Türkiye Yayıncılar Birliği ve Friedrich-Ebert-Stiftung Türkiye Temsilciliği Düşünce ve İfade Özgürlüğü Ödülleri’nin 20. yılı dolayısıyla Türkiye’de Yayınlama Özgürlüğü Mücadelesinin 20 Yılı Paneli'ni düzenlendi.
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) Başkanı Turgay Olcayto’nun moderasyonunu yaptığı panelde bianet Proje Danışmanı Nadire Mater “Dünden Bugüne Yayınlama Özgürlüğü: BIA Medya Gözlem Raporları”, Hürriyet yazarı Sedat Ergin “Anaakım Medyanın Yayınlama Özgürlüğüne Değişen Bakışı”, avukat Fikret İlkiz “Yayınlama Özgürlüğü ve Hukuk” ve Düşünce Suçu(?!)na Karşı Girişim’den Şanar Yurdatapan “Düşünce Suçuna Karşı Girişim Takipte: Yayınlama Özgürlüğü Nereye?” başlıklı konuşma yaptı.
Olcayto’nun “Son 20 yıldır manzara değişmesi, yöneticiler hala gazeteciye, yazara, çizere güvenmiyor” diyerek açtığı panelde Türkiye’de son 20 yıldır yaşanan yayınlama özgürlüğü ihlalleri ve mücadelesi aktarıldı.
Mater: İşten çıkarma hak mı?
1994’ten bugüne en çok üstünde durduğumuz konu hapisteki gazeteciler Bugün cezaevinde bulunan 35 gazeteciden 22’si, 15 dağıtımcının tamamı yine Kürt medyasından.
İlk zamanlar yalnızdık. 1993-1994'te Özgür Gündem gazetesi yazı işleri müdürü olarak yargılanıp cezaevine giren Işık Yurtçu üzerinden başlayan mücadele bir düzenlemeyle hem YUrtu ve içerdeki yazı işleri müdürlerine özgürlük getirdi, hem de sürmekte olan basın davaları beş yıllığına askıya alındı. Özetle 200 bu gelişmeden etkilendi. Metin Göktepe'yi öldürmekten sanık polisleirn yakalanması, yargılanması ve cezalandırılmasını sağlayan dayanışmayı da hatırlamalıyız.
İfade ve basın özgürlüğü konusunda Türkiye’de en önemli sorunlar örgütlenme, medya sahipliği, sansür ve otosansür. Örneğin bizim 2014 ilk çeyrek raporumuzda tespit edebildiğimiz 56 gazeteci işten çıkarıldı. Bunların bir kısmı da 17 Aralık 2013 operasyonuyla koalisyonun çökmesiyle bağlantılı. Medya işten çıkarılmaları haber yapmaz. Medyada, istisnalar bir yana, işten çıkarma bir hak olarak görülüyor, haber değeri yok.
Ergin: Medyanın üç dönemi
Bundan beş yıl önce anaakım medya tartışılmazdı ama bugün burada da yaşanan sorunlar kamuoyunun gündeminde. Ben AKP dönemini üç bölüme ayırıyorum. İlki 2002-2007 arası. Bu dönemde iktidara yeni gelmiş bir parti ve temkinli bir basın var. Medya sahipliğine bir müdahale yok ve eski oyuncuların hala piyasada olduğu bir dönem.
İkinci dönemse 2007 – 2011 arası. Bu dönemde yüzde 40 oy almış olan farklı bir AKP bulduk. Muhalif seslere daha tahammülsüz, en ufak bir eleştiriye sert tepki veren, gazetelerle, köşe yazarlarıyla polemiğe giren bir Başbakan vardı. Basındaki mülkiyet ilişkileri ile ilk defa oynanmaya başlandığı dönem bu. İlk adım TMSF’nin Sabah’a el koyması, ve ihaleye katılan üç şirketten ikisinin son anda geri çekilmesi, Sabah’ın CEO’su Başbakan’ın Damadı olan şirkete verilmesiydi.
2011’den sonraki dönemse otoriterleşme belirtilerinin iyice ortaya çıktı dönem. Otoriterleşmeye tepki gösteren gazeteci ve aydınlara çok sert tepki gösterildi. Bugüne geldiğimizdeyse hükümetin medyada kurmak istediği düzeni önemli ölçüde kurumsal olarak yerleştirdiğini görüyoruz.
İlkiz: 20 yıldır aynı şeyi söylüyoruz
Gazeteciler olmasaydı Göktepe’de mahkumiyet kararı çıkmazdı. Gazetecilerle birlikte avukatların mücadelesi olmasaydı Türkiye, belki Afyon Ağır Ceza Mahkemesi’nden böyle bir karar alamazdı.
Biz boyuna rapor yazıyoruz ama aslında aynı şeyi yazıyoruz. Bugün tartıştığımız konuları 1994’te Çetin Özek yazmıştı. Anayasa ifade özgürlüğünü korur, basın özgürlüğünü engelleyen yasa yapamaz der. Bu 28. Maddede bununa ilişkin sınırlandırmalar var. Bugün ‘Sınırlandırmalar bu kadardır, başka sınırlandırma yapamazsınız’ diyerek savunma yapmak zorunda kalıyoruz.
Yurdatapan: Yargı değil patronu değişti
1995’te Yaşar Kemal’in DGM’ye sorgulanmaya çağrılması bir sivil itaatsizlik eylemine dönüştü. O dönemde kim düşüncesini açıkladığı için başı belaya girerse o suca iştirak edeceğiz diye imza attık.
Çok saf bir hareketti. Yasalardaki çelişkileri göstererek düzelteceğimizi sanıyorduk.
Birkaç günde bir savcının kapısında kuyruk oluşturuyorduk. O zamanlar bu olay çok yeni olduğu için yazılıp çiziliyordu. Kameralar da duruşma salonlarına girebiliyordu.
Baktık bizi 30’ar kişi halinde çağırıyorlar. Bir sonraki duruşma tarihini iki ay sonraya veriyorlar, bu şekilde dava bitmeyecek. Biz de taktik değiştirdik. Ne zaman biri düşünce suçu işlese, ne demişse A% kağıda yazıyor beş kişi imza atıp Savcı’ya kendimizi ihbar ediyorduk.
Ama iş sadece kanunların düzeltilmesinde bitmiyor. Onları uygulamakla mükellef yargı da vahim vaziyette. İnsanın gözünün içine baka baka yalan da söylüyor, hile de yapıyorlar.
Yargı maalesef eski alışkanlıklarından hala kurtulamamış durumda, sadece patronu değişti. Eskiden patronu merkezin askerin oturduğu bir oligarşiyken, şimdi AKP ve Erdoğan var. O zaman neye karşı mücadele ediyorsak bugün de hala aynı şeye karşı mücadele etmek zorundayız. (EA)