Umutla umutsuzluk arasında gidip gelen insanlar, özellikle "derin devlet" mekanizmalarının "direnişi" karşısında bozulan sinirlerini yatıştırmak için, bir "umut sözcüğü" duymak, "belirsizliği" dağıtmak için Dr. Çakıcı'ya dönüyordu...
14 Aralık seçimlerinde Barış ve Demokrasi Hareketi'nden milletvekili seçilen Dr. Mehmet Çakıcı, psikiyatri ve adli tıp okumuş, yani hem psikiyatri uzmanı, hem de adli tıp doktorası, çift uzmanlığı var.
Çocukluğundan başlayalım istersen... Nasıl bir ailede büyüdün?
1966 doğumluyum... Lefkoşa'da doğdum, ailem Lefkoşalı, babam Lefke taraflarından Çamlıköylü... Dedemize Çakıcı Efe derlermiş. Çakıcı Efe'nin bir takım özellikleri var: köyün en cesur, en kavgacı ve her şekilde hükümete karşı çıkan, dağa çekilen birisi... Kalabalık bir aile ve dedemizin hep böyle cesurluğuyla geçti...
Psikiyatriyi seçişin nasıl olduydu?
Aslında ben psikiyatriyi hiç düşünmüyordum. Dördüncü sınıftaydım... 14 Mart Tıp Balosu'na trafik nedeniyle ben geç kaldım, dolayısıyla kızların yanına oturamadık!
Arka masalardan birinde boş yer vardı, gidip oraya oturdum. Yanımdaki top sakallı biriyle sohbete açıldık ve kızlardan açıldı konu. Benim sohbetim o kadar çok hoşuna gitti ki bu top sakallı adamınön sıralarda oturmaktan vazgeçti ve benimle arka masalarda kaldı. Biz onunla beraber yalnızca dedikodu yaparak içtik. Ve dans edenleri seyrettik.
Bu adam da Psikiyatri Ana Bilim Dalı'nın Başkanı Prof. Dr. Oğuz Esat Göktepe idi... O kadar çok sevdi ki beni, çünkü psikiyatride İngiltere'de ihtisasını yapmış ve Kıbrıslı Türkler de ona çok yardımcı olmuş, dolayısıyla Kıbrıslı Türklere özel bir sevgisi var. O da uzun süredir ilk kez bir Kıbrıslı Türk'le karşılaşıyor...
Ve bana dedi ki "Seni staja göndermek istiyorum İngiltere'ye..." Ben de yaz tatillerinde gidiyordum ve eğlenceyi de çok seviyordum, İngiltere'de girmediğim pub, girmediğim bar yoktu yani... Bir taraftan çok çalışan biriydim, bir taraftan da eğlenceyi seven biriydim. Önce reddettim adamı, sonra on beş gün düşündükten sonra dedim ki yahu ben zaten gidiyorum İngiltere'ye, geceleri geziyorum, sabahları da kalkıp amcama giderdim, restoranında garsonluk yapardım, şimdi onu da yapmıyorum...
İlk defa İngiltere'de Charing Cross Hospital'e gittim ve psikiyatriyle ilk defa tanıştığımda çok keyif aldım. Dolayısıyla Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nde psikiyatri ihtisasına başladım.
Kıbrıs'taki ilk araştırmam 1995 yılındadır benim. Otopsilerin dökümünü ve cinayetlerin, kazaların nedenini araştırdığım bir bilimsel araştırma yapıp onu bir kongrede sunduydum ve Türkiye'de de sunduydum. Otopsi dosyalarının on yıllık dökümünü yaptıydım hastane dosyalarından araştırıp. Dolayısıyla Adli Tıp serüveni de bu şekilde başladı...
Eşimle de o dönemde ihtisasta aynı servisteydik, beraber araştırmalara katılmaya başladık, biz makine gibi üretmeye başladık. Ve Bakırköy'ün tarihinde insanlar birer tezle çıkardı normalde, en iyisi şimdiye kadar 20-25 araştırmayla çıkıyordu. Ben Bakırköy Ruh Sinir'i bitirdiğimde 40 bilimsel yayınla mezun olduydum ve bu rekorlardan biriydi Bakırköy'de...
Ben 1996'da geldim yine, yaz tatilinde... Tüm liseleri araştırdığımız, 2500 lise öğrencisine uyguladığımız anket çalışması yaptık. Ve Kıbrıs'ta medyanın beni ilk tanıdığı dönem, o dönemdir. Çünkü o veriler gazetelerde manşet verilmişti, ilk verilerdi uyuşturucuyla ilgili. Dolayısıyla hazırlığım Kıbrıs'a geri dönmeye yönelikti ve psikiyatri ve adli tıpta böyle bayağı bilimsel araştırmalar yaptık. Kıbrıs'a dönmeye hazırlandığım zaman, Yakın Doğu Üniversitesi Psikoloji Bölümü'nde yer var mı diye araştırdığımızda orada yer olabileceği söylendi, tam döneceğimiz gün de bölüm başkanı istifa etti tesadüf, biz de bölüm başkanı olduk. Tam döneceğimiz gün oldu bu!
Herhalde döndüğün zaman askerlik yaptıydın... O çok acayip bir dönemdi hatırladığım, intiharların yoğun olduğu bir dönemdi askerde...
Oraya geleceğim... Yakın Doğu'ya geldik, sempozyum yaptık, bölümü toparladık... Üç ay içinde bölüm büyük medyatik hareketlerde bulundu... Daha sonra ben askere gittim, eşim bölüm başkanı oldu benim yerime. Askerlik dönemi benim için ilginçti, çok zordu. Askerliği bitiremeyeceğimi düşündüm çünkü ben emir almaya alışkın değilim... 1998 yılıydı. Annem bile çok korkuyordu doğrusu...
Üç haftalık askerdeydim, Gülseren'de, sağa dön, sola dön, üç haftalık askerken intiharlar olmaya başladı. Her ay bir intihar olurken, haftada bire ve en son öyle hale geldiydi bir hafta sonu Cuma bir intihar oldu, Pazar günü bir intihar oldu. Öyle bir hal... O dönemin meşhur komutanı Ali Nihat Özeyranlı gerçekten beni çağırdı, herkesi çağırdı... Biz tabii askerlikten anlamıyoruz, ön ön gir, arka arka çık, sağa sola falan!
Sağlık Şube Müdürü, Kolordu'nun Şube Müdürü, Kolordu'nun psikiyatristi, hepsi orada. Rütbe sırasına göre hepsini dinledi, en son bana geldi. Zaten araştırmalar ne için yapılır? Bir şeyin eğitimini hazırlamak için... Araştırma yaparsınız ama, önleyici eğitim programıyla. Ben zaten bunları adli tıpta özel olarak da çalıştıydım, eğitim programları üzerinde.
O zaman Ali Nihat Özeyranlı'ya ben nasıl önlenmesi gerektiğini, Lefkoşa'da bir merkez kurulması, psikologların olması, danışmanlık kartları ve danışmanlık uygulamalarının olması gerektiğini anlattım...
O dönemde ben bir proje hazırladım 10-15 günde ve verdim kendilerine. PEDAT isminde, Psikolojik Eğitim, Danışmanlık ve Tedavi Programı isminde... PEDAT'ın içinde PEDAM diye bir merkez var, Psikolojik Danışmanlık ve Psikiyatrik Tedavi Merkezi. Ve dolayısıyla gerçekten komutan o zaman bu konuya çok önem verdi, çok ağır eleştiriler de vardı dışarıdan ve PEDAM çok donanımlı bir yer haline geldiydi.
Ne yaptıydın o merkezde?
PEDAM'la ilgili bir merkez oldu ve askerler psikolojik dertlerini orada anlatmaya başladı. Bunun için önce 9 kişilik bir ekip kuruldu, bunun içerisinde 3 tane psikolog, 2 tane psikolojik danışman vardı, bunları belli noktalara yerleştirdik... Dışarıdan üç kişi aldık, benim de bulunduğum bir imtihanla alındılar. Ben merkezin başındayım, onları Girne'ye, birini Lefke'ye, birini Mağusa'ya yerleştirdik, iki tane de askerden gelen olduğu için biri Köprü'de, biri de benim yanımda duruyordu.
Dolayısıyla ben sabahları problemli askerleri, erleri görürken, gerekirse revire yatırıyordum, gerekirse izin veriyordum, ayıklıyordum yani, intihar etme riski olan, depresyonu olan, akıl hastalığı olan... Böyle bir sistem de çok kolay değildi. Ve danışmanlık merkezi ve psikologlar bana bağlıydı, bir bilgi olduğu zaman, bir dayak olayı veya ciddi tehlikede olan, intihar etme riski olan biri, hemen bize haber veriliyordu, biz onu alıp hemen götürüyorduk.
O dönemde dayak olaylarına da çok müdahale ettik, ben taburları, bölükleri gezerken komutana raporla bildiriyordum, şu bölgede şu adam şu dayağı yaptı... Şu bölgede şu celpler, celpçilik de var askerde, adam 3 gün önce gitti sizden askere, o onun üstü oluyor ve gerçekten de bu çocuklar çok genç oldukları için hemen o şeye kapılıyorlar, ast-üst meselesine ve bazı askerler, bazı askerlerin çamaşırlarını, bulaşıklarını yıkıyor, yiyeceklerini alıyor, baskı vardır, celpçilik vardır...
Celpçiliği önlemek için, dayakları önlemek için askeri mahkemelerde uğraştım ben uzun süre... Şikayetlerim oldu ve özellikle ilk dönemde çok ciddiye alındı bunlar ve uzun süre bazı astsubaylarla özellikle uğraştık yani ve cezalar aldılar çok ciddi. Üçer ay ceza alan var, birer ay ceza alan var... Hatta bir kişinin askerlikten atılma durumu olduydu. Ama bunlar çok da basına yansıyan şeyler değildi...
Peki burada bir parantez açalım: Neden o dönem intiharlar yoğunlaştıydı? Yoksa bunlar zaten var mıydı da basına mı yansımıyordu? O dönemin özelliği neydi?
Kıbrıs'ın genelinde intihar riski zaten çok yüksektir... Sosyo-politik yapı da böyle... Stres altında bir toplumdur ve Türkiye'nin ortalamalarına falan baktığımızda galiba yüz binde 2.2'dir, bizde yüzde 22'dir... On kat daha fazladır toplum genelinde...
Askerde intiharlar o dönemde zaten tek tek olurken ve bunlar da gene fazlayken, o dönem bir moda haline geldi. Askerler arasında da moda... "Bir problem olunca intihar ederim" modası. Hatta o Kekilli'nin "Bu gece ölürüm beni kimse tutamaz" sözlerini yazarak bir askerin nöbet kulesinde, bunu yazarak intihar ettiğini biliyorum.
Yani duvara yazdı "Bu gece ölürüm beni kimse tutamaz" diye ve intihar etti. Bunlar zaten kalabalık ailelerin çocukları, kalabalık aileler, ilgisiz aileler... Onların nedenlerini de araştırdık. Dolayısıyla bir mesaj verdiydik o zaman askere...
Bu çocuklar daha çok Türkiye'den Kıbrıs'a gelip de yerleşmiş ailelerin çocukları mıydı?
Açıkçası, daha çok er pozisyonunda göçmen ailelerin çocuklarında daha çok problem var. Çünkü neden? Bu, basit Pazar gezileri vardır ya gördüğümüz, yani işte gideriz kebap yaparız, çocuklar ziyaret edilir, kalabalık aileler, ilgisiz aileler çocuklarını ziyaret etmediğinde, hayatla ilgili bağları azdır...
Hayatla ilgili bağlantıları az olduğu zaman, bunalıma düşmeleri kolaydır. Tabii bir kıza bağlanırsınız hayat nedeni olarak da, aile desteği yok, sosyal destek yok, ekonomik destek yok... Bir kızsa hayatınızın bağı, o kız sizi bırakırsa bir gün, hayatla ilgili bağlantınız kopar, dolayısıyla biz o dönemde PEDAM olarak, askere şu mesajı verdik: "Bir problem olursa bizi arayacaksınız, elimizden geldiğince yardımcı olacağız, biz sizin babanızız, ananızız da... Desteğiniz de... Sizin haklarınızı da savunuruz... Bir problem olunca geleceksiniz, konuşacaksınız bizimle..."
O dönemde danışmanlık kartları da başlandı uygulanmaya ve komutanlar tek tek, her askerin sorunlarının ne olduğunu bilmeye başladılar. Çünkü o dönemde intihar edecek birinden bölük komutanı, tabur komutanı sorumlu haldeydi, dolayısıyla onlar da bilmek durumundaydı. 98'de 14 olan intihar sayısı, 99'da 3'e ve 2000'de 1'e düştü... Çok büyük bir başarıydı bu, hatta Türkiye Genelkurmayı'ndan da gelip bizim sistemimizi beğendiklerini, bizi tebrik ettiklerini söylediler, hatta bana da altın kaplama bir kol saati hediye ettiler...
Yani Kıbrıslıtürkler Güvenlik Kuvvetleri Komutanı olamıyor, önleniyor ama yaptıkları işler de örnek alınabiliyor!
Bunu ben söylemedim!
Bunu ben söylüyorum!
Altın kol saati verdiler, takdir ve onur belgesiyle ödüllendirildim... Biz askerliği gerçekten böyle bir kahraman gibi tamamladık. O kadar ki, Ali Nihat paşa bu yapılan başarılı işler nedeniyle askerde kalmamı istiyor ve ben üniversiteye dönmek istediğimi söylüyorum.
Bu arada uyuşturucu eğitim programı hazırladığımızı ama bunun için maddi kaynak bulamadığımızı söylüyorum. Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı uyuşturucu eğitim programını bize basıyor, Güvenlik Kuvvetleri Komutanı'nın da bulunduğu bir yerde Eğitim Bakanlığı gelip bize takdir belgesi sunuyor fakat biz uyuşturucu eğitim programını uygulamak istediğimizde birkaç ay sonra, büyük bir blokla karşılaşıyoruz.
Şimdi 2000 yılındayız hayatınızda... 2001'deyiz...
2001'e geldiğimizde, aşağıda Ruh Sağlığı Derneği var. 2001'de Dr. Sezai Sezgin'in 1989'da kurduğu, "Ben bu bayrağı sana devretmek istiyorum" dedi. Ve Ruh Sağlığı Derneği'nin genel kurulunu yaptık.
Dernek, konferanslar veren, sempozyumlar veren, broşürler, araştırmalar yayımlayan bir dernek oldu. UNOPS'tan proje aldık, aşağıda merkezimizi kurduk. Bir araştırma merkezine de dönüştürdük bir kısmını ve çok çalışan bir ekip yarattık orada. Uyuşturucu eğitim programlarının Eğitim Bakanlığı'nda kavgasını vermeye devam ettik, bu arada Fulbright'la Amerika'ya gittim. Orada uyuşturucu tedavi merkezlerinin önemini gördük.
Burada, bu merkezlerin benzerini yaratmak için Pembe Köşk Uyuşturucu Tedavi Merkezi'ni kurdum. Bir ekip orada da yarattık, Türkiye'den de hastalar gelmeye başladı. Şu anda Rum tarafından hastalar geliyor. Yani şu anda biz Rumlardan ve Türkiye'den daha ileri tedaviler uyguluyoruz... Ruh Sağlığı Derneği'nde sivil toplum örgütü çalışmalarında bulunuyorlar psikologlar ve psikolojik danışmanlar, Pembe Köşk'te pratik yapıyorlar, akademik eğitimlerini de Yakın Doğu Psikoloji Bölümü'nde alıyorlar. Böyle bir üçgen kurulmuş oldu, bu da çok başarılı biçimde camiamızın büyümesine, güçlenmesine, tanınmasına neden oldu. Bu birkaç yıl içinde medyada psikolojiyi de, psikiyatriyi de tanıttık... Sonra geldik Annan planına...
Toplumun yaşadığı en ilginç süreçti aslında 2000-2003...
Tabii Annan Planı'nda siyasi olarak öne çıkanlardan biriydim... Neden? Çünkü Annan Planı'nın, toplum psikolojisinin yarattığı, toplumu bugüne getiren olaylar vardı, bunu en iyi kim değerlendirebilir? Bir psikiyatrist değerlendirebilir.
En ortada, en dobra, en korkmadan konuşan bir Mehmet Yağlı arkadaş var, ben varım daha çok siyaset konuşan ve bu süreç içinde baktığımızda Annan Planı'yla ilgili bayağı bir toplumu bilgilendirdik, bilinçlendirdik, toplum psikolojisini anlattık, böyle bir yıllık bir dönemdi...
Ben de kendi siyasi tavrımı ve sisteme, düzene olan tepkimi, bugüne kadar yaşadıklarımdan da frenler, engeller, beceriksizlikler, sistemin, düzenin değişmesiyle ilgili olan tepkimi, Annan Planı'na olan inancımı da dile getirdim. Yalnız Annan Planı değildi bu, sistem ve düzenin değişebileceği bir momentti...
Hep şuna inandım: Tarih, İskoçya gibi, Galler gibi bazen bir defa bir devlet olma şansı verir. Bu bir olgunlaşmadır... Önce Osmanlı'nın azınlığısınız, sonra İngilizlerin bir azınlığısınız, sonra Kıbrıs Cumhuriyeti'nin bir azınlığısınız.. Sonra Kıbrıs Türk Federe Devleti olursunuz, sonra tanınmayan bir KKTC olursunuz.
Sonra dünyaca tanınan bir Kıbrıs Türk devleti kurabilirsiniz... Bunun için bir zemin olması lazım ve tarih getirir sizi buraya... Kıbrıs Türk insanı olarak bu tarihi şansı yakaladığımızı, hem bir devlet olma şansını, hem AB'ye girme şansını, hem de düzeni ve sistemi, bu kaos ortamını, eleştirdiğimiz sistemi değiştirme şansını yakalama noktasında olduğumuza inandım.
Ben Kıbrıs Türk üniversite gençliğini aslında şöyle tanımlarım: hepimiz buraya gelip aslında politikacı olmak ister! Neden aslında? Neden herkes bunu istesin? Neden her okuyan buraya gelip bir mücadele vermek istesin? Çok basittir bunun cevabı: kötü giden bir şeyler vardır, düzeltmek gerekiyor!
Siz bunun için o ezikliğe karşı, her üniversite gencinin yaptığı gibi mücadele etmek istersiniz, ben de onlardan farklı biri değildim. Onlar gibi düşündüm, onlar gibi değiştirmek istedim...
Seçimlerden önce bir bildiri yayımladınız Ruh Sağlığı Derneği olarak ve dediniz ki, seçimlerden sonra biz toplumu tedavi etmeye hazırız ha! Birazcık irdeleyebilir miyiz? Bu seçim sonuçları şaşkınlık yarattı insanlarda sanıyorum ama yani görünen bir şeydi de bu sonuç çünkü nüfus yapısı zaten ortada... 90 bin Türkiye kökenli seçmen varsaydı ve 60 bin Kıbrıslı seçmen varsaydı, Türkiye kökenli seçmenlerin önemli bir kısmının hala zapturapt altında olduğu da belliydi. Bu sonuçları zaten beklemek gerekiyordu, yine de insanlarda bir şok, bir düş kırıklığı var... Siz nasıl değerlendiriyorsunuz psikiyatrist olarak?
Ben hep bu toplumun çok acı çektiğine inanıyorum... Çok yaralı bir toplum bu toplum. Bu yüzden bu reklam kampanyalarının olduğu dönemde, en fazla canımın sıkıldığı odur. Demeçlerden ziyade reklam kampanyaları: asıl, intihar, evlerinin gitmesi bilmem ne... En canımın sıkıldığı şey budur: çünkü o acıları vardır o insanların, o acılar oradadır... Tarih yalın bir şey değildir, bir psikolojidir.
Burada insanlar zaten yaralıydı, acılıydı... Biz de Ruh Sağlığı Derneği olarak tepki koyduk. Tepki koymalı ama hizmet de vermeliydik. Arkadaşlara konuştuğumda şöyle dedim: Madem ki bu dernektir ve görevleri var, burada deprem varsa, mesela Türkiye'de bakın depremde, Türk Psikologlar Derneği'nin çadırları vardı orada... Oradadırlar. Biz de burada olmalıyız, derneğin politik-psikolojik olaylarla ilgili bir yeri olmalıdır...
Madem ki insanlar sarılıyor telefona, burada da gelip ücretsiz de hizmet alabilsin. Bu bir de tepkiydi de... İnsanların hangi kesimden olursa olsun, gelip burada acısını anlatabileceği bir danışman olması lazım, dolayısıyla ben bir derneksem eğer, benim bu hizmeti vermem lazım. Mesaj da buydu ama bir de tepkiydi bir taraftan. Acılar çeken bir toplum var, bunun sonucunda gene bir patlama olacak, öyle ya da böyle... 25-25 bir travmadır! Çünkü sonucunu gene belirsizliğe ittiği bir şeydir... Keşke 26-24 görsekti, herkes de rahat etseydi yani, buydu sonuç, her iki taraf için...
Ama 25-25 kadar travmayı devam ettiren bir şey! Belirsizlik kadar kötü bir şey yoktur... Belirsizlik en acı veren şeydir. Aşıksınız diyelim, sizi bırakırsa, bilirsiniz: sizi bıraktı. Ya da sizi bekliyor diyebilir ama cevabının ne olduğunu bilmezseniz, en acı olan da odur. Çünkü kendinizi alıştıramazsınız buna...
En çok yıpratan şey...
Evet... Kamuoyu araştırması yaptıydık 15 gün önce, genellikle sonuçları gördüydük, basına yansıtmadık. 2 bin kişi üzerinde yaptık, basına yansımayan en büyük kamuoyu araştırmasıdır bu.
Dernek olarak psikoloji öğrencileriyle 2 bin kişi üzerinde yaptık. Bir farkla yanıldım: 26'ya 24 hesapladım... Mağusa'da BDH'nın 1 fazla çıkaracağını hesapladıydım ama DP'nin BDH'yı milletvekili olarak geçtiğini gördüydüm... Karpaz'daki durumu gördüydük... Oy oranlarını, üç aşağı beş yukarı hesapladıydık...
Şimdi yani ne tavsiye edersiniz psikiyatrist olarak bu dönem topluma? Çünkü herhalde bu belirsizlik daha da yıpratıcı birşey... Ne bekliyorsunuz? Ne söyleyebilirsiniz?
Tarihi bir fırsatı 14 Aralık'ta yitirdiğimizi düşünürüm, bundan dolayı çok üzüntülüyüm... Elbette yaşamımıza bir şekilde devam edeceğiz, elbette mücadeleler bitmeyecek... Bir başka şekil ve versiyonla mücadele devam edecek, sistemi değiştirme mücadelesi devam edecek. Ama 14 Aralık'taki fırsatımızı çok ciddi bir şekilde yitirdiğimizi düşünürüm. Ama ümit her zaman bitmez herhalde, tarih bu kadar durağan ve hesaplı değildir. Bir gün belki aynı şansları tekrar yakalarız diye ümit ederim...
Milletvekili seçildiğinizde, Çakıcı Efe'nin torunu milletvekili seçildi. Ailenin tepkisi ne oldu?
Doğaldı... Çok sevindiler ama doğal gibi yaşadılar... (SU/NM)
(*) Sevgül Uludağ'ın burada özetle verdiğimiz bu röportajı "İnsan Yüreğinin Haritası" dizisinin sonuncusu olarak, YENİDÜZEN gazetesinde 9 ve 10 Ocak 2004 tarihlerinde yayımlandı. Dizi, Hamamböcüleri sitesinde de yer aldı.