Ece Temelkuran’ı ilk olarak gazetelere yazdığı yazılardan tanıdım. Bu yazıları tekrar tekrar okudum çoğu zaman. Henüz üniversiteye daha başlamamışken evimizdeki kitaplıkta duran Ağrının Derinliği kitabını okumak ise benim onun kitaplarıyla ilk tanıştığım andır.
Farklı bir dünyanın mümkün olabileceği ihtimalini hissedersiniz onun yazılarında. Gülümsersiniz. Biraz da olsa içiniz rahatlar.
20 yılını geriden bırakan Ece Temelkuran ile ilk kitap serüveninden, sevdiği şehirlere, Türkiye’nin farklı hallerine uzanan bir sohbet…
"Kitabın yayınlanmayacağına inanıyordum"
İlk kitabınızı yazdığınızda hatırlıyor musunuz? 23 yaşındaymışsınız. Bir kitap yazacak ve bunu yayımlatacak cesareti kendinizde nasıl bulmuştunuz?
Cesaretimin tek nedeni kitabın yayınlanmayacağına olan sonsuz inancımdı! (Gülüyor) Gerçek bir taşralı yazar olarak sarı bir zarfa Bütün Kadınların Kafası Karışıktır’ın daktilo edilmiş metnini koyup göndermiştim. Sonra, o dönemde Okudukça programını da sunan İletişim Yayınları editörü Can Kozanoğlu aramıştı beni. Hatta rezil olmuştum, arkadaşlarım dalga geçiyor sanıp “Hadi be!” filan demişliğim vardır Can Kozanoğlu’na. (Gülüyor) Sonra da mini bir Fatih Sultan Mehmet gibi İstanbul’a sözleşme imzalamaya gittiğimi hatırlıyorum. Zannettim ki dünya duracak herkes bu kitabı okuyacak. Öyle olmadı tabii.
Yazılan cümleler, ondan önce yaşanan insanın kendisiyle çekişmesi. O yaşta çok zor değil miydi?
Hakikaten cahil cesareti vardı bende demek ki. Şimdi düşününce... Zor olan başka şeylerdi. O kitap Cumhuriyet’te bir ekranda haber yazarken diğer ekranda yazıldı. Günde herhalde 16 saat filan çalışıyordum bir yandan da Hukuk Fakültesi okuyordum. Deli enerjisi varmış demek. Hayat görgüsünün eksikliğinden kaynaklanan aşırı özgüven görüntüsü vardı bende, şimdiden bakınca görüyorum. Muhtemelen o zaman bugünkü yaşımda olan insanlar bana bakıp “Bu ne şişmiş özgüven” demişlerdir. Şimdi o halimi görsem ben bile “Hop yavaş gel” derim yani.
"Yazı yazan insanlar ihtiyar doğarlar"
23 yaşındaki biri size gelse yazdığı bir romanı ya da öyküyü gösterse ve siz de beğenseniz ''Haydi koş vakit geçmeden bastır da okusun millet'' mi dersiniz, yoksa '' Biraz bekle de gerçekleri gör burnun biraz sürtülsün ondan sonra görürüm yazdıklarını'' mı dersiniz? İlk heyecanlar biraz beklemeli mi sizce?
Yaşını önceden biliyorsam evet biraz tereddüt ederim herhalde. Ama aslına bakarsanız yazı yazan insanlar zaten ihtiyar doğarlar. Bilirsiniz, zaman bir uzunluk kısalık değil, derinlik ve genişlik meselesi. Ben de şimdi geriye bakınca 23 yaşında mıydım acaba diye düşünüyorum. Sadece ilk kitap için değil, daha sonraki İç Kitabı, Kıyı Kitabı, bunlar bayağı... Nasıl desem? İhtiyar işi aslında.
Hukuk eğitimi almış birisi olarak bu eğitimin sizin yazarlığınıza nasıl etki ettiğini düşünüyorsunuz? Keşke hukuk eğitimi almasaydım daha özgür roman yazabilirdim diyor musunuz? Hukuk eğitiminin yaratıcılığı körelttiğini savunanlar da çıkıyor...
Yaratıcılık konusu uzun bir konu tabii ama belki şunu söylemek gerek. Yazı yazan insan bazen kendi bile bilemez nereden beslendiğini. Ben baskıdan ve sıkıntıdan çok beslenirim mesela. Maalesef diyeyim. Hukuk da sağ olsun bu ikisi konusunda insana hiç kıtlık yaşatmaz. (Gülüyor) Hukuk ve İktisat, insana bütünsel bir hayat ve sistem algısı kazandırır. Bu bakımdan çok işime yaradığını düşünürüm. Sistemin temelinde ne var, insan ilişkilerinin tarihi nasıl kuruldu, kim neyi kimden koruyor, adalet nedir, ahlak nedir gibi temel soruları ana kaynaklardan öğrenmek insana olgun bir bakış açısı kazandırır.
"Hayat devam etmekle ilgili"
20 yılı geride bırakmış bir yazar olarak kendinizle en gurur duyduğunuz anı hatırlıyor musunuz? İyi ki yapmışım şu işi, iyi ki yazmışım şu yazıyı ya da romanı dediğiniz anı…
Gurur, beni çok tökezlettirir. Bir de ben kendimi ödüllendirmeyi hiç bilemem, kendimi cezalandırmak konusundaki uzmanlığım buna engel olur. (Gülüyor) O yüzden gurur demeyelim de “İyi oldu yahu!” dediğim bir anı hatırlıyorum. Hamam böcekli, berbat bir dairede, Beyrut’ta yapayalnız ve çok üzüntülü olduğum zamanlarda yazdığım Muz Sesleri ve sonra Tunus’ta yine berbat bir zamanda yazdığım Düğümlere Üfleyen Kadınlar’ın bana yayınlandıktan sonra yaşattıkları bahtiyarlık için şükür etmişliğim vardır.
En kötü anı sormak istiyorum. Yazı yazarken artık daha devam edemeyeceğinizi düşündüğünüz anlar var mıydı? “Artık benden bir iş çıkmaz” dediğiniz zamanlar oldu mu?
Ağrı’nın Derinliği’ni yazarken Oxford’da bir akşam marketten eve dönerken kaldırıma yıkıldığımı hatırlıyorum. Sadece yazamamak değil, “Bir adım daha atamayacağım. Şurada düşüp öleyim herhalde biri beni kaldırır” dediğimi ve elimde Coop torbasıyla yola oturduğumu hatırlıyorum. Sonra yazıyorsun tabii. Hayat bununla ilgili çünkü. Devam etmekle ilgili.
"Ya 'İğğğrenç' ya 'Süppper!"
Türkiye'de ve dünyanın farklı ülkelerinde kitapları okurlarla buluşan bir yazar olarak Türkiye'de yazar olmak nasıl bir duygu? Bu kadar kolay herkesin birbirini eleştirdiği, yerden yere vurabildiği bir ülkede olmak ve yazmaya devam etmek sizi yoruyor mu?
Bu ülke insana kendini kıymetsiz hissettirmek için neredeyse örgütlü, ezberlenmiş bir çaba sarf ediyor. Çocuk ülke biraz. Ya “İğğğrenç” ya “Süppper!”. Bu, ergen bir algılama biçimidir. Kendi beğenisini fazla önemseyen, bir meseleye duygusunun dışında aklıyla bakmaya üşenen bir algı. Bir de bunu söylemekten pek hoşlanmamakla birlikte kadınsan bu ülkede sevilmek zor, saygı duyulması neredeyse imkansız. Bu ülke ancak öldürdükten sonra sever insanı.
O kadar ülkede yaşadım ve bazıları belalı yerlerdi, Türkiye kadar acımasız ve kaba bir ülke görmedim. Bir de son yıllarda özellikle iktidar tarafından topluma pompalanan cahil cesareti, taşralı alaycılık kendini muhalif diye tarif eden insanların söylemine de yerleşti. Bu çok acıklı. Çünkü muhalif olan insanın insani değerleri korumak, nezaketi, zarafeti korumak diye bir görevi olmalı. Bir meseleyi, kitabı, yazarı ciddiyetle ele almak, emeğe saygı duymak, bizim, iktidarın savrukluğuna karşı duruşumuzun davranış alanında simgesi olmalı. Bunu çok önemsiyorum.
"Her kitap için bir şarkı listesi"
Başka ülkelere gelelim o halde. Türkiye'deki ve başka ülkelerdeki okurlar arasında sizin gördüğünüz farklar neler oluyor? Türkiye'de de şu okur eleştirilerini duyabilsem keşke dediğiniz oluyor mu? Bizim ülkemizdeki okurların okuma ve eleştirme durumundan mutlu musunuz?
Okurlara sonsuz minnet duyuyorum. Ama okur gibi görünüp hiçbir şeyi okumadan ahkam kesenler nedense okurlardan daha çok ciddiye alınıyor. Başka ülkeler diye genellemeyeyim ama Almanya’da, İngiltere’de, Hırvatistan’da mesela, oturup ciddiyetle, samimiyetle kitaptan konuşuyor olmak bana iyi geliyor.
Bu Türkiye’de de oluyor ama yazı-çizi alanını kaplayan gürültü bunun görünmesine o kadar izin vermiyor. Örneğin Kitap Ağacı diye bir oluşum var. Türkiye’deki en kıymetli direnişlerden biri diye düşünüyorum. İnce şeyleri korumak için ülkenin her yerinde insanlar zarafette, okumakta, konuşmakta diretiyorlar.
Kendinizi en huzurlu hissettiğiniz şehir hangisi? Sizi kitaplarınızın ortaya çıkmasında en çok emeği olan ülkeler, şehirler var mı?
Çok. Huzurlu hissettiğim bir yer var mı bilemem ama bu ara Zagreb çok sık kaldığım bir şehir. Küçük, tatlı ve haysiyetli bir şehir. Çok seviyorum.
Peki ya şarkılar? Bu 20 yıl boyunca size eşlik eden şarkılar var mı?
Her kitap için bir şarkı listesi olur bende. Genelde de kitaplarda da o şarkıları görürsünüz. Biraz saplantılı bir halim oluyor yazarken, hep aynı şeyleri dinliyorum. Mesela Biz Burada Devrim Yapıyoruz Sinyorita Andrea Valera ile yazıldı, Ağrı’nın derinliği Billie Holiday ile, Düğümlere Üfleyen Kadınlar Ümmü Gülsüm ile, Muz Sesleri Fairuz ile. Hep de kadınlar yani! (Gülüyor) (FÇİ/BK)