Türkiye'de şimdiye kadar yalnızca ANAP , iktisadı ve politikası, kültürel iklimi, birbirine temas etmeyecek, birbirine geçişi olmayacak biçimde ikiye ayırabildi:
Bir yanda merkezî bir iktidarca bastırılan, yasaklanan, söz hakkı verilmeyen hayat alanları; öbür yanda 80'lere kadar benzeri görülmemiş bir iştahla yaşanan, çok daha merkezsiz, çok daha dağınık, çok daha kendiliğinden görünen bir söz patlaması.
Bu patlama, birbirini etkileyen, ama birbirine indirgenemeyecek birçok unsurun kesişmesiyle oluştu:
Kültür daha önce görülmedik boyutlarda piyasaya tabi oldu, reklamcılık kısa sürede sınırsız sayıda imgeyi dolaşıma soktu ve yine aynı dönemde çok satan haber dergilerinin yayın hayatına girmesiyle yeni bir kamuoyu, yeni bir haber dili oluştu.
Bütün bu gelişmelerin ortak özelliği, resmi kültürün dışında (hatta bazılarının kısmen ona tepki olarak) doğmuş olmaları, ama varlıklarını 1980'de devletin müdahalesiyle kurtarılmış bir piyasaya borçlu olmalarıydı.
Hepsinin etkilerinin kesiştiği, iç içe geçtiği kısa bir zaman dilimi içinde, Türkiye'de cümle yapısından sözcüklerin yüklendiği simgesel değerlere, seyretme biçimlerinden fiil zamanlarına kadar, kültür denen bölgenin çok çeşitli cephelerinde kendisini gösteren, kısmen kurgusal ve sentetik bir dilde ifadesini bulan bir değişim yaşandı.
Neydi bu "sentez"in, kendisini kısa zamanda kanıksatan bu söz siyasetinin öğeleri?
1. Özel hayatın kamusallaşması. Türkiye'de yakın zamana değin "mahrem" kabul edilen, adı konmamış birçok alan ilk kez 80'lerde kamuoyunun gündemine geldi; kamusal bir söz düzeni içinde konuşuldu, ayrıştırıldı. Cinsellik ilk kez bu kadar büyük bir ısrarla konuşuldu; cinsel eğilimler sınıflandırıldı (Eşcinseller, Biseksüeller, Transseksüeller, Zıtcinseller);kuşaklar ayrıştırıldı. (68 Kuşağı, 80 Öncesi Solcu Kuşağı, 88 Yupi Adayları Kuşağı; hatta darbecilik bile bir kuşak özelliği olarak yorumlandı: 27 Mayıs Kuşağı) ve nihayet özel hayat denen alan ilk kez bir "kamu" meselesi olarak, kuşatıcı ve kışkırtıcı bir söz düzeni içinde tarif edildi.
Burada Batı toplumlarının tarihiyle belli paralellikler kurmak, özel hayatın söyleme dönüştürülmesini Türkiye'nin Batılılaşmasının bir kanıtı olarak yorumlamak mümkün:
Batı'da özel hayatın tarihi, özel hayat denen bölge üzerindeki örtünün kaldırılmasının tarihi olduğu kadar, bu bölgenin sistemli bir bilginin nesnesine dönüştürülmesinin, söyleme geçirilmesinin, söze kışkırtılmasının, haz ve zevklerin sınıflandırılmasının, nihayet insanların özel hayatlarının itirafa çağrılmalarının da tarihiydi.
Ama Batı'da bu sürece kurumsal bir bilgi, çözümleyici ve sınıflandırıcı bir bilimsel söylem eşlik ediyordu. Bunun en çarpıcı ifadelerinden biri de, cinselliğin tıbbileştirilmesiydi.
Türkiye'de ise, her ne kadar cinselliği tıbbileştirmek isteyen, neyin normal neyin sapıklık olduğunu tanımlayan uzmanlar (Özcan Köknel gibi) haftalık dergiler aracılığıyla seslerini duyurabildilerse de, toplumu rehabilite edilecek bir bünye olarak gören uzmanların çoğu, kendi disiplinlerini devletin disiplinini sağlamak için devletin hizmetine sundular.
(1985'te İstanbul'da yapılan, cezaevindeki terörist'lerin rehabilitasyonunun amaçlandığı sempozyuma psikofarmakoloji ve nörofizyoloji uzmanı Turan İtil, psikiyatrisi Ayhan Songar ve Adli Tıp başkanının yanı sıra adalet ve içişleri bakanları, ceza hukukçuları ve uluslararası terör uzmanları da katılmıştı.)
Türkiye'de toplumu ıslah etmeye çalışan, bu yüzden de bireylerin en gizli eğilimlerine kadar bilmek isteyen devlet dışı uzman ve kurumlar, batıda olduğu kadar gelişmemiş olduğundan, sonuç olarak Türkiye'de yaşanan, cinsellik başta olmak üzere özel hayatın, daha çok bir özgürleşme ve bireyselleşme söylemi içinde, bilmek isteyen bir otoriteden bağımsız olarak söze dökülmesiydi.
Yani Türkiye'de sürece damgasını vuran, ısrarla bilmek isteyen kurumsal bir otoriteden çok, kendilerine yeni haber alanları yaratmak isteyen gazete ve dergilerin soruşturmalarına büyük bir açlık, büyük bir iştahla cevap veren, iç dökmek isteyen, bunda bir özgürleşmenin ve bireyselleşmenin imkânını gören gönüllü anlatıcılar oldu.
Sonuçta 80'lerin Türkçe ye kazandırdığı en önemli sözcüklerden biriydi özel hayat. İçerdiği bütün çelişkilerle birlikte: Özel hayat diye ayrı bir varlık alanının tanımlanabilmesi için önce adlandırılması, ama kamusal olarak adlandırılması, üzerine kamuoyu oluşması gerekiyordu.
2.İmgenin özerkleşmesi. 80'lerin belirgin özelliklerinden biri, geçmişe duyulan ilginin artmasıydı. Ama bu geçmiş, bugüne olan uzaklığıyla beliren bir tarihsel ortam ya da iklim değil, bugünün ihtiyaçları ve fantezilerini uyaran bir imgeydi artık; dolayısıyla da tüketilebilirdi.
Nitekim 68 Kuşağı tarihsel ağırlığı boşaltılıp içeriksiz bir ruha, seçkin bir kuşak ideolojisine dönüştü.
80 öncesinin sol geçmişi ise, 80'lerin özgürleşme ve bireyselleşme söyleminin karşıt modeli olarak kodlandığı için, daha "düşük" bir estetiğin diliyle, arabesk içinde poplaştırılabildi:
Yorgun Demokrat - Genç Jakoben karşıtlığı, her şeyden önce geçmişin sırtından, onu alıntılayarak yapılmış bir pazar, bir tüketici kazanma savaşının ifadesiydi. Reklamcılar, daha da kötüsünü yaptılar: Che Guevara, bir musluk reklamının vitrinine yerleştirildi.
Böylece 80'lerde Türkiye'de ilk kez yaygın bir tüketicisi olan bir "pop tarih" kuruldu; bunu mümkün kılan şey, imgeleri tarihsel yükünden kurtaran, geçmişi bir alıntıdan ibaret kılan, "keyfi" ve "nedensiz" bir dilin ' çeşitli alanlarda yaşar kılınabilmesiydi. Bu dili, her şeyden önce reklamcılık kışkırttı.
Reklam dili yalnızca sözü görüntünün, imgenin hizmetine sunmakla kalmadı, aynı zamanda bütün kültürü bir malın pazarlanmasında kullanılabilecek bir hammaddeye, sınırsız bir alıntılar toplamına dönüştürdü.
Kültürle ilişkiyi bir jest ve büyülenme, bir ani uyarı ve şok, bir vitrin ve seyir ilişkisi haline . getirdi. Bir nesneyi tanıyanlarla tanıtanları, tanımaya dayanan bilgiyle tanıtım bilgisini birbirinden koparırken,bir yandan da başka alanlarda da kullanılabilecek yeni bir dili, söz ettiği nesneyle ilişkisi "nedensiz" ve "keyfi" olan, günlük konuşma dilinden, haber dilinden, teknik dilden, teorik ya da felsefi dilden, argodan, edebi ya da politik dilden alıntılar yapan, ama hepsine eşit uzaklıktaki sentetik bir dili de özendirdi.
80'lerde genellikle "arabesk" adı altında toplanan çeşitli müzik tarzları, yaygınlık ve üretkenliklerini, kendi geleneksel kültürlerinden kopmuş, ama şehir kültürünün de parçası olamamış, her ikisine de yabancı insanların varlığına olduğu kadar, bu sentetik dili müzikte yeniden üretebilmelerine, müziği organik bir sentez oluşturamayacak kadar farklı tarihlere sahip türlerden (Arap müziği, taverna müziği, pop müzik, Türk müziği, türkü ya da marş) alıntılara yer veren bir yüzeye dönüştürmüş olmalarına da borçlu. Aynı zamanda, çoğu bir zamanlar parçası olduğu ortamla organik bağını koparmış bu türleri taklit etme ve bozarak kullanabilme becerisine.
Ama burada 80'lerin farkını vurgulamak gerekiyor: Arabesk 70'lerde doğdu; 80'lerdeki sürece damgasını vuran ise, arabeskin adının konmasıydı. Yani 80'lerde arabesk, büyük şehirlere sızmaya çalışan taşralı kalabalığın sesini duyurma, kendini kabul ettirme, görüntüler piyasasında kendine bir yer edinme, girdiği yabancı kültür içinde yönünü bulma, onu bozma ve kendine benzetme isteğinin adı olduğu kadar, büyük şehrin "asıl" sahiplerinin bu yabancılar akınını geri püskürtme, öncelikle de adlandırma çabasının da adıydı. Bir müddet sonra da, bazı aydınların ayaktakımı ve taşra düşmanı seçkinlere karşı kamuoyu önünde yaptıkları jestin adı oldu arabesk.
3. Dilin "nedensizleşme"si. 87 seçimlerinin gecesi televizyonda seçim ortamını değerlendiren bir gazeteci (Ertuğrul Özkök), sosyal demokratların eskiden olduğu gibi "yüzüne sinek konmuş çocuk resimleri"ni değil de, çok daha etkili, çok daha medeni, çok daha modernbir Kampanyayı (sıkılmış limon kampanyası) tercih etmesini, Türkiye'nin artık medenileştiğinin kanıtı olarak yorumlamıştı.
Bu yorum birçok bakımdan 80'lerin ruhunu ve dilini özetliyor: "yüzüne sinek konmuş çocukların resimleri" ilkel bir dilin ifadesidir, oysa çağdaş olmak gerekir; her şey bir resimden ibaretmiş, bir estetik sorunuymuş, o resmin berisinde birileri yokmuş gibi...
Bu süreç o kadar hızla yaşandı ki, kısa bir süre içinde açlığın, yoksulluğun metaforları ya da bizzat kavramların kendisi, bir zamanlar gönderme yaptıkları durumlardan ayrı, bir tür ilkelliğin, demodeliğin, bir olumsuzluk olarak 80 öncesinin simgeleri haline geldi:
80'lerin egemen söyleminde "emek" ya da "sömürü" kavramları, demode bir solculuğu kodlayan kavramlar olarak, söz pazarında gözden düşmekle kalmadı, aynı zamanda solculukla özdeşleştirilen bir bönlüğü ve iktidarı da simgeler oldu. Dilin "keyfileşme" süreci tamamlandı: Emek, eşittir iktidar.
Bu "keyfilik"in en belirgin örneklerinden biri de, haber başlıklarının 80'lerde aldığı biçimdi. Haber verilen dünyayla bağlarını koparmış, artık kendi için çalışan, kendi için varolan, kendine has bir dünya kuran başlıklardı bunlar. Esas olarak bir oyuna, çoğu zaman haber verilen şeyden kopuk bir espriye, genellikle de bir ses oyununa dayanıyorlardı.
80'lerin ortalarında önce haftalık haber dergilerinde başlayıp giderek bütün basını saran haber başlıklarına göz gezdirmek yeterli:
Panama'da İç Kanama (Panama üzerine), Katibime Cola'lı Gömlek (Coca Cola üzerine), Türk Müziğinde Suna Kan Davası (Suna Kan'la yapılmış bir söyleşi), Dalyan'ın Kerataları (Caretta Caretta'lar üzerine), Trafiğin Dayanılmaz Ağırlığı (trafik üzerine)
Artık adlar ve sıfatlar keyfi bir düzen içinde, yalnızca çağrışım güçleriyle, istenilen yerde alıntılanabilecekti. Ya fiiller?
4. Fiiller yerine adlar. 80'lerin gazete ve haber dergilerinde dikkat çeken bir özellik, haber başlıklarından fiillerin kalkmasıydı:
Üç Vakte Kadar Komünist Parti, Siyasette Parfüm Kokusu, Beyoğlu Kan Revan, Tarikatlar Mecliste, Grevcilere Halk Desteği... Hikâye ya da roman başlıklarına özenen, adın fiilin yerine geçtiği bu başlıklar, fiilin hayattan kovulduğu, değişine ihtimalinin görülmediği, verilere mahkûm kalınan bir ortamın dildeki karşılığıydı.
Basın dilindeki bu "hikâye" öğesi yalnızca haber başlıklarıyla da sınırlı değildi. Haber yazılarının kendisi de, önce haftalık haber dergilerinde, ardından günlük gazetelerde hikâye üslubuyla, "yordu"lu, "mıştı"lı fiillerle yazılmaya başladı.
İmajın olayı, kurgunun hayatı, adlandırmanın fiiliyatı, nihayet cümle içinde adın fiili öncelediği bir ortamda, basın kendi kurgusallığına, tanıdıklığın ve yaşanmışlığın kipi olan şimdiki geçmiş zamanla hayat kazandırmaya çalıştı; fiilsiz söze, sanki bir şeyler oluyormuş, haberi yazan da olanları geçerken görmüşmüş gibi, bir hikâye üslubu ve canlılığı kazandırmayı denedi.
Başlıkta olayı tespit etmekten kaçman yazar, olaydan kaçınamayacağı haberin kendisinde, olayın tekilliğini inkâr etmenin bir başka yolunu buldu: Olan ve biten hiçbir şey yoktur; her şey her zaman oluyordu; hepimiz yazarla birlikte orada oluyorduk. Açıklama mı? Her şey bir rivayetten ibaretmişti.
Bütün bunların ardından, 80'lerde Türkiye'de bir kültürel bölünmeden, bir yarılmadan söz etmek gerekecek. Bir yanda kendini taşradan, yoksulluk ve isyandan ayıran, kendini bütün bu çelişki ve çatışmaların dışında tanımlamak isteyen bir Türkiye var.
Reklamların sunduğu seçkin imgeler, vitrinlerin bolluğu ve 80'lerin basını; bütün bu birikim, bütün bu görüntüler, bir an için sanki bu ideal herkes için geçerli olabilecekmiş izlenimini doğurmayı başardı; Batılılar gibi sanki artık görmezden gelinebilecekmiş, sanki New York'ta olduğu gibi yolun ortasında yatan açların üstünden atlanabilecekmiş gibi...
Görüntünün bittiği yerde, ikinci Türkiye başlıyor: Bütün bir söz patlamasının ortasında söz hakkından mahrum bırakılmış, hapishaneye kapatılmış, yasaklarla yönetilen, anadilini konuşamayan Türkiye.
1980'ler şunu denedi:Varlığın ve imkânların dünyasıyla yokluğun ve imkânsızlığın dünyasını, birbirine temas etmeyecek, birbirine geçişi olmayan iki kampa ayırdı.
Şimdi sormak gerekiyor: Birincisinin imkânlarını ikincisinin isyanına tercüme edecek bir güç yeniden uyanacak mı? (NG/AD)