Kabul etmek gerekir ki, Türkiye son beş yıldaki yapısıyla, bir önceki dönemin beş yılı, on yılındaki Türkiye değil. Türkiye, öncelikle toplumsal sınıf ve tabakalarının bilinç, örgütlenme, ihtiyaçlarını talep etme ve benzeri topluma dair özellikleri ile aynı değil. İkincisi, AB hedefinin politik ve bürokratik kadroları etkilediği bir gerçek. Bu etkilemenin çok değişik görünümleri var. Bunu hem yasama çalışmalarında görüyoruz, hem de uygulamada görüyoruz.
Yasama çalışmasında, özü değiştirmeyecek değişiklik arayışı kimi durumlarda çok net görülüyor. Bir yasanın bir maddesinin dört-beş aylık zaman dilimlerinde birden fazla değişikliğe uğratılması; orasından burasından kelimelerin çıkarılması yoluyla değişiklere gidilmesi, kelimelerin yerlerinin değiştirilmesi (örneğin, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası'nda yapılan değişiklerde, yasaklama ve erteleme sözcüklerinin birkaç yerde, erteleme ve yasaklamaya dönüştürülmesi gibi), yasaların pek çoğunda bazı maddelerin değiştirilmesi, yasaların yapısının değiştirilmemesi (örneğin Anayasa ve yeni uyum paketinde değişikliğe uğratılan 41 yasa gibi. Bunun istisnası da var örneğin Medeni Yasa, Türk Ceza Yasası gibi).
Uygulama için ise tam bir felaket nitelemesinde bulunmamız gerekir. İşkence yasağına özü itibariyle güvenlik bürokrasisi uymuyor. İşkence sistematik olarak uygulanıyor. İfade özgürlüğü hakkına savcılar hâlâ eskisi gibi yaklaşıyor, davalar açıyorlar. Olumlu örnekler de olmakla birlikte yargının ifade özgürlüğü hakkına yaklaşımında belirgin bir iyileşme gözlenmiyor. Dernek ve toplantı özgürlüğüne ilişkin olumlu sayılabilecek yasal düzenlemeler yapılmış olmasına karşın ve genelgeler yayımlanmış olmasına karşın, uygulamada her şey eskisi gibi devam ediyor. Valiler özgürlük alanlarını daraltıcı tasarruflarda bulunuyor; savcı ve yargıçlar eski uygulamayı devam ettirecek matbu kararları güvenlik mensuplarına veriyorlar. Artık her toplantıya giden polislerin ellerinde valiliklerin yazılı emirleri ve savcı ve mahkemelerin kararları var.
Ancak bütün bu olumsuzluklara karşın dinamik bir süreç yaşandığı da bir gerçek. Artık toplum eskisi gibi yasaklara boyun eğmiyor, itiraz ediyor. Seyirci konumu, senaryonun yazıcısı ve oyuncusu olmaya doğru evriliyor. Trend bu yönde.
Olgusal düzeyde ilerleme Raporu gerçek durumu yansıtıyor. Değerlendirme konusunda ise, insan hakları örgütleri pek çok konuda farklı değerlendirmeler yapıyor. İşkence, cezaevleri sorunları gibi konular buna örnektir.
Bir kez herkesin şunu kabul etmesi gerekir. İnsan hakları savunucuları ve örgütleri nasıl tek tek hükümetlerin tasarruflarını değerlendiriyor ve insan hakları ve özgürlüklerini hükümetler gibi değerlendirmiyor; özgürlüğün sınırını siyasal otoritelerin belirlemesini kabul etmiyorsa; AB de, Komisyon da siyasal otoritedir ve -özgürlüğün sınırını onlar belirleyemez. O nedenle, tıpkı başbakan "işkence yok" dediğinde, insan hakları savunucuları "var" diyorsa; AB ya da Komisyon, insan haklarının herhangi bir alanında "sorun yok" diyorsa, insan hakları savunucuları, sorunun varlığını saptadıklarında "sorun var" diyeceklerdir. O bakımdan insan hakları savunucularının tutumu açıktır ve bu konuda tartışma da bulunmamaktadır.
Kanımca, devletin-hükümetlerin dış politika başarılarından ve manevralarından çok, yaşadıklarımıza ve yaşayacaklarımıza bakmamız gerekiyor. Ne kadar özgürlük teneffüs ediyoruz, ne kadar haklara sahibiz ve bunları ne kadar kullanabiliyoruz soruları ve bunlar için yapacaklarımız, hayatta karşılığı olan sorulardır. (YS)