Bu soruya verilecek yanıt önemli. Önemli çünkü, yanıtın niteliği Türkiye'nin politik dengelerini derinden sarsacak bir potansiyele sahip. Ancak, yanıt konusunda şimdilik rivayet muhtelif, kafalar karışık
Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) böyle bir "zafer"e şiddetle ihtiyacı vardı. Çünkü, iç dinamiklere dayalı bir iktidar kudretine sahip olmaktan çok, esas olarak dış dinamiklere yaslanarak ülke içindeki iktidar alanını genişletmeye çalışan AKP'nin başka çaresi yoktu. Bu nedenle Erdoğan ve beraberindekilerin Ankara'da ilan ettiği "kırmızı çizgiler" Brüksel'de aşıldığında, buna direnemeyecekleri belliydi. Üstelik bu çizgiler Çankaya Köşkü'nde yapılan "devlet zirvesi" kararlarıydı.
Sürpriz yok
Sonuçta beklenen oldu. AKP, ucu açık ve sonucu garanti edilmeyen bir müzakere tarihi için daha önce iltica ettiği "devlet politikaları"nın tümünü terk etti. Buna mecburdu hükümet. AB zirve kararlarını kabul etmediği taktirde iktidar koltuğunu terk etmek zorunda kalacağını biliyor, en önemli iktidar enstrümanlarından birini "AB sopası"nı yitireceğini görüyordu.
Ancak ortada "küçük" bir sorun var. Elde edilen sonucu bir başarı, hatta "zafer" gibi sunmak gerekiyor. Zorluk da burada. Belki ortada "paçayı kurtarmayı" sağlayacak bir "tarih/takvim" var, ama bir "zafer" yok. Bu nedenle AKP, Brüksel'de aldığı "müzakere tarihi"nin, orada verdiklerinden daha önemli olduğunu göstermek, dahası buna kamuoyunu ikna etmek zorunda.
Kim kaybetti?
Hükümetle içiçe geçen çok satışlı gazeteler, ertesi gün "Başardık", "Zafer", "Merhaba Avrupa", "Artık Avrupalıyız" ya da "Yolun açık olsun Türkiye" gibi başlıklarla çıkmasına karşın, kamuoyu pek tatmin olmuş görünmüyor. Bu nedenle ülkesine ve toplumuna derin bir inançsızlık içinde olan; rantiye ekonomisinden beslenen; batıcı, liberal ve kişiliksiz bazı yeni ıslahatçı yazarlar AB'cileri eleştirenlere dönüp, büyük bir telaş içinde "kaybettiniz" diyorlar. Çaresizler ve onun için bu ülkenin tarihsel dönemeçlerden birini oluşturacak nitelikteki AB zirvesini bir mahalle maçı seviyesinde ele alıyorlar.
Çaresizler çünkü, sis dağılmaya ve ortada bir "zafer" olmadığı anlaşılmaya başlanınca Türkiye'nin iç politik dengelerinin değişmesi kaçınılmaz görünüyor. Yaratılan illüzyon bir süre durumun idare edilmesini sağlayacak belki, ama öyle anlaşılıyor ki, hükümetin Brüksel'de attığı imzanın yol açacağı ağır sonuçların toplum tarafından anlaşılması için çok beklemek gerekmeyecek.
Gerçekten bir tarih verildi mi?
Sermaye çevrelerinin yakından takip ettiği ve sıkı bir AB'ci olduğundan kimsenin kuşku duyamayacağı Hürriyet gazetesinin ekonomi yazarı Ege Cansen, aslında AB'nin Türkiye'ye bir "müzakere tarihi bile vermediği"ni yazıyor. (Hürriyet, 22.12.2004) Yine Avrupacı ve entegrasyoncu olduğundan kuşku duyulamayacak bazı yazar ve "kanaat önderleri" ilk günün şamatası geçince "daha temkinli" olunması gerektiğini tavsiye ediyor.
Türkiye'nin ve hükümetin AB zirvesi öncesinde ilan ettiği tutum ile zirve sonuçlarının kısa bir karşılaştırması bile bize önümüzdeki tabloyu açıkça görmemizi sağlayacaktır. Zirve sonuçlarını genel hatlarıyla şöyle sıralayabiliriz:
1- Türkiye'nin, tam üyelik hedefini saptıracak hiçbir kararı kabul etmeyeceği belirtildi. Dolayısıyla, ucu açık bir müzakere sürecinin reddedileceği ilan edildi. Oysa, zirve kararlarında, "müzakere sürecinin doğası gereği ucunun açık" olduğu ve tam üyeliğin "garanti edilemeyeceği" açıkça belirtildi. Üstelik zirve kararında, müzakerelerin başarısızlıkla sonuçlanması halinde, "Türkiye'nin Avrupa yapılarına sıkı bağlarla demirlenmesinin sağlanması" gibi garip bir ifade yer aldı. Böyle bir yaklaşım daha önce hiçbir ülke için sözkonusu olmamıştı. Bu karar açıkça Türkiye için tam üyeliği değil, "imtiyazlı ortaklık" diye ifade edilen özel bir statünün öngörüldüğünü ortaya koymaktadır.
2- Kıbrıs Cumhuriyeti'nin (Kıbrıs Rum Yönetimi) tanınmasının bir ön şart olarak kabul edilmeyeceği ısrarla vurgulandı. Ancak, 3 Ekim 2005 tarihinden önce 1963 Ankara Antlaşması'nın yeni üye on ülke ile imzalanacağı kabul edildi. Bunun anlamı şudur; eğer bu süre içinde Kıbrıs'ta bir çözüm olmazsa Türkiye Kıbrıs Cumhuriyeti'ni tanıyacaktır.
3- Hiçbir alanda, özellikle serbest dolaşım konusunda kalıcı kısıtlamanın kabul edilmeyeceği belirtildi. Zirve kararlarında ise, "uzun geçiş dönemleri, özel sınırlamalar ve kalıcı kısıtlamalar" konulabileceği açıkça yer aldı. Böylece, sadece işgücünün serbest dolaşımının değil, ürünlerinde (özellikle tarım ürünleri) AB pazarına girmesinin engellenebileceği kayıt altına alınmış oldu. Üstelik, Avrupa Sosyal Fonları'ndan da (yani para kaynaklarından) Türkiye'nin yararlanmasının ya sınırlanacağı ya da kalıcı olarak engelleneceği de benimsenmiş oldu. Yani para da yok.
4- Tam üyelik sürecinin başlatılacağı müzakere tarihinin, başka bir zirveye bırakılmadan açıkça ilan edilmesi istendi. Zirve kararlarında sadece bu talep karşılandı ve 3 Ekim 2005, müzakerelerin başlangıç tarihi olarak benimsendi.
Ayrıca, müzakerelere başlansa bile "performans kriterleri" diye kavramsallaştırılan yeni eşikler konuldu. Buna göre, 31 başlıktan oluşan müzakere maddelerinin her biri için Türkiye'nin gerekli yasal adımları atıp atmadığına bakılacak. Dahası, ikinci bir başlığa geçmek için her düzenlemede "uygulamanın görülmesi" gerekecek. Eski başbakanlardan Mesut Yılmaz'ın bile karşı çıktığı bu koşul, müzakere sürecinin sanıldığı gibi 10 yıl değil 30, hatta 50 yıl bile sürebileceğine kapıyı aralıyor.
Kaldı ki, eğer şartlar değişmezse Kıbrıs Cumhuriyeti'nin elinde tuttuğu veto hakkına (AB'de kararlar oy birliğiyle alınıyor) ek olarak Fransa ve Avusturya'nın referanduma gideceğini açıklaması da tam üyelik hedefini neredeyse imkansız hale getiriyor.
Politik dengeler her an değişebilir
Kıbrıs Cumhuriyeti'ni tatmin edici bir çözüm geliştirmeden tanımak Türkiye'nin geleneksel iktidar dengelerini altüst edebilecek nitelikte bir sonuç yaratacaktır. İşgücünün serbest dolaşımının kalıcı olarak sınırlanması ya da engellenmesi ise "imtiyazlı ortaklık" gibi ikinci sınıf bir ilişkinin kabulü anlamına geldiği için, toplumun iş ve aş umuduyla verdiği desteğin de geri çekilmesine yol açacaktır.
Durum böyle olunca, AKP hükümetinin iktidar ömrünü 3 Ekim 2005'e kadar uzattığını, ancak daha sonrası için Türkiye'yi bir belirsizlik ortamının beklediğini söyleyebiliriz. Bu nedenle AKP, daha önce de yazdığım gibi, 5 yıllık yeni bir hükümet dönemini garanti etmek için baskın bir erken seçim denemesine girişebilir.
Küresel hegemonya mücadelesinin dışına düşmemek için Türkiye gibi Avrasya jeopolitiğinin önemli bir ülkesini kaybetmeyi göze alamayan AB, kendisinden bekleneni yaptı. Amerikancı bir ülke olarak gördüğü Türkiye'yi ne tam olarak içine aldı ne de "ipini" bıraktı.
Ancak, bu ipin AKP hükümetini kurtarıp kurtaramayacağı ise meçhul. Artık hükümetin tek gücünün bulunduğunu var sayabiliriz; muhalefetin dağınıklığı, programsızlığı ve güçsüzlüğü. (MY/BB)