Asılmayıp Beslenenler, 12 Eylül sonrasında cezaevlerinde yaşananlar üzerine bir sözlü tarih çalışması. Pek çok tutuklunun tanıklığına dayanıyor. Resmi rakamlara göre 650 bin kişinin gözaltına alındığı, 200 bin kişinin yargılandığı ve Uluslararası Af Örgütü'nün (UAÖ) 3 Ekim 1986 tarihli "Türkiye'de Siyasal Suçluların Adil Olmayan Yargılanması" raporuna göre, 61 bin 220 kişinin hüküm giydiği bir dönemi büyük acılarla yaşayanların tanıklığına kulak vermek, hangi şartlarda olursa olsun insanı sarsıyor.
50 kişinin idam edildiği ve cezaevlerinde kuşkulu biçimde ölen ya da öldürülenlerin sayısının resmi rakamlara göre 299'u bulduğu bir dönem, bugün de bundan sonra da gözden geçirilecektir.
Ama Asılmayıp Beslenenler'i iki türlü okumak mümkün. Birincisi, insan bu kitapta anlatılanları tüyleri ürpererek, midesi bulanarak, "içerdekiler"e sonsuz acıma ve şefkat hisleri duyarak okuyabilir.
İkincisi de, kitap, "içerdekiler"in dışardan içeriye taşıdıkları mücadelenin bir "meşruiyet"i korumayı amaçladığı algılanarak, anımsanarak okunabilir. İçerdekilerin ölüm tehdidine, işkenceye, aşağılamaya, tecride ve hastalığa sadece kişisel ya da toplu onur için değil, aynı zamanda "meşruiyet"e son ana kadar sahip çıkma amacıyla direndiği düşünülerek...
12 Eylül harekâtının ise, bir "düzen tesis etme" harekâtının ötesinde, bir "meşruiyeti yok etme" harekâtı olduğu düşünülerek..
Kitap sadece acıma ve şefkat duygularıyla okunduğunda, belki 12 Eylül'ün kurbanlarına onurları verilmiş, işkence karşısındaki yüreklilikleri avuçlar patlayıncaya kadar alkışlanmış, ama o Eylül günlerden başlayarak onurun ve yürekliliğin temel dayanağını oluşturan meşruiyet bir kenara bırakılmış olacaktır.
Mavioğlu'nun röportajlarında, 12 Eylül askeri darbesinin 12 Mart darbesinden ve genel olarak önceki tüm politik - askeri baskılardan farkını görmemizi sağlayacak ipuçlarına ulaşılabilir. Bu farka işaret eden temel uygulamalardan birinin ise, toplumu iddia edildiği gibi "birleştirmek" değil, inanılmaz keskin hatlarla "ikiye bölmek" olduğu söylenebilir.
23 Nisan 1981'de açılan Metris Askeri Cezaevi'ne ikinci gün sevk edilenler arasında bulunan Erdal Turgut adlı tutuklunun, Nisan 1982'deki açlık grevi ile ilgili sözleri:
"Bağımsızlaştırma politikasına bu dönemde hız verdiler. 17 günlük açlık grevi öncesinde Metris'te 'Bağımsızlar Koğuşu' bulunmuyordu. Bu dönemde açılan bağımsız koğuşları, 28 günlük açlık grevi döneminde oldukça kalabalıklaştı. Git gide dozu artan dayaklardan bezenler, açlık grevini sürdüremeyenler, bu koğuşları doldurdu. Bağımsızlara geçenler, dayaklardan ve 'açlık grevi yapma mecburiyeti'nden kurtuluyordu. Ancak bunların rahatı tümüyle direnenlerin varlığına endeksliydi. Direnen kesim varlığını sürdürdükçe bunlara dokunulmuyordu. Yani bağımsızlık denilen şey, başkalarının daha fazla eziyet çekmesine bağlıydı.." (s. 60)
Kapılarını bir 23 Nisan günü, "ulusun çocuklarına bir müjde, bir bayram hediyesi" gibi açan Metris Cezaevi'nde uygulanan bu "iki koğuş" uygulamasının, doğal bir sürecin kendiliğinden sonucu olduğunu iddia edenler çıkabilir. Ama bu durumda, o sürecin doğal parçalarının arasında, "git gide dozu artan dayaklar"ın da sayılması gerek.
"Ya adetten siniri bozuktur ya da deli"
Aslında "iki koğuş" uygulamasının 12 Eylül'le başlayan ve sadece cezaevlerine özgü olmayan bir strateji olduğunu da söyleyebiliriz. Darbe sonrasında, içerdekilerle dışarıdakiler arasında da koğuşlar arasındakine benzer bir denklem oluşmuştur.
İçerdeki insan sayısının belirli bir düzeye ulaşmasıyla dışarıdakiler nispi bir rahatlığa kavuşmuştur. Ve insanların önüne çok net -tüyler ürpertici- bir manzara ile birlikte çok net bir seçenek koyulmuştur.
"Dışarıda kalmaya devam edebilirsiniz. Ama bu, mücadele ettiğiniz hedeflerin meşruiyeti ile tüm bağlarınızı koparmanıza bağlı. İçerde o bağları korumaya çalışan arkadaşlarınız var zaten. Onları yola getireceğiz. Ama bu arada sizinle uğraşmayabiliriz. Doğru tarafı seçerseniz.."
Kitapta darbecilerin ruh hallerini ve kilitlendikleri hedefleri yansıtan şeyler arasında bir de "ölü balık gözü" meselesi var. 30 yaşında Mamak Cezaevi'ne giren, TRT çocuk programcısı Meral Bekar, cezaevi müdürü Albay R.T.'nin sözlerini aktarıyor:
"Herkesi ölü balık gözü gibi bakar hale getirdik. Ama kadın tutuklularda ne varsa bunu yapamadık. Belki kadınların ay hali var ve bunun öncesinde sinirli oluyorlar. O yüzden de böyle davranıyorlar." (s. 118)
Bir de "46'lıklar" meselesi.. 1983'te Metris Cezaevi'ndeki açlık grevinin hemen öncesinde yaşadığı bir olayı Mustafa Kâmil Uzuner anlatıyor. Uzuner, dokuz arkadaşıyla birlikte bir gün cezaevinden çıkarılıp "beş katlı bir bina"ya götürülüyor.
"Bir süre sonra ünlü psikiyatri profesörü Ayhan Songar geldi. Önceki gelenlerin aksine kapının önünden değil, içeri girerek konuştu. 'Üniversite araştırması için buradasınız' dedi. Ondan sonraki bütün anlatımları, araştırmanın nasıl bağımsız bir araştırma olduğu, devletten yardım görmedikleri ve bu araştırmanın sonuçlarının zararımıza değil yararımıza kullanılacağını ispat etmeye yönelikti. Songar'ın bize sağlayacağı yarar ise, hakkımızda cezai ehliyetimiz olmadığı yönünde rapor hazırlama olasılığıydı. Bizim 46'lık olduğumuz Songar'ın kafasında netti, ama yine de araştırmayı tamamlaması gerekiyordu." (s. 66)
Türk Ceza Kanunu'nun, "akli melekeleri yerinde olmayan mahkûmların cezai sorumluluğu olmayacağı"nı düzenleyen 46. maddesini, bir "sığınma şansı" olarak tutuklulara sunan Songar, o gün Uzuner'den ve diğerlerinden umduğu cevabı alamıyor.
Albay R.T. ile Prof. Songar'ın sözleri, direnci işkence, tecrit ve ölüm tehditleriyle kırılamayan tutsaklara, son aşamada ve tam bir çaresizlik içinde ne tür yaftalar asılmak istendiğini çarpıcı biçimde gösteriyor: "Direnmeye devam edenler, ya adet nedeniyle sürekli sinirleri bozuk kadınlar olmalıdır, ya da düpedüz deliler."
12 Eylül'ün daha önceki bastırma harekâtlarından farkına dair ipuçları sunan olaylardan biri de, Sol Yayınları'nın sahibi iki kardeşin, Muzaffer ve İlhan Erdost'un başına gelenler. 7 Kasım 1980 günü Mamak Cezaevi'nde kardeşi İlhan'ın dövülerek öldürülüşüne tanıklık eden Muzaffer Erdost'un sözleri:
"İlhan'ın öldürülmesini 1917 Ekim Devrimi'nin yıldönümüne denk getirdiler. Alınması gereken önemli mesajlardan birisi budur. Sol Yayınları'nı öğrenci evlerinden, derneklerden, sendikalardan tek tek toplatmak yerine, 'kaynağını kurutmak' onlar için daha önemliydi. Bir kitapçıda arama yapan görevli bir subayın söylediği gibi, 'Sol Yayınları'nın Zafer Çarşısı'nda satılmasının tümden önüne geçmek için kaynağını kurutmak...' İlhan'ı Mamak'ta döve döve öldürmelerinin asıl nedeni buydu." (s. 112)
Bu sözlerdeki isabeti ve İlhan Erdost cinayetinin sonuçlarını, 12 Mart sonrasında (bütün 70'li yıllar boyunca) tezgâhları dolduran Sol Yayınları kitaplarının ve benzerlerinin, 12 Eylül sonrasında hemen hemen bütünüyle ortadan çekilmiş olması gösteriyor.
Temmuz 1980: CHP'nin meşruiyeti yitirişi
Mavioğlu'nun çalışması, sadece yakın tarihte yaşanmış olayları öğrenmek ya da anımsamak için değil, tarihin bir noktasını oluşturan bugünü anlamak için okunabilir.
Böyle okunduğunda, hırsızlardan, tecavüzcülerden ve katillerden bile esirgenmeyen bir "anlayış"ın 12 Eylül tutsaklarından neden esirgendiği sorusu daha anlamlı olacaktır. Katillerin bile cinayet işlemesinin bir nedeni vardır da, o insanların örgütlenip bir düşünceyi savunmalarının, bir hedef yönünde mücadele etmelerinin nedeni, neden yok sayılmak istenmiştir?
Büyük kaynakların özel mülkiyet altında olmasına ve sadece kâr amacıyla işletilmesine karşı çıkan, emeğin sömürülmesi ile bu kaynakların büyütülmesine karşı çıkan insanları... bu sistemin kanunlar ve baskı aygıtları ile korunmasına karşı çıkanları... sınıf olarak örgütlenme ve mücadele etme hakkını savunanları, hayatın bu sistem ile zaman içinde daha iyi hale gelmiş olması madara etmiş değildir.
Emperyalist politikalara ortak olmaya karşı çıkan insanları, emperyalist politikalardan doğan hayırlı sonuçlar madara etmiş değildir. Ne de, kendi topraklarına özgü sınıfsal uçurumlara kendilerince direnme, kendi kendilerini yönetme, kendi dillerini konuşma, kendi dillerinde ve bağımsız yayın yapma hakları talep eden Kürtler, bu haklara karşı çıkanların yönetiminde güzel bir hayata ulaşıldığı için madara olmuştur.
Hayat ya da "doğal süreçlerin kendiliğinden sonuçları", 12 Eylül'de mezara gömülmek istenen meşruiyeti 24 yıl sonra ortadan kaldırmış değildir. O meşruiyete tutunmakta direnenleri madara etmiş değildir.
Sadece 12 Eylül darbecilerinin dün gaddarca yaptığını, bugün sistemin farklı kurumlarca meşrulaştırılma çabaları ve tüm başkaldırıların çeşitli araç ve yöntemlerle gayri meşrulaştırılması çabaları almıştır.
Mavioğlu'nun çalışması, sadece 12 Eylül tutsaklarının başına gelenleri değil, meşruiyetin o direniş sayesinde bugüne kadar korunabildiğini de belgeliyor.
Bugün belki etrafta "ölü balık gözleri"nden çok "kibirli papağan gözleri"ne rastlanıyor. Ve belki çok az şey gayri meşruluğun ne olduğunu, bunun kibirli de olsa nasıl bir ölüm olduğunu, Bülent Ecevit'in politikaya veda edişi kadar çarpıcı gösterebilir.
Ecevit 25 Temmuz 2004 günü "noktayı koyduğunda", Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) eski genel başkanı Kemal Türkler'in 22 Temmuz 1980'de öldürülüşünün üzerinden tamı tamına 24 yıl geçmişti. Geçim ve daha iyi yaşama ve hayatın yeniden üretiminde daha fazla söz sahibi olma mücadelesinde Türkler, 1980 yazının çok sıcak bir gününde vurulup öldürülmüştü.
Türkler'in temsil ettiği meşruiyet, Cumhuriyet Halk Partisi'nin (CHP) 70'lerde yüzde 40'lara fırlayan oylarında belki en önemli belirleyendi. 1980 yazında, o ölümü izleyen günlerde, CHP'li milletvekilleri ve Ecevit'in bu cinayete arkalarını dönüşleri ise herhalde gayri meşruluk yürüyüşünde kesin bir dönüm noktasıydı.
Onları en büyük parti yapan yarım milyon üyeli bir işçi sendikaları konfederasyonunun eski başkanı öldürüldüğünde, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni (TBMM) bir soruşturma arenasına çevirmek için herhangi bir şey yapmadıkları gibi, 12 Eylül'ün kapattığı DİSK için kendilerini ortaya attıkları hiç görülmedi. Ne o zaman, ne de sonrasında, Türkler'in katillerinin yakalanıp cezalandırılması için herhangi bir şey yaptıkları görülebildi.
Türkler cinayeti davasının Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Davası'na eklenmesinden yıllar sonra yaptıkları, sadece onlarla ortak hükümet kurmak olacaktı.
Mavioğlu'nun kitabı bugün bir kez daha anımsatıyor ki, herhalde 12 Eylül'le ilgili mesele sadece işkence görenlerle dayanışma, insan haklarını savunma, en geniş anlamda "demokrasi"ye sahip çıkma, vs. olarak görüldüğü sürece 12 Eylülcüler kazanmış olacaktır. Herhalde mesele, gerçekliğe sahip çıkma, "genel anlamda demokrasi"den çok daha geniş bir meşruiyete sahip çıkma meselesidir.
İnsanların hergün yaşayıp giderlerken, kendi hayatları için talepleri, en basitinden talepleri bile, politik sistemle, ekonomik sistemle doğrudan çatışma yaratıyorsa, o halde bu en basitinden talepler için bile sistemin değiştirilmesi gerekebileceğini, gerekeceğini düşünmek meşrudur. Bunun için düşünmek, yazmak, ifade etmek, tartışmak, bilgi ve düşünceleri yaymak, mücadele etmek meşrudur. (ŞA/BB)