Yurtdışından da çocuklar davet ediliyor. Bu yüzden, 23 Nisan sadece bizim çocuklarımızın değil, "tüm dünya çocuklarının da bayramı sayılır!..." Böylece Türkiye "bayram enternasyonalizmi" konusunda dünyaya örnek oluyor. Bazı aileler kendilerine benzeyen yabancı ailelerin çocuklarını evlerinde ağırlıyor. Bunun dünya barışı için ne kadar önemli olduğu söylemeye gerek yok.
Türkiye bu soylu davranışıyla sadece dünya barışına katkıda bulunmakla kalmıyor, bir de dünyaya örnek oluyor... Eğer başka ülkeler de 23 Nisan'ı "ulusal egemenlik ve çocuk bayramı" ilan ederlerse, savaşlar ve çatışmalar insanlığın kötü bir anısı olarak geride kalacaktır... Kendi çocuklarının bir kısmını "sokak çocuğu" sayıp düşman ilan etse, ya da ilkokula gidenler arasından "terörist" olanları ayıklayıp vahşice katlese de, siz bunları dikkate almayın. Bizimkiler böyle şeyleri boşuna yapmazlar. Mutlaka bir bildikleri vardır. Belki sokak çocuklarının "ulusal egemenliğe" zarar verdiğini düşünüyorlardır... Kim bilir!
"Sokak çocuklarını" bilmem ama 12 yaşında körpe bedeni kurşunlarla delik deşik edilen Uğur Kaymaz'ın suçunu biliyorum. Uğur, küçük yaşına rağmen "devletin bölünmez bütünlüğü" için "büyük bir tehlikeydi", "teröristti", dolayısıyla da ulusal egemenliği tehlikeye atmıştı...
Kendi çocuklarını düşman ilan eden, ilkokul çağındakileri bile terörist sayıp katleden bir devletin yılın bir gününü "çocuk bayramı" olarak kutlaması ikiyüzlülüktür diyenler olabilir. Bu tür şeyler söyleyenler devletimizi yıkmak isteyen bölücülerdir, yıkıcılardır, demokrasi düşmanlarıdır. Bunlar ulusal egemenliğimize kasteden "iç düşmanlardır" ve dış düşmanlarımızdan daha da tehlikelidirler... Bunlar TİT'in (Türk İntikam Tugayı) ilgi alanına giren unsurlardır...
Geçenlerde bizim komşu Mahmut efendinin kafasına bir soru takılmış, neden bazı çocuklar "sokak çocuğu" da diğerleri değil? "Sokak çocuğu" diye ayrı bir tür mü var? Çocuklar, "sokak çocuğu" olanlar ve olmayanlar diye ikiye mi ayrılıyor? Velhasıl Mahmut efendinin kafası karışık... "Bak Mahmut efendi" dedim "Bu 'sokak çocuğu' meselesi, kapitalizmle, sömürüyle, emperyalizmle, sömürgecilikle, küreselleşmeyle, özelleştirmeyle, neo-liberalizmle, 'yapısal uyum programlarıyla', IMF ile, Dünya Bankası ile, Dünya Ticaret Örgütüyle, Davos'la, G7'lerle, NATO'culukla, Türkiye'deki emperyalizm uydusu komprador rejimle, hortumculukla, mafyacılıkla, 'asıl devlet partisiyle', uzun lafın kısası Türkiye'deki rejimin niteliğiyle, yani Atatürkçülükle ilgili bir meseledir..."
Mahmut efendinin yüzü buruştu: "Eğer," dedi "Bu işin gerisinde bu kadar çok şey varsa vay halimize..."
O zaman kestirme bir izah olarak, "Bu," dedim, "Netice itibariyle sınıfsal bir meseledir..."
"Nasıl yani" dedi. "Birileri kamuya (topluma) ait zenginliğe el koyunca, yağmalayınca, hortumlayınca, diğerleri de aç, işsiz, eğitimsiz velhasıl, korumasız, çaresiz, çıplak duruma düşüyor... Çocukların sokağa düşmesi yağmurun toprağa düşmesi gibi doğal bir şey değil... Zira kapitalizm demek, birilerinin (azınlığın) zenginleşmesi için başkalarının (çoğunluğun) yoksullaşması demektir. Sokaktakilere bak anlarsın... Sokağa atılmış binlerce çocuk arasında bir tane TÜSİAD'cı, MÜSİAD'cı çocuğu var mıdır? Öyle bağnaz, öylesine halk düşmanı, öylesine pervasız bir rejim ki, sadece çocukları sokağa atmakla kalmıyor, bir de onları düşman ilan ediyor... Ülke zenginliği küçük bir azınlık tarafından bu tempoyla ve hoyratça yağmalanmaya devam edildikçe (kalkınma yol aldıkça), sokak çocuklarının sayısı da artmaya devam edecek, rejimin 'iç düşmanları' da... Tabii bayramlar, kutlamalar, hamaset edebiyatı da..."
Dağa taşa "egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" yazmakla, "egemenlik ulusundur" demekle, ulus egemen olmuyor. Türkiye'de halk, egemenliğin yakınına hiç uğramadı, uğratılmadı. Osmanlı döneminde halka reaya (sürü) denirdi, Cumhuriyetten sonra vatandaş (yurttaş) dediler. Öyle bir yurttaş ki, yurdun sorunlarına dair bir şey söylemeye kalktığında ya öldürülür, ya işsiz ve aç bırakılır, işkence edilir, ya da hapse atılır. Yurttaş mı olmak istiyorsun? "Al sana" denir. Soru sormak, hak talebinde bulunmak, hak aramak "memleketin sahipleri" tarafından kesinlikle yasaklanmıştır. Herhalde bu "çağdaşlığın" bir gereğidir, kim bilir...
Oysa yurttaş yaşadığı toplumun sorunlarıyla ilgilenen anlamındadır. Peki o kadar insan konuşmuyor mu? Elbette konuşuyor ama işin esasına dokunmamak şartıyla. Kokuşmuş rejimin soygunundan kırıntı alan taife "asıl sorunlara dokunmadığı sürece" kırıntı almaya devam ediyor, rejim tarafından da ödüllendiriliyor. Hiç biri paradigmayı sorgulamaya yanaşmaz, mayınlı bölgeden özenle uzak durur. Lâkin, bir başına rejimin "kutsallarına", "tabularına", "dokunulmazlarına" dokunmamak rütbe, ünvan, para ve üne giden yolu aralamaz.
Bir de tabu üreticiliği ve bekçiliği yapmak gerekir... Zaten kemikçilerin öyle insanî, etik kaygılarla bir ilgileri, o tarakta bezi olmadığı için, sorgulamayı değil, tabu üretmeyi, yalan üretmeyi, yalanı büyütmeyi yeğliyorlar.
İnsanlar, siyasi partiler var, seçimler yapılıyor, seçimle hükümetler değişiyor diye, bunun "demokrasi" olduğunu sanıyor. Kuru fasulyenin ne olduğunu bilmeyene mercimeği kuru fasulye diye yedirebilirsiniz. Esasen Türkiye'deki rejim, yarı otokratik, yarı militer bir rejimdir. Son seksen yılın ne kadarı sıkıyönetim altında geçti? Bu, askerî rejim demektir. Geri kalanında da ordu bazen doğrudan bazen de kulisten yönetti ve halen de yönetiyor. Dolayısıyla, bir vesayet rejimidir söz konusu olan. En büyük korkuları özgürlük ve demokrasidir.
Demokrasi, sivil haklar ve özgürlükten korktukları kadar hiçbir şeyden korkmazlar... Siyasi partiler rejime "temsilî demokrasi" süsü verip, kitleleri ve "mektepli taifeyi" aldatmaya yarayan "asıl devlet partisinin" taşeronlarıdır... Partiden çok şirkete benzerler. Partiler, parti yönetimini ve çevresini zenginleştirme aracıdır. Bunlar, ya bütçeyi yağmalayarak ya da kamuya ait zenginliği (hazine arazileri, vb.) hortumlayarak varlıklarını sürdürüyorlar.
İşte "demokrasinin vazgeçilmezleri" denilenler bunlardır... Zaten temsilî demokrasi, gerçek demokrasinin önünü kesmek için kurgulanmıştır ve bir seçim ve temsil mistifikasyonundan ibarettir. Dünyanın "en demokratik" denilen ülkesinde bile insanların kaderi parlamentolarda belirlenmez. Devasa şirketlerin yönetim bürolarında, finans kurumlarının merkezlerinde, Davos gibi kayak merkezlerinde, velhasıl parlamentoların dışında belirlenir...
İnsanlar oy kullanarak demokratik haklarından vazgeçtiklerini beyan etmiş oluyorlar... Mülkiyet sorununu tartışma konusu yapmayan bir demokrasi asla mümkün değildir?
Ulusal egemenlik ve çocuk bayramı bir defa daha kutlanacak. 23 Nisan akşamı televizyonlar ertesi gün de gazeteler "Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayrımı tüm yurtta, KKTC'de, dış temsilciliklerimizde coşkuyla kutlandı" diyecekler. Siz söylenene bakmayın. Böyle bir rejim söz konusuyken, bu tür bayramlara halkın bırakın coşkuyla katılmasını, kerhen bile katılması mümkün değildir.
23 Nisan, 19 Mayıs, 29 Ekim kutlamalarına halkın çok küçük bir kısmı, öğrenci çocuklarının hatırı için katılır. Bunlar son tahlilde devlet bayramlarıdır. Zira, ne Meclisin açılmasında ne de Cumhuriyetin kurulmasında halkın (ulusun densin) bir dahli olmamıştır... Kendileri söylerler, kendileri çalarlar, kendileri oynarlar... Bu sefer kutlayıcılara bir çift sözüm var:
Hunharca katlettiğiniz Uğur Kaymaz'ın dul annesinin gözü üzerinizde ve üzerinizde olmaya devam edecek... Tabii Uğur'un ve babası Mehmet Kaymaz'ın hayaleti de...(FB/EÜ)