliydi?
Kurucu Meclis oluşturulup düzenin yeni dengelerde kendisini yeniden üretebilmesi için 1924'den beri Türkiye'ye yön veren Anayasa'dan başka bir anayasa mı yapılmalıydı? Yoksa gerçek çözüm sivil ya da uygar toplum konusundaki özlemleri karşılamak üzere önce yığınların eğitsel, toplumsal ve ekonomik gelişimlerini beklemek, onların hak ve özgürlükleri yaşama geçirmeleriyle birlikte de yavaş yavaş Türkiye'nin kurtuluşuna ortam açmak mıydı?
Amaç ve araçlar bütünleşmesi
27 Mayıs'ı gerçekleştiren tüm gizli örgütler, DP'yi devirme amacını genellikle ilk ve baş hedef seçmişlerdi. Belki, eylemin en son odağında, belli bir yarına ilişkin programlar da vardı. Ancak eylemin çok uzun süreli amaçlarıyla uygulama kanalları arasında -en azından teori ve pratik düzeyinde- böyle bir amaç ve araçlar bütünleşmesi gerçekleştirilmemişti.
27 Mayıs, teorisiyle, kendi devrimci amacını pratiğe dönüştüren dipten doruğa örgütlü bir çağdaş politik çabanın ürünü olabilmenin ötelerindedir. Devirme eylemi, amacının en iyi olduğu durumlarda bile devrimci sosyo/politik Örgütleniş gereksinimini karşılamaz ve ona yetişemez.
27 Mayıs'ın ilk günü Ankara sevinç içinde, şaşkınlık ve kargaşayı aynı anda yaşar. 26 Mayıs gecesi damadı Metin Toker'e uykuya yatmadan önce "ihtilal kapımızda" diyen CHP lideri İsmet İnönü için bile 27 Mayıs ancak uzak bir belirsizlikten ibarettir.
DP'li tutuklamaları
Bu belirsizlik DP İktidarını devirip Cumhurbaşkanı Bayar'ı Çankaya'daki Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı aracılığıyla tutuklatan ya da Kütahya'da Menderes'i etkisiz kılan devirme eyleminin önde gelen çoğu yöneticileri açısından da aynı ölçüde söz konusu edilebilirdi. Elinde silah bulunan her üniformalı, DP'li ya da DP'e yakın sayılan ya da önde gelen her kişiyi tutuklayıp bir askeri binaya doldurmaktaydı.
Eylemin etkin bir kişisi, 27 Mayıs'ta salt en üst düzeydeki siyasal sorumluları karşısına almakla yetinen devirmeden söz etmektedir. Eğer o yol sürdürülseydi, bunun doğal sonucu siyasal sorumluluğu bulunan kişilerin belki de Yüce Divan'a verilip yasama organının en kısa sürede bir seçimle yenilenmesi olurdu. Bu, pratikte, uzun süreli üçüncü partinin ağır basması ya da benimsenilmesi demekti.
Anayasa Komisyonu Raporu:27 Mayıs'a teorik temel arayışı
Ancak 27 Mayıs kendisine bir teorik temel aradığı zaman görecektir ki, tarihsel aşamalara bu denli saf bir bakışla eğilmek olanaksızdır. Yaşanan dönemin iç ve dış diyalektiği altında, yaşam, orada hiçbir şey olmamış gibi süremezdi. Yapılan eyleme çözümün nerede olduğunu, General Cemal Madanoğlu'nun İstanbul Üniversitesi'nden getirttiği bir dizi kamu ve anayasa hukuku otoritesinin gösterdiği söylenir.
Gerçekten de İÜ'nin Rektörü Ord. Prof. Sıddık Sami Onar başkanlığındaki Üniversite bilim kurulu, eylemcilere hem giriştikleri işin, "anayasaya ters düşmüş" bir siyasal İktidara karşı yapılmış yasal bir eylem olduğunu belirten, hem de yeni çözüm yollarını gösteren ünlü Anayasa Komisyonu Raporu'nu 28 Mayıs 1960'da verdiği zaman, olayların akışı belli biçimde değişecektir.
"Bugün içinde bulunduğumuz durumu âdi ve siyasi bir hükümet darbesi saymak doğru değildir" diye başlayan Rapor, hak ve hukuk kavramlarıyla hiç bir ilginin kalmadığı 1960'lar başı Türkiyesi'nde, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni (TBMM) bile "gerçek bir yasama organı" sayamıyordu.
Üniversite raporu
27 Mayıs'ın uygulanmasını gerçekleştiren güçler arasından oluşturulacak bir Milli Birlik Komitesi giderek devlet kurumlarını, siyasal iktidarı ve yasal hükümeti yeniden kurmak zorundaydı.
Eylem böylece yepyeni bir işlev kazanıyor, bir yeni' den kuruluş görevine çağırılıyordu. Bu son çözümde, 27 Mayıs'ı ilk kez gerçek anlamda bir devrim olmaya da çağrılmasıdır. Eksik ya da yanlış olan nokta, eylemin kendi doğrultusunu buluşunda belli bir etkinlik gösteren bilim adamlarını ya da Üniversite Raporu'nu bu rota değişiminin tek nedeni gibi görmektir.
Oysa, ortam, varolan süreç altında üniversite böyle bir yönlendirilişe katkıda bulunmasaydı bile onu yine de kendisine bir anlam ve temel bulmaya itecekti. İtmeseydi, 27 Mayıs'ı gerçekleştirmenin ne gereği ve ne de anlamı olurdu. Üniversite, çözümlerin oluşumunda neden değil, ancak bir sonuçtur.
Üçüncü çözüm bu koşullarda sahnenin -belli bir süre için- dışına itiliyordu. Geride kalan ilk iki olasılık, bir diktatörün yönetiminde tüm iç ve dış engelleri tek elde çözüme götürmek ya da bir Kurucu Meclis aracılığıyla yeni bir anayasa ve örgütleniş biçimini yaratmak seçenekleri kalmaktaydı.
27 Mayısçılara çağrı
27 Mayıs, bu anlamda 28 Mayıs 1960'da, önündeki gündemi üçlemeden bir ikileme indirmiş bulunuyordu.
Üniversite Anayasa Komisyonu'nun Raporu 27 Mayısçıları Türkiye çapında bir yeniden kuruluş görevine çağırırken, iki önleme başvurmayı salık veriyordu:
"Birincisi: Âmme hizmetlerini, gerçekleşmesi istenilen ve milletçe özlenen demokratik icaplara şimdiden uygun yürütecek ve insan hak ve hürriyetlerini koruyacak, amme menfaatini gözetecek fiili ve geçici hükümet kurarak idareyi devam ettirmek.
İkincisi: Devletin ihlâl edilmiş ve işleyemez hale gelmiş anayasası yerine bir hukuk devletinin gerçekleşmesini sağlayacak devlet organlarını kuracak ve sosyal müesseselerin hak ve adalet prensiplerine, demokrasi esaslarına dayanmasını temin edecek bir Anayasa hazırlamak.
Ayrıca milletin gerçek iradesinin izharına imkan verecek bir çoğunluk istibdadına mani olarak, siyasi kuvvetin soysuzlaşmasını önleyecek esaslar dahilinde bir seçim kanunu meydana getirmek. Ancak bundan sonra yeni seçime gidilecek ve demokratik kurumlar, yeni anayasanın ışığında yaratılacaktı.
Toplumun bağrından seçilen "Kurucu Meclis"
Tarih ister istemez soracaktır: Yeni Anayasa'yı yaratacak olan kimdir? Bir Kurucu Meclis mi? Yoksa, çok daha değişik nitelikte yetkilere sahip farklı organlar mı?
Kurucu Meclis, toplumun bağrı içinden seçilen ve onları doğrudan temsil eden yetkili temsilcilerin, bir anayasayı da yine kendi eliyle yapma girişimidir. Prof. Tarık Zafer Tunaya'nın deyişiyle "Halk, yalnız anayasa yapmakla görevli bir meclis seçer. Anayasayı bu meclis yapar. Bu arada, anayasanın yapımı tamamlanıncaya kadar, meclis devletin yönetimini de yüklenir."
Oysa önerilen model, anayasa projesinin tümüyle seçilmiş bir yasama organı dışında, belli bir bilim adamları grubunca düzenleneceğini belirtiyordu. Tasarı, yüksek yargı organlarıyla bazı toplumsal kuruluş, dernek ve benzerlerinden oluşacak daha geniş bir heyetle Milli Birlik Komitesi'nce (MBK) kurulacak hükümetin incelemesine sunulacaktı.
Üçlemin durağı
Söz konusu kurul, en geniş ve demokratik anlamıyla düşünüldüğü zaman bile bir meslekler meclisi ya da korporatif meclis biçiminde tanımlanabilir miydi?
Kaldı ki yürütme gücü de bu heyetin içinden çıkmıyor, eylemi yaratan Komite tarafından atanıyordu. Yasallaşmaya ilişkin sözlerden anlaşılanlar, halkın doğrudan katılımı dışında yapılan anayasanın, belki de kurucu plebisit yoluyla evet ya da hayır demekten ibaret bir istekle halkoyuna sunulabileceğini düşündürüyordu.
Etkin bir Kurucu Meclisi de büyük ölçüde saf dışı eden bu yöntem, son durağında nereye varır, Türkiye'ye ilişkin temel üçlemin hangi durağına ulaşırdı?
27 Mayıs'ın gerçek tarihsel sorusu, bir yerde, burada yatar.
DP'yi alaşağı eden eylem
Güncel sorun, demokratikleşme Özlemleri karşısında böylece yine de güçlü bir yönetimden diktaya kadar uzanan olasılıklarla Kurucu Meclis yoluyla uzun sürede sivil topluma açılabilecek seçenekler üstünde düğümlenir. Buna bir karşılık vermek zorunluydu. Salt içsel düzeyde de değil, uluslararası etkileşimlerle birlikte çözüm aranmalıydı.
"Adi ve siyasi bir hükümet darbesi" olmanın daha ötesindeki kurucu işlevlere çağrılan 27 Mayıs eylemi, varoluş yasaları altında, kendi kendisiyle yapacağı en büyük hesaplaşmanın eşiğinden ilk adımını attığını o anda -kuşkusuz- bilemezdi. Ama tarihten -bu anlamda- kaçılamazdı da...
Türk milleti sürü olamaz
DP'yi siyasal iktidardan alaşağı eden eylemden bir süre önce izinle İzmir'e gitmiş bulunan Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Cemal Gürsel, Ankara ve İstanbul'da askeri eylemi yöneten çekirdekler tarafından yeni gücün başı olmak üzere 27 Mayıs 1960'ın öğle saatlerinde Ankara'ya getirildiği zaman, iktidar ikileminin en somut sorunlarını önünde bulur.
Eylemcilerce hızla ortaya çıkarılan Milli Birlik Komitesi başkanlığının yanı sıra devlet başkanı ve başbakan sıfatlarını da üstüne alan Cemal Gürsel, ilk gün "Türk milletinin hissiz bir sürü olamayacağı"nı vurgulamakla yetinmişti.
Kuşkusuz, bir toplum duygudan yoksun bir sürü gibi düşünülemezdi. Her düzenin kendisine anlam veren çeşitli sosyal güçleri ve bu güçlerin de bütün toplumsal örgütlenişe yayılan kolları vardır. DP giderek geri dönülmez biçimde güncel arenanın dışına sürülürken, öteki siyasal güçler ve örgütlenişlerle olan ilişkiler de başka bir çözüm beklemekteydiler.
İktidarın köklerini üretmek
27 Mayıs eylemini giderek kendi başına bir politik otoriteye dönüştürmek isteyen kimseler, bu noktada, davranış, kurallarını belirlemeye çalışırlar: Yeni eylem "hiçbir partiyi tutmayacak" ve "onlarla birlikte de olmayacak"tı.
Bu arada Komiteciler en kısa sürede yapılacak bir genel seçimle, iktidarı yeniden ulusal iradeye bırakacaklarını ekleseler bile, varolan partilere sırt dönen bir yöntem, en sonunda, onları kendilerine daha etkin bir kök, bir temel aramaya iterdi.
Zira elinde silahı bulunan güçler açısından da, varolan önemli bir gücü tutup desteklemeksizin uzun süre etkili kalabilmek olasılı değildir. Kaçınılmaz olan görev, yeni gücün, iktidar köklerini üretebilmek için, kendi siyasal örgütlenişini de gerçekleştirmesidir.
İnönü'nün Gürsel'e önerileri
Tarihsel deneyimlerinin de ışığında izlenecek yolun nereye gideceğini herkesten önce gören ve bizzat Gürsel, önünde dile getiren CHP lideri İnönü olacaktı. İnönü devlet başkanını kutlamak gerekçesiyle 29 Mayıs'ta Gürsel'e yaptığı ziyarette, baş başa kaldığı kısa süre içinde, ona kendi karşı reçetesini de sunmuştu:
Orduya kesinlikle egemen olunmalıydı, ordu ve yönetim, kendi arasında bölünmemeliydi, seçimlere en kısa sürede gidilmeliydi ve dış politika ve uluslararası ilişkiler konusunda çok duyarlı davranılmalıydı.
CHP lideri önerdiği çözümlerle hem eylemin varolan siyasal yapının ötesinde bir politik içerik kazanmasına karşı çıkmakta, hem de genel seçimi erkenden gündeme sürerek yeni siyasal iktidarın sahipliğine adaylığını koymaktaydı.
İktidar kaymasının itici güçleri
Dış ilişkilerle çelişecek büyük değişikliklerden kaçınılması önerisi, daha da anlamlıdır. Batı sistemi İçinde yer alan bir toplumda, uluslararası sistemin yasaları altında gerçekleşen bir iktidar kaymasının gerçek itici güçlerini, yaşamı o ilişkiler altında biçimlenmiş bulunan İnönü kadar yakından kimse tanıyıp sezinleyemezdi.
İnönü inanıyordu ki, doğrultuyu bozmak ancak ortamı karıştırıp belki de bir iktidar kaosuna döndürebilirdi. Bunu önlemek için, silahlı güçlerde bütünlük sağlamak, ona egemen olmak ve en kısa sürede de yolu yeniden politik arenanın en etkin gücüne -bu anlam içinde Cumhuriyet Halk Partisine (CHP)- bırakmak gerekirdi.
İnönü böylece, sürekli genişleyebilecek bir belirsiz programa karşılık, kendi dar programını gündeme sürmektedir, İnönü en stratejik noktaya dokunmuş olduğunu, çok kısa zamanda anlıyor ve eylemin başındaki Gürsel ile arasına kısa süre sonra bir perde indirilmek istendiğini sezinliyordu. 27 Mayıs eylemi, yedeğine alacağı öteki bazı toplum güçleriyle birlikte, yeni bir Türkiye kuruluşunun dinamosuna dönmeye çabalayacaktı.(*) (AG/AD)
* Bu yazı, İletişim Yayınlarının 1988'de yayınladığı, Ertuğrul Kürkçü'nün yayın yönetmenliğini yaptığı, 8 ciltlik "Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi"nin 6. cildinden alıntılanmıştır. Sayfa: 1974-1975.
** Yazıda kullanılan vurgular ve ara başlıklar bianet'e aittir.