Yazar ve akademisyen Talin Suciyan, Aras Yayıncılık'tan çıkan "Modern Türkiye'de Ermeniler/ Soykırımsonrası Toplum, Siyaset ve Tarih" kitabında Ermeni soykırımının şimdiye kadar yazılmamış dönemlerini yazıyor.
TIKLAYIN: Soykırımsonrası Tarih: Modern Türkiye'de Ermeniler Raflarda
Suciyan, tarihçi Raymond Kevorkian'ın ifadesiyle 'boş bırakılan bir sayfa'yı dolduruyor ve kitap için "Tarihyazımı genel olarak da bilim, devletlerin derin müdahaleleri, kontrolleri ile gelişmiş bir alan. Yani, devletin istemediği türden tarihlerin araştırılması da, yazılması da, basılması da imkansız olmasa da pek kolay da değil" diyor.
"Hayatta kalanların dünyasına çarptım"
*Fotoğraf: Deniz Yonucu.
Cumhuriyet döneminde Ermeni idaresinin akamete uğratılması süreci şimdiye kadar literatürde eksikti. Nasıl başladı yazma ve en başta bu kitabı yazma motivasyonunuzu sağlayan süreç?
Literatürde eksikti demek tabii iyimser bir yaklaşım. Literatürü oluşturanlar Ermeniler hakkında nasıl yazılacağına, nasıl konuşulacağına Ermeniler adına karar veren ve Ermenilerin de kendi çizdikleri çerçeveye uymasını, onların kullandıkları kavramları ve anlatım biçimini yeniden üretmesini isteyenlerdir. Bu işe başlarken elbette ki bunun farkında değildim.
Hatta aynı literatürü yeniden üretme yolundaydım ki, hayatta kalanların dünyasına çarptım. Hayatta kalanlarla büyümüş olsam da hayatta kalma deneyiminin anlaşılamazlığının ne demek olduğunu düşünmemiş, onun bütün açmazlarını normal kabul edip yoluma devam etmiştim.
"Evden terlikleriyle ayrılıp gemiye binmişlerdi"
Ermeni Hastanesi'nin bahçesinde o zamanlar süreli yayınların bulunduğu yerde çalışırken, oradaki gazeteleri SEKA'ya gitmekten kurtarıp çalışma yaptığım odada toplayan, Ermeni cemaatinin basın ve yayın hayatında önemli bir yeri olan, o günlerde hastanenin yaşlılar evinde kalan Varujan Köseyan bana bunu yeniden düşünmem için bulunmaz bir fırsat sundu. Köseyan,1920'de Edincik'te doğmuştu, anlattığına göre, Edincik'te yüksek bir yerde, bir yokuşun başında güzel bir evleri vardı.
Rumların sürüldükleri dönemde bu evden apar topar, ayaklarında terliklerle ayrılmış, nereye gittiklerini bilmedikleri bir gemiye binmişlerdi.
Gemilerden bazıları Yunanistan'a gidiyordu, bazıları da İstanbul'a geliyordu. Şans eseri İstanbul'a gelmişlerdi ve kağtaganlığın sürekli sürgünlük yılları başlamıştı.
Böylece, Köseyan'ın ailesi pek çok Ermeni gibi, Rumlarla birilkte1922'den sonra, Edincik'ten sürülmüştü. Üstelik arkalarından tehditler savrulmuş, geri dönmeleri engellenmişti.
"Yaşadıklarının yükü hayatlarını belirlemiş bir kuşaktı"
Buna benzer anıları daha sonra başkalarından da dinleyecektim. Yunanistan'da, ABD'de, Kanada'da, Türkiye'de, Almanya'da bu ve benzeri deneyimlerden geçen, hayatları birdenbire başka bir şekilde akmaya başlayan, ancak bu ve buna bağlı daha birçok deneyimleri hiç önemsenmemiş, yaşadıklarının yükü bütün hayatlarını belirlemiş bir kuşaktı. Anaakım literatürü oluşturanlar ne bu insanlarla ne onların hikayeleriyle ne de Türkiye'de kalanların daha sonra yaşamaya mecbur bırakıldıkları felaketlerin sistematikliğiyle ilgilenmişti.
Devlet arşivlerine ve dönemin gazetelerine bakıp – ki o yıllarda neredeyse bütün gazetelerin başında eski İttihatçı kadrolardan olan, ya da onlarla bağları olan parlamenterler vardı – tamamen hakimin gözünden ve kaynaklarından yazılan, okunan ve hatta duyulan, dinlenen bir dünya ortaya çıktı. Literatürümüz buna örnek olabilecek sayısız eserle doludur.
Dolayısıyla ne Ermenilerin bir idaresi olduğu, ne onun ne anlama geldiği, ne de akamete uğratılması hatta Ermenilerin genel olarak "azınlık" kavramı dışında bir varlıkları olabileceği ile ilgilenen kimse olmuştu. Bunlardan daha belirleyici bir motivasyon olabilir mi?
"Hintlian 'Çok geç olmadan konuş' demişti"
Derin bir arşiv çalışması var kitapta. İngilizce, Türkçe belgelenmeyen birçok şeye Ermenice kaynaklardan ulaşmışsınız. Özellikle Surp Pirgiç Hastanesi'nde geçen tarama süreci size pratikte kitapla ilgili nasıl bir yola çıkardı?
Sanırım on beş yıl kadar önce, bana Kevork Hintlian, Kudüs'teki Ermenilerin ayaklı hafızası, bana "Git, İstanbul'daki Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi'nin yaşlılar evinde kalanlarla konuş, onlar bu dünyadan göçüp gitmeden, çok geç olmadan konuş" demişti, o zamanlar bunun ne kadar değerli bir yol gösterme olduğunu anlamamıştım. Ama bu çalışma sonuçta tam da böyle bir şeye dönüştü.
Önce Varujan Köseyan ile sohbetlerimiz, Ermeni idaresinin yayınları, toplantı kayıtları, otobiyografik ve biyografik eserler, şehirler ve bölgeler üzerine yazılmış kapsamlı anı kitapları, bunların içindeki Cumhuriyet dönemine ilişkin bölümler, dünyanın çeşitli yerlerinde yaptığım sözlü tarih görüşmeleri, kişisel arşivler ve tabii ki Devlet Arşivleri ile çok katmanlı okumalara fırsat sunan bir kaynaklar ve araştırmalar dizisi oluştu.
Türkiye'de yayımlanmakta olan Ermenice süreli yayınların sayısı 1950'lere kadar 70'in üstündeydi, bu bile benim için çok şaşırtıcıydı başlangıçta. Çünkü hepimiz bize anlatılan ya da boş bırakılmasıyla bizim doldurduğumuz, aslında Ermenilerin yayın hayatının 1915'den sonra pek de önemli olmadığına ilişkin bir genel kanı ile büyümüşüz.
Günlük, üç günlük, haftalık gazeteleri teker teker taramak, oradaki verileri birbiriyle karşılaştırmak, sonra onları diğer birincil ve ikincil kaynaklarla karşılaştırmak, bir taraftan Münih Üniversitesi'nde ders vermek, diğer taraftan dönem aralarını gazete koleksiyonunun bulunduğu bu odada geçirmek, meşakkatli ama çok şey öğrendiğim bir deneyim oldu.
"Suskunluğun kırılmaması değerleri eritiyor"
Filozof Jean-François Lyotard'ın "Kusursuz suç' kurbanın ya da tanıkların öldürülmesiyle değil, tanıklıkların suskunluğunun, yargıçların sağırlığının ve ifadelerin tutarsızlığının güvence altına alınmasıyla mümkündür" sözleriyle başlıyorsunuz kitaba suskunluğun kırılmaması nelere yol açıyor size göre?
Suskunluğun kırılmaması bugünlerimize, yüz yılı aşkın süredir içinde bulunduğumuz cezasızlığın, adaletsizliğin norm olmasına ve insanların yanyana yaşayabilmesini mümkün kılan değerlerin tamamının eritilmesine yol açıyor.
"Devletin istemediği türden tarih"
Sizin de kitabın girişinde yaptığınız Osmanlı tarihi vurgusu var. Osmanlı ve Türkiye tarihi yazılırken, Kürt, Ermeni, Rum, Süryani ve diğer toplulukların sözlü-yazılı kaynakları dikkate alınmış olsaydı nasıl bir tarih yazımı nasıl bir toplum yaratırdı?
Yazılmış olsa belki bir şey söylemek mümkün olurdu. Ama bugün bu ihtimalin çok uzağındayız. Öte yandan, tarihyazımı genel olarak da bilim, devletlerin derin müdahaleleri, kontrolleri ile gelişmiş bir alan. Yani, devletin istemediği türden tarihlerin araştırılması da, yazılması da, basılması da imkansız olmasa da pek kolay da değil.
Şu ana kadar böyle bir irade Türkiye'de hiç görmedik. Yerelde herkes ne yaşadığını biliyor, ama yaşananların yazılması, yaygınlaşması ve daha da önemlisi, "bir daha asla" diyerek, yeni bir değerler sistemi ile bir birlikte yaşama ideali bambaşka bir toplum ve bambaşka bir devlet anlamına gelir.
"Sovyet Ermenistan’ı hayatta kalanlar için bir umuttu”"
'Patrik Seçimi Krizi: 1944-1950' bölümüne geniş yer ayırmışsınız kitapta. Bugün o süreçten daha da uzun bir patrik krizi yaşanıyor. Ermeni halkı Ateşyan'ı 'kayyum' olarak görüyor. O dönem Bahtiyaryan'dan da 'otelde seçilmiş' olarak söz ediliyormuş ulaştığınız kaynaklara göre. İki patrik krizini benzetmek mümkün mü?
İki dönem arasında benzerlikler olduğu çok açık. 1940'lı yılların ortasında konunun İkinci Dünya Savaşı sonrasında bir uluslararası konjonktürün parçası haline gelmesi dolayısıyla kazandığı bir anlam ve önem vardı.
Sovyet Ermenistanı'na Türkiye'nin de aralarında bulunduğu diaspora cemaatlerinden göç organize ediliyordu, Ermeniler bu göçe katılmak için kayıt yaptırıyorlardı ve aynı anda da komünizm karşıtlığının nesneleri haline getirilerek, Türkiye basının ırkçı kampanyalarına hedef oluyorlardı.
1920'li yıllarda kağtaganlık, sürekli sürgünlük, sürekli yoksunluk ve sürekli saldırılarla yaşayan Ermenilerin Sovyet Ermenistanı'na gitmek istemesi, sonunda kendilerini alacak bir ülke olması bir umuttu hayatta kalanlar için.
Aynı zamanda da saldırıya uğramaları için bir başka bahane. Bu ortamda, Ermenilerin Patrik seçimi, Sovyet Ermenistanı'nda bulunan tüm dünyadaki Ermenilerin dini liderliği Eçmiadzin Katolikosluğu'nun, Sis'den (Kozan'dan) sürülüp Lübnan'da yeniden kurulan Kilikya Katolikosluğu'nun ve tüm dünyadaki Ermeni kiliselerinin liderlerinin aynı zamanda Soğuk Savaş'ın başlangıcı olan yıllarda dünya siyasetinin bir parçası haline gelmişti. Konunun bu kadar büyümesi çözülmek zorunda kalınmasına da katkıda bulunmuş olmalı.
O dönemin Ermeni toplumunun konuya verdiği tepkiler bugünden farklıydı.
Yüzyılı aşkın inkar ve yarattığı tahribat
Patrikhane'nin bir dini kurumun çok ötesinde, bir liderlik kurumu olduğunun, bir idari birim olduğunun, bu kurumun temsilcisinin toplumun temsilcisi olacağının bu nedenle de bu merciye seçilecek kişinin liderlik vasıflarının, toplumuyla kurduğu ilişkinin öneminin farkında olan bir Ermeni toplumu vardı.
Şu anda da bu mücadeleyi sürdüren bir kesim var, ancak bu mücadelenin daha geniş kitlelerce üstlenilmemesinin esas nedeni yüzyılı aşkın inkar ve onun yarattığı tahribattır.
Devlet ise tam bir devamlılıkla, tarihsel rolünü bu defa yeni nesillere uyarlayarak icra etmektedir.
Buradaki devamlılığın hiç kesilmediğini, sürekli cemaatlerin idari mekanizmalarına müdahalelerde bulunulduğunu, bu müdahalelerin temelinde, tüm idarenin altının boşaltılması, toplumun aidiyet duygusunun ortadan kaldırılması olduğunu söyleyebiliriz.
Bütün bunların sonucunda Ermeni idaresinin en önemli kurumu olan Patrikhane'nin işlevsizleştirilmesi, toplumundan kopartılması, hukuki bir çerçeve oluşturulup idari sorunların çözülmesine engel olarak, yaratılan fiili durumlarla, keyfi uygulamalarla yüz yıl içinde bu duruma getirildik.
"Devlet 'azınlık' kavramının hukuki zeminini reddetti"
Ermeniler söz konusu olduğunda herkes Lozan'ı hatırlayıp, aslında "Ermenilerin de tüm azınlıklar gibi" haklarının saklı olduğunu ama devletin eksik, yanlış uygulamaları ile bu hakları doğru düzgün kullanmalarına izin verilmediği söylenir. Çoğunluk aydınlarının yapabileceği bir şey vardır bu konuda.
Lozan Anlaşması'nın hakları tanıyan bir anlaşma değil, herhangi bir hak çerçevesi oluşturulmayacağının garantisi olarak okunması bile önemli bir müdahaledir.
Başka bir deyişle, bir uluslararası anlaşma ile korunduğu söylenen haklar gerçekten vardıysa, Ermenilerin bu çerçevede kendi idarelerini, kendi okullarını, kendi kilise ve manastırlarını bütün yurtta var ediyor olabilmeleri gerekirdi, böyle bir gerçeklik var mı hayatımızda?
Demek ki, bu anlaşma bir hak çerçevesi sunmuyor, tam tersi bir hak çerçevesinin hiç var olmayacağını, mevcut hakların da ancak keyfiyet dahilinde kullanılabileceğini garanti altına alıyor. Aksi takdirde, bu uluslararası anlaşmanın maddeleri tüm yurtta geçerli olmalı, vilayetlerde Ermeniler kendi okullarına, kiliselerine gidebiliyor olmalılardı ve Ermeni idaresi aynen İstanbul'da olduğu gibi vilayetlerde de çalışıyor olmalıydı.
Devlet son yüz yılda söylemsel olarak yarattığı ancak içini hiç doldurmadığı "azınlık" kavramının bir hukuki zemin haline gelmesini her aşamada reddetmiştir, bunu yaparken de nesiller boyu hukukçularının, biliminsanlarının, kamuoyu önderlerinin desteğini almıştır.
"Yüzleşmelerin sürdüğü bir şimdiyi hiç yaşamadık"
Ermenilerin fiziksel ve sözel saldırıların neden bu denli kolayca hedefi ve mağduru haline getirilebilmekte olduklarının cevabının soykırımsonrası inkar habitusunda yatmakta olduğunu söylüyorsunuz. Soykırımla yüzleşmek geçmiş yaraları telafi eder mi? Ya da şu ana nasıl bir katkı sağlar?
Geçmiş hem geri döndürülemez olandır, hem de bugünün tam ortasında durur. Yani şu anda yaşarken, hem bütün geçmiş deneyimlerimizle birlikte şimdi ve burada oluruz. Bu durumda, bu inkar habitusunun değiştirilmesine yönelik bir inisiyatif, uzun vadede şimdimizi değiştirir.
Biz hala aynı geçmişe sahip olsak bile, aynı zamanda geçmişiyle yüzleşmelerin de sürdüğü bir şimdiye dönüşür şimdiki zaman. Biz bunu bugüne kadar hiç yaşamadık.
Çevirmen Günaysu: Yüzyıllık inkarın sonucuKitabın çevirmeni Ayşe Günaysu, "Çeviriye çok özendim, çünkü kitabın değerinin çok farkındaydım. Heyecanlı bir süreçti" derken kitabın çeviri sürecini şöyle anlatıyor: Heyecan, Modern Türkiye'de Ermeniler'in İngilizce baskısını elime aldığımda, Raymond Kévorkian'ın sunuşunu görünce başladı ve çevirinin sonuna kadar hiç bitmedi, zaman zaman daha da arttı. Aras Yayınları'ndan yayınlanan "Ermeniler" ve İletişim'den çıkan "Ermeni Soykırımı" kitaplarının yazarı, tarihçi Kévorkian söz konusu sunuşunda Suciyan'ın kitabı için "tarihyazımındaki bir boşluğu dolduruyor", kitapta ele alınan konular için de "bugüne kadar boş bırakılmış bir sayfaydı" diyordu. Bu "boş bırakılmış sayfa" nedeniyle benim de, Türkiye'deki gayrı-Ermeni toplumun Ermenilere kendini yakın hisseden, en genel tabiri ile "ilerici" çevrelerinin de çoğunlukla bilmediği şeyleri anlatıyordu bu kitap. Çevirisini yapmak bu nedenle benim için çok özel bir uğraştı. Bahsettiğim genel "ilerici" çevrenin içindeki çekirdek diyebileceğim bizler,90'larda, yani çok geç başlayarak soykırım kitaplarına hücum etmiştik, ne olduğunu ayrıntılarıyla öğrenmek istiyorduk. Tabii soykırımı bütün boyutlarıyla öğrenmek mümkün değil, ama kaba hatlarıyla bilir duruma gelmiştik. Yani bu konuda bilgilenme açısından pişmiş, olmuş, tamamlanmış hissediyorduk kendimizi. Ama Cumhuriyet tarihi boyunca Ermeni toplumu üzerinde uygulanan örgütlü, kurumsallaşmış inkâr şiddetinin sistematikliğinin, bunun Ermeniler ve bizler için ne anlama geldiğinin, hangi pratiklerle hayata geçirildiğini bilmiyorduk. Evet, son 20 yıl içinde giderek artan sayıda kitap sayesinde Cumhuriyetin ırkçı "azınlık karşıtı" politikalarını okuyorduk, öğreniyorduk, ama bunların Ermeni toplumunun varoluşunu, var olma halini nasıl şekillendirdiği gözlerimizin önüne serilmemişti. Suciyan'ın "soykırımsonrası inkâr habitusu" dediği şeyin failler kadar kurbanların alt nesillerini de içine alan bir algılama, düşünme, davranma, sonuç çıkarma biçimleri bütünü olduğunu, bir var olma biçimi olduğunu ve bunun hayata nasıl, ne şekillerde yansıdığını bilmiyorduk. "En çok bu kitabın bir dönüşüme yol açma ihtimali etkiledi"Vilayetlerde, yani İstanbul dışındaki Anadolu şehir, kasaba ve köylerinde arında soykırımdan hayatta kalan beşer onar, yirmişer hanelik Ermeni nüfusun nasıl kimi zaman mülki amir emriyle, kimi zaman "kimliği belirsiz" kişilerce yapılan ev baskınları, tehdit, korkutma yoluyla yerlerinden sürülüp, kolayca kontrol altına tutulabilecekleri İstanbul'a yerleşmelerinin sağlandığını bilmiyorduk. Örneğin basın gibi sivil görünümlü ama tamamen devletin kontrolünde olan mekanizmalarla dönemin ünlü "başyazarlar"ı tarafından Ermenilerin sürekli hedef gösterildiğini bilmiyorduk. Örneğin bugün Türkiye'de kalan tek Ermeni köyü olduğu için Vakıflı'dan haberdardık da, o köyün bugünlere nasıl geldiğini, Cumhuriyet döneminde çok sayıda, kendi kilisesi, manastırı, okulu olan Ermeni köyünün nasıl boşaltıldığını, örneğin 1938'de Atatürk'ün Ermeniler için önemli bir merkez olan Kayseri'nin önde gelen Ermeni köylerinden Efkere ahalisinin oradan çıkarılması talimatını verdiğini bilmiyorduk. Efkere'de bugün yalnızca bir delik deşik edilmiş bir manastır kalıntısı ve içinde yerel halkın yaşadığı Ermeni evleri var. Kitabı çevirirken beni en çok etkileyen şey, bu kitabın bir dönüşüme yol açabileceği ihtimaliydi, buna dair duyduğum umuttu. Örneğin sosyal medyada, orada burada, gayrı-Ermeni muhalif bireylerin, devlet politikalarını öven Ermenileri ayıplamalarının son bulacağına, onların bu tavrının yüzyıllık inkârın sonucu olduğunun anlaşılacağına dair bir umut. Bir Ermeni tanışımıza, arkadaşımıza kendimizi ne kadar yakın hissetsek, onu anladığımızı düşünsek bile hiçbir zaman onun, soykırımdan hayatta kalmış bir Ermeninin yerine geçemeyeceğimizi, o olamayacağımızı, soykırımın ve soykırımsonrası inkâr habitusunun aramızda varoluşsal bir fark olarak varlığını sonsuza kadar sürdüreceğini anlayabilmemize dair bir umut. Arşiv belgelerine dayalı bir tarih kitabının çevirisinde karşılaşılabilecek zorlukları aşmaya çalışmak, sonunda aşmak, bu umut nedeniyle çok güzeldi. |
(PT/AS)