Aday Türkiye teknik olarak, katılım sürecinin müzakere evresine başlamak için gereken güçlü siyasî iradeyi çoktan gösterdi ve ardarda çıkan uyum paketleriyle değil müzakere evresine ulaşmak, tam üye olmak için gereken reformları yapar hale geldi.
Hükümet ve Meclis, Avrupa'nın kendisinden hiç beklemediği bir performansı, üstelik Irak savaşının belirlediği zor bir ortamda başarıyla ortaya koydu.
Ancak bunlar Türkiye'nin üyeliği konusunda kuşkulu ve kararsız AB politikacıları için yeterli olmayabilir. O yüzden, bir yandan yasaların uygulanmaları için azamî çaba sarf etmek, diğer yandan AB yetkilileri ve özellikle de Alman ve Fransız siyasîlerle güçlü ve kesintisiz bir diyalog içinde olmak gerekiyor.
Karar için oylama yapılmıyor
Daha önce diğer aday ülkeler için de yapıldığı gibi Türkiye ile üyelik müzakerelerine başlama kararını AB üye ülkeleri hükümetleri konsensüsle alacak. Bazı yorumcular şimdiden muhtemel Yunanistan vetosundan söz etmeye başladı, halbuki karar için oylama yapılmıyor.
Kararın alınması için gereken Kopenhag Siyasî Kriteri'nde yeterlilik değerlendirmesi genişleme sürecinin icracısı olan Avrupa Komisyonu tarafından 2004 yılı İlerleme Raporu ile yapılacak.
Ancak raporu kaleme alacak olan Komisyonun bağımsızlığını ve tarafsızlığını büyütmemek gerekiyor. Ne de olsa Günter Verheugen, Genişlemeden sorumlu Komisyon üyesi tayin edilmeden önce Almanya Dışişleri Bakan yardımcısıydı, gelecek yıl Komisyonun değişmesiyle görevini bıraktığında tekrar Alman hükümetinde bir göreve gelebilir.
Nitekim Verheugen Türkiye ile ilgili demeçlerinde tarafsız bir teknik yetkilinin bir aday ülke hakkında söyleyebileceklerini aşan ifadeler kullanmaktan hiçbir zaman çekinmedi. Verheugen ekibinin 2004 yılı sonundaki Türkiye değerlendirmeleri tıpkı geçen yılki İlerleme Raporu'nda yapıldığı gibi son kararı alacak olan hükümetlerce yönlendirilecektir.
Ama öte yandan Komisyon raporunun menfî çıkmasını sağlamaktan kaçınmak ve böylece davayı baştan kaybetmemek gerekiyor. Siyasî uyum ve özellikle uygulama bu çerçevede son derece önemli.
Ancak AB, Aralık 2002'de Kopenhag Zirvesi'nde müzakerelere başlama kararını almayarak ve özellikle bu yılki Katılım Ortaklığı'nın güncelleştirilmiş halinde sıraladığı önceliklerle, Türkiye ile müzakerelere başlamak için gereken siyasî uyumun çıtasını çok yükseğe koydu.
Neredeyse yüzyıldır birikmiş temel sorunları bu denli kısa bir zaman zarfında çözmek mümkün değil. Ayrıca, Katılım Ortaklığı ön çalışmaları esnasında Dışişlerinin gayet isabetli bir şekilde Komisyondan siyasî önceliklerin olabildiğince somuta indirgenmesi talebinin, teamüle aykırı olduğu gerekçesiyle reddedildiğini ve AB için Siyasî Kriter'in ucunun açık olduğunu unutmamak gerekiyor.
Bu konum, her şeyden önce ülkenin hayrına olan bu reformların gerçekleşmeleri konusunda her çabanın sarf edilmesini elbette engellememeli. Fakat diğer taraftan gerçekçi olmak, müzakerelere başlama kararının önündeki iç ve dış engelleri bilmek ve stratejiyi buna göre belirlemek gerekiyor.
Konu teknik değil siyasîdir
İçerde, uyum yasalarının çıkmasına koşut olarak, 2004 yılı sonuna kadar kalan zaman zarfında bürokrasinin AB üyeliğine karşı olan unsurları, belli bir medyanın desteğiyle, Türkiye'nin adaylığının teslim edildiği Aralık 1999 Helsinki Zirvesi ve özellikle müzakerelerin başlatılması kararının beklendiği Aralık 2002 Kopenhag Zirvesi öncesinde yapıldığı gibi ilişkileri gerecek ve Türkiye'yi istemeyenlerin elini güçlendirecek girişimlerde bulunmayı sürdürebilir.
Buna, uygulayıcıların yeni yasaları "eski köye yeni adet" olarak algıladıklarını ve kötü adetlerin kolayca değişmeyeceğini eklemek gerekiyor. Siyasî otoritenin, bilinçli engelleme girişimlerini boşa çıkarmak için yeterli kararlılığı gösteremediğini ve bunun yapısal nedenleri olduğunu görüyoruz.
Bu unsurların bir yandan devletin toplumla ve komşularla varolan sorunlarını yumuşatacak barışçı arayışları (Ruhban okulunun tekrar açılması, Ermenistan ile ticaret) engellemeyi sürdürmeleri, diğer yandan AB'li siyasîlerin alacakları kararı, özellikle üç konuda, Türkiye aleyhine etkilemek amacıyla çalışmaları olasılık dahilinde.
İlkin Kıbrıs'ta çözümsüzlük ve genelde Yunanistan ile ilişkilerin gerginleştirilmesi: Kıbrıs'ta Aralık seçimleri öncesinde, yeni vatandaşlık vererek sonuçları çözümsüzlük taraftarları lehine etkilemek, sonrasında da eğer çözüm ve AB üyeliği taraftarları kazanırsa onların Denktaş'ın müzakereci olmaya devam etmesini istemeyecekleri durumda yaşanabilecek kriz; Yunanistan hava sahası ihlallerinin sürmesi. İkinci konu Irak'a asker gönderme teşebbüsü:
Bu, AB kamuoylarında Kuzey Irak'ta Kürt oluşumun istikbaline karşı bir hareket olarak algılanabilecek ve AB'nin savaş karşıtı ülkeleri Almanya ve Fransa'nın tepkisini çekebilecek potansiyele sahip. Son olarak uyum yasalarının uygulamasının fiiliyatta ve yönetmelikler yoluyla sekteye uğratılması, özellikle Avrupa kamuoylarının farkında olduğu Demokrasi Partili (DEP) milletvekilleri davasının yeniden görülmesinin sürüncemede kalması.
Müzakerelere başlama kararının çıkması hedefine doğrultusunda çalışacak olan kişi ve kurumların bütün bu engel ve olasılıkların farkında olması gerekiyor. 2004'te karar vakti geldiğinde, Türkiye'de demokratikleşme yolunda verilecek tüm uğraşa rağmen, AB'nin Türkiye ile müzakereye başlamamak için yeterli zaaf ve gerekçe bulabileceğini bugünden söylemek zor değil.
Ama buna karşılık, "Türkiye'nin siyasî uyumda 2001 sonbaharından beri attığı anayasal ve yasal adımlar, uygulamadaki eksiklikler ve tüm diğer engellere rağmen genişleme pratikleri açısından ülkenin katılım müzakereleri sürecine başlaması için yeterlidir" demek de mümkün.
Ancak bu yaklaşımın sonuç verebilmesi için, müzakere sürecine başladıktan sonra ilerde AB üyesi olacak bir Türkiye'nin 21. yüzyıl Avrupası'nın inşasındaki yerinin, müzakerelere başlama kararını verecek olan AB'li siyasetçinin ufkuna yerleştirilmesi gerekiyor. Bu, teknik değil siyasî bir yaklaşımdır, dolayısıyla kurulacak iletişim ve diyalogun muhatapları da ancak AB'li siyasî yetkililer olabilir.
AB'li politikacıyla diyalog
Yunanistan, politikacısı ve sivil toplumuyla 1981'de üye olmadan önce o zamanki dokuz AB üyesi ülkenin politikacılarının adeta markaja almıştı. Türkiye'nin de 2004 sonuna kadar kalan zaman zarfında çerçeve ve içeriği iyi tanımlanmış mesajlarının hedefi ve muhatabı AB'li 25 ülkenin siyasîleri olmalıdır.
Ancak AB'li siyasîlerle diyalog dendiğinde hedefi dar tutmak ve kıt imkanlarımızı en verimli biçimde kullanmamız gerekiyor. Zira sonunda Türkiye ile ilgili kararı her zaman olduğu gibi Almanya ile Fransa alacak.
Elbette diğer üye ve müstakbel üyelerin kararda söyleyecekleri olacak ama Avrupa'nın lokomotifi olan bu iki ülke Türkiye ile müzakere sürecini başlatma kararını alırsa diğer ülkelerin bunu engelleme payları yoktur.
Bu iki kilit ülke dışında kalan ülkelerle diyalog alışılagelmiş resmî ve gayrı resmî yollarla sürdürülebilir. Bu ülkeler arasında 2004 yılı dönem başkanları İrlanda ve özellikle yılın ikinci yarısında Hollanda'ya özel bir ilgi gerekiyor.
Hollanda, geçen yıl Danimarka'nın -maalesef Türkiye aleyhine gayet başarılı bir şekilde- yaptığı aracılık işlevini 2004'te üstlenecek olan ve daha önce iki temel antlaşmayı (Maastricht ve Amsterdam) kotarmış, arabuluculukta çok deneyimli bir ülke.
Her ne kadar Almanya ve Fransa'nın alacakları kararı belirlemekte temel bir rol oynayamayacak olsa da, Hollanda'nın kesinlikle kazanılması lâzım. Türkiye hakkında karar verecek birçok AB'li siyasîyi doğrudan etkileme gücüne sahip ancak bugüne dek böyle bir teşebbüse yanaşmamış olan Vatikan'ı da, Türkiye'nin AB üyesi olmasını engelleyecek dinî bir gerekçe olamayacağını dile getiren bir beyan vermeye teşvik etmek son derece faydalı olacaktır.
Türkiye'nin politikacılarının genelde diğer ülkelerin politikacılarıyla ilişkilerinin ne denli sınırlı olduğunu düşünecek olursak, önümüzdeki bir yıllık sürenin en verimli şekilde değerlendirilmesi amacıyla diyalogun Türkiye'de her kesimin işi haline gelmesi lâzım.
Meclisteki partilerin dış ilişkileri bugün itibariyle Cumhuriyet Halk Partisi'nin (CHP) Sosyalist Enternasyonal ilişkisi ve Kemal Derviş gibi bir iki ismin kişisel irtibatlarıyla sınırlı. Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) AB ülkelerini kapsayan uluslararası kurumsal bir bağlantısı maalesef daha yok. 2 Eylül'de Türkiye Sanayici ve İşadamları Derneği'nin (TÜSİAD) Berlin bürosunun açılışı vasıtasıyla Alman ve Türk başbakanlarının bir araya gelmesi bu çerçevede çok yararlı bir girişimdir.
Bu çeşit fırsatların çoğaltılması ve politikacıların Avrupa bağlantılarının kurulması gerekli.
AB ülkeleri siyasîlerine yönelik iletişimin içeriğinin alışılagelmiş Türkiye güzellemesi olmaması, müstakbel üye Türkiye'nin farkı ve çeşitliliğiyle 21. yüzyıl Avrupasına ve bölgemize olacak katkısını anlatabilmesi gerekiyor. Bu pozitif iletişimin, ülkenin malum handikaplarını, Avrupalı siyasîlerin genişleme sürecinin geleceği konusundaki kaygılarını ve ülkenin üyeliğine karşı kalıplaşmış argümanlarını göz önünde bulundurması yararlı olacak.
AB'nin sorguları, şablonları ve iletişimin içeriği
Almanya Dışişleri Bakanı Joschka Fischer Türkiye'nin, yapısal ve tarihî nedenlerden ötürü, ortak değerler zemininde biçimlenen politikaları benimseyebilecek gerçek bir AB üyesi olamayacağını sık sık dile getirir.
1945 sonrasında oluşmaya başlayan ve AB'nin yapı taşları olan bu değerler kalıcı barışı tesis etmek için sorunlara silah dışında çare aranması ilkesi temelinde oluşmuşlardır. Irak savaşında özellikle Polonya'nın savaş ve Amerika Birleşik Devletleri (ABD) yanlısı tutumu AB'nin çekirdek ülkelerini son derece rahatsız etti. Bugün Irak'a asker yollama konusunda çelişkili mesajlar veren ve neredeyse tüm dış politika pozisyonları askerî zihniyetle şekillenen, diğer taraftan iç sorunlarını askerî yöntemlerle çözmeyi adet edinmiş Türkiye'nin en temel handikapı muhtemelen budur.
Nitekim AB'li yöneticiler Aralık 2002 Kopenhag Zirvesi'nde, Türkiye'nin üyeliği konusunda Helsinki'de aldıkları kararın arkasında, bir çok nedene ek olarak, bu yüzden duramadılar. Tıpkı diğer adayların gerçekleştirmekte oldukları gibi, müzakerelere başlamış bir Türkiye'nin de eksiklerini bu süreç içerisinde tamamlayabileceğinden ve giderek siyasî hayatını sivilleştirebileceğinden şüphe duydular.
Üstelik AB'nin Kopenhag'da Türkiye'yi kendisine perçinleyecek olan müzakerelere başlama kararını alamaması, aynı zamanda onun Türkiye'nin tam üyeliği perspektifinden kurtulma yolunda attığı bir geri adım anlamı taşıyordu.
Bundan böyle iki yıllık sürenin sonunda beklenilen, ucu açık ve çok çetin siyasî uyum listesini kusursuz olarak yerine getiremeyecek olan Türkiye ile tam üyeliğin altında kalan yeni bir statüde anlaşmaktı. "Türkiye her siyasî eksiğini kendi başına tamamlayıp gelsin" derken kimileri aslında "Bu iş ne kadar uzarsa kopması o kadar kolay olur" hesabı yaptı.
Bugün, yedinci uyum paketinden sonra dahi AB'li siyasîlerin bu tavrı, sanılanın aksine, köklü bir değişim geçirmedi. Ayrıca Aralık 2004 kararını verecek olanlar, bir iki istisna hariç, Aralık 2002 kararını vermiş olan siyasîler.
Birkaç zamandır, AB ülkelerinde genişleme üzerine düşünenler arasında genişlemenin bir yerde durması gerektiği konusunda hemfikir olanların ortak sorgusu artık sürecin nerede, hangi ülkelerin sınırında duracağı. Önceki Fransız hükümetinin Dışişleri Bakanı Hubert Védrine'in "AB'nin, onları istikrar ve demokrasiye taşıyarak üzerlerinde yararlı bir etkisi olması istenen bütün devletlere sunacağı tek konum üyelik olacaksa bunun sonu yoktur" (Le Monde 6 Aralık 2002) diyerek dile getirdiği ikilem siyasîleri başka çarelere yöneltiyor.
İçinde bulunduğumuz yılın ilk aylarında daha önce içi boş bir kavram olan "üyelik dışı ortaklıklar" bir kaç zamandır AB'nin cidden üzerinde çalıştığı bir konu haline geldi. "Geniş Avrupa" (Wider Europe) adı altında, yeni üyelerin getireceği yeni komşularla, onların gelişmişlik düzeylerine ve AB ile olan ilişkilerinin derinliğine göre farklı ortaklıklar kurulması yavaş yavaş bir sisteme oturuyor.
Türkiye için zaman zaman önerilen "özel statü" de, eğer müzakere süreci başlamazsa bu ortaklıklardan biri olabilir. Ebedîyen aday kalmak, Genişleme Genel Müdürlüğü'nün dahi giderek lağvedileceği bir ortamda mümkün görünmüyor.
AB'nin Türkiye'nin kronik sorunlarıyla ilgili bir dizi gözlem ve fikri sabiti mevcut. Askerin siyasetteki yerinden, eğer üye olunursa Avrupa'ya doluşacak işsizlere ve Müslüman bir ülkenin sureti katiyede Avrupa değerleriyle uyuşamayacağına kadar giden bu uzun listeyle baş etmek ve genelde menfî imajı bir yıl içersinde müspete çevirmek elbette mümkün değil.
Buna rağmen Türkiye hakkındaki bilgi ve birikimi kesinlikle büyütülmemesi gereken Avrupalı politikacıya onun korku, sanı ve kuşkularına cevap verebilecek pozitif, pratik, dürüst, bilgili ve akıllı bir iletişim yapmak gerekiyor.
Örneğin, Türkiye'nin yeni değil 1959'dan bu yana AB ile ortaklık ilişkisinde olduğunu, 1996'dan bu yana da Gümrük Birliği içinde olduğunu hatırlatan basit ama çoğu politikacının bilmediği verilere; İspanya, Portekiz ve Yunanistan'ın üye olmalarından sonra İspanyol, Portekizli ve Yunanistanlı göçmen işçilerin, değil zengin üye ülkelere gitmek, oralarda çalışanların dahi işlerini bırakıp artık refaha doğru ilerleyen ılıman ülkelerine döndüklerini hatırlatacak.
"Türkiye gelsin ki Türk işçileri gelmesin" gibi çarpıcı sloganlara; ve en can alıcısı, 18. yüzyıl sonu Osmanlı reformlarından bu yana daima politikanın ve hayatın içinde olmuş, kâh değişimin kâh ceberrutluğun simgesi olmuş askerîyenin yerinin 2002 ilâ 2004 arasında değişemeyeceğini ve bilakis Türkiye'nin mukadder sivilleşmesinin tıpkı 1980'lerde Akdeniz'in üç diktatörlüğünde olduğu gibi AB süreciyle eşzamanlı olduğunu izah edecek bir iletişime ihtiyaç var. Bütün bunların üzerine Avrupalı politikacının hazmetmesi gereken olgu ise AB'li olacak bir Türkiye'nin son tahlilde herkesin hayrına olacağı.
Askeriyeye düşen tarihî sorumluluk
Türkiye Cumhuriyeti'ni kuranlar ortada Avrupa Birliği'nin lakırdısı yokken, bilakis Avrupa ölümcül bir savaşa doğru sürükleniyorken dahi Osmanlı veya Türk dünyalarında alternatif arayışlara girmediler, olmayacak hayaller peşinde koşmadılar.
O günkü gerçekçilik bugün için de aynen geçerli olabilmeli. Cumhuriyet döneminin bir diğer temel kavramı olan "tam bağımsızlık" ise günümüzde ABD dahil hiçbir ülke için geçerli olmayan bir politika. Karşılıklı bağımlılık bir zûl olmadığı gibi artık tartışılması dahi abes, vazgeçilmez bir dünya gerçeği.
Üçüncü kaygı olan "Cumhuriyetin ve değerlerinin bekçiliği" bugün en etkin ve kalıcı biçimde Avrupa Birliği kurumlarının esirgediği birey ve toplumların kendi gönüllü katılımlarıyla yapılıyor, top ve tüfekle değil. Devletin sınırlarına gelince, 21.yüzyılda bunları, burada hep temenni edildiği gibi değişmeyecek şekilde kayıt altına almanın en kolay ve kavgasız yolu AB üyeliği.
2004 sonundaki randevu Türkiye ve Avrupa Birliği için kaçırılmaması gereken bir fırsat. Türkiyeli bir AB evrensel güç olma ülküsüne daha yakınlaşacak, AB'li bir Türkiye ise 21. yüzyılda yurttaşına, yurduna ve bölgesine özgürlük ve esenlik taşıyabilme olanaklarını sağlamlaştıracaktır.
"AB üyeliği olmasa da Türkiye batmaz" diyenlerin o Türkiye'nin, yıllardır olduğu gibi yerinde saymaya devam edeceğini, giderek de gerilere düşeceğini unutmamaları lâzım. Keza "Türkiye'nin AB'de işi yok" diyen Avrupalı politikacının, dışlanan bir Türkiye'nin dinamiğinden mahrum kalacağından, bu durumun yol açacağı dengesizliklerden ve düşünü kurduğu evrensel Avrupa'nın Türkiye olmaksızın var olamayacağından haberdar olması lâzım.
2004 randevusunun müspet sonuçlanması için AB'li siyasîlerin ve Türkiye'nin muktedirlerinin tarihî sorumlulukları söz konusu. Türkiye'de askeriyenin atacağı adımların ve elindeki iktidarlardan vereceği tavizlerin payı ülkenin, bölgenin ve Avrupa'nın istikbali için belirleyici olacak. (CA/NM)