29 Kasım günü dönem başkanı ve bu sıfatla 16-17 Aralık Zirvesi'nin sorumlusu Hollanda'nın sızdırdığı ilk karar taslağında tam üyeliğe değil ikinci sınıf bir üyeliğe götürebilecek ifadeler yer alıyordu. Müzakereci heyetimizin itirazları ve toplumun tepkileri sonucunda bu sorunlu ve tehlike arz eden ifadeler kabul edilen metinden çıkarılmış, metne değişik paragraflarda dahil edilmek istenen benzer ifadeler de sonuçta metne girmemiştir.
Bunlar kimi yorumcuların sandığı gibi kendiliğinden olmamış ve çetin pazarlıklar sonucunda elde edilmiştir. Son metin elbette fevkalade bir metin değildir, ama bu gibi tarihî anlam ifade eden pazarlıklarda taraflardan birini yüzde yüz tatmin eden bir metin yoktur.
Kissinger'in dediği gibi, "en kalıcı anlaşma tarafların eşit derecede gayri memnun kaldıkları anlaşmadır". Metinde kamuoyunda tartışılan üç temel konu var: Güney Kıbrıs'ın tanınıp tanınmayacağı, koruma ve istisnaî tedbirlerin kalıcı olup olmadıkları ve müzakerelerin ucunun açık olmasının getireceği düşünülen belirsizlik. Ayrıca 3 Ekim'de tam olarak neyin başlayacağı tartışılıyor.
Kıbrıs maddesi kalıcı çözüm için fırsat oluşturmalı
Esasen, Avrupa Birliği (AB) üyesi Güney Kıbrıs'ın tanınması sadece müzakerelerin fiilen başlaması için değil müzakere ve uyum çalışmalarının sükûnet içerisinde cereyan etmesi için de gereklidir. Ancak bu tanımanın dolaylı yani Gümrük Birliği'ne otomatik olarak taraf olacak on yeni üyeden biri olarak değil birleşmiş yeni Kıbrıs'ın doğrudan tanınması olarak gerçekleşmesi gerekiyor.
Hedefimiz 3 Ekim 2005'te Türkiye ile müzakerelerin başlaması için toplanacak Hükümetlerarası Konferans'ta (HAK) masanın karşı tarafındaki 25 ülke tabelasından "Kıbrıs"ın ardında birleşmiş Kıbrıs'ın oturması olmalıdır. Yoksa önümüzdeki dokuz ay, er veya geç, şu veya bu adla gerçekleşecek olan tanıma için kazanılmış kısa bir mühletten başka bir şey değildir.
Kalıcı koruma yok
Değişik mecralarda dile getirdiğimiz gibi serbest dolaşım, yapısal fonlar ve tarım sübvansiyonları gibi AB'nin temel felsefesiyle ilgili konularda kalıcı koruma getirilmiyor. Birçok aday ülke için zamanında uygulanan ve halen yeni üyelerin tâbi olduğu geçici korumalar Türkiye için de daima el altında tutulacak.
Metinde bu ifade var ve bu gibi diplomatik dil cambazlıklarına vakıf ana muhalefet partisinin eski büyükelçi tenorlarının ısrarla aksini iddia etmelerini anlamak mümkün değil. Doğru okumayı yapan Dışişleri Bakanlığının 28 Aralık'ta yayımladığı 171 sayılı açıklaması bu tartışmaya son noktayı koymalı.
Bu açıklamanın gözden kaçan bir diğer özelliği var: Belki ilk kez Dışişleri içeriye yönelik bir açıklama yapmak zorunluluğunu hissediyor. Ne âlâ. AB sürecinin bir dış mesele olmadığının ve hepimizin işi olduğunun erken bir kanıtıdır bu açıklama ve giderek yaygınlaşması temennimizdir.
Müzakereler her adayla ucu açık başlar
Müzakerelerin ucu açık olması yani sonucunda üyeliğin garanti olmaması konusu Türkiye'ye özgü değildir. Daha önceki uygulamalarda aday ülkelerin müzakerelere başlama kararlarında, örneğin 12-13 Aralık 1997'de yapılan ve bugün üye olmuş altı ülkeyle müzakereleri başlatan Lüksemburg Zirvesi kararlarının 26. paragrafında müzakere sonuçlarının garanti olmadığı ve adaylar arasında farklı hazırlık ritimleri ortaya çıkabileceği ifade edilir.
Nitekim ne Lüksemburg Zirvesi'nde ne de diğer altı adayla müzakereyi başlatan 1999 Helsinki Zirvesi kararlarında adaylara katılım tarihi verilmiştir. Adaylar yol aldıkça ve başarıyla ilerledikçe kendilerine bir katılım yılı verilmiştir. Türkiye için en olası tarih, 2014-2020 bütçe döneminden önce katılımın mümkün görünmediğini ifade eden paragrafta yatıyor, o da 2014.
Sonuçta, gerek katılım tarihi konusu, gerek AB'nin çekince ve kaygılar sonucu şimdiden kayda geçirmeye çalıştığı koruma şerhleri müzakere boyunca oluşacak karşılıklı güven sayesinde çözüme kavuşacak konulardır.
3 Ekim'de tarama başlayacak
Türkiye 3 Ekim'de müzakerelere Hükümetlerarası Konferans adı verilen ve üyelerle adayı bir araya getiren toplantı/tören ile başlayacak. Tarama (screening) sürecinin başlatılması, müzakerelerin önce hangi ana başlıklarda açılacağı ve süreçle ilgili diğer konular bu konferansta karara bağlanacak.
Müzakereler, sürecin ilk aşaması olan tarama ile başlayacak. Aday ülkenin müzakerelere hazırlanmasını ve sürecin hızlandırılmasını hedefleyen tarama döneminde Müktesebat ile aday ülke mevzuatı arasındaki farklılıklar belirlenir ve uyumda karşılaşılabilecek sorunlar değerlendirir.
Teamül gereği taramanın 3 Ekim'den önce başlaması mümkün değil, ancak zaman kazanmak için taramanın HAK toplantısından bağımsız olarak sessiz sedasız başlatılması 17 Aralık öncesinde pazarlık edilebilirdi. Bu yapılmadı zira nedense Türkiye'de tarama çalışmaları pek hafife alınıyor. Halbuki bu çalışmalar esnasında ulusal mevzuatla karşılaştırılacak olan AB mevzuatı (Müktesebat) daha Türkçe'ye tercüme edilmedi. Önceki dönemlerde yapıldığı iddia edilen karşılaştırmanın ise pek bir kıymeti harbiyesi yok.
17 Aralık kararı Türkiye ve Avrupa için ne ifade ediyor
Türkiye, 17 Aralık kararı ile 200 yılı aşkın modernleşme yolculuğunda çok anlamlı bir eşiği aşmış bulunuyor. Çökmekte olan Osmanlı'nın Batı teknikleri ile ayakta kalma çabalarının, başından beri sadece devleti kapsayan, Cumhuriyet ile birlikte de topluma sadece tepeden inen bir değişim anlayışının 17 Aralık kararı ile geldiği yerde AB'nin toplumsal katılımı şart koşan pratikleri belki ilk kez, batılılaştırılan bir halka toplumsal aktör olarak kendi kaderine sahip çıkma olanağını sağlıyor.
Türkiye'de egemen olan devlet, toplum değil. Yalnızca devletin tarif ettiği sınırlar içinde ve aslında hiçbir zaman tam anlamıyla egemen olamamış bu toplumun egemen olmasının yolu devletin egemenliklerini diğer devletlerle ve kendi toplumuyla paylaşacağı Avrupa Birliği'nden geçiyor. Bu anlamda 17 Aralık kararı Türkiye toplumunun önüne yepyeni bir ufuk açıyor.
Türkiye Avrupa'ya geri dönüyor
Diplomasi tarihi açısından bakıldığında, 17 Aralık kararı Türkiye'nin 1918'de terk ettiği Avrupa'ya dönüşünü simgeliyor. Müstakbel AB üyeliğimiz diğer "Avrupalı" üyeliklerimizle (Avrupa Konseyi, NATO, AGİT, OECD) hiçbir şekilde eşdeğer değildir. AB üyeliği Avrupa'da siyasî söz sahibi olacağımız anlamını taşıyor. Bazı AB üyesi ülkelerin son aylardaki çırpınmaları ve mızıkçılıklarının nedeni de zaten bu perspektif.
Ancak madalyonun bir de diğer yüzü var: Avrupa'ya geri dönüş, dış politikasını kabaca Amerika Birleşik Devletleri (ABD) yörüngesine oturtmuş, Avrupa'yı ABD'li gözlüklerle okumaya alışmış, ABD gibi güvenlik politikasını daima diğer politikalara üstün tutmuş ve Avrupa'nın 1945 sonrasında yaşadığı barışçı, paylaşımcı ve dayanışmacı sürece zihnen epeyi uzak bir Türkiye için muazzam bir meydan okuma.
Bu anlamda Türkiye'nin İngiltere gibi bir ayağı Avrupa'da öbür ayağı Amerika'da bir AB'li olması mümkün görünmüyor ve aksine Türkiye, kıta Avrupa'sının büyük ülkelerine benzer bir AB'li olduğu ölçüde üyelik perspektifini güçlendirecek. Artık en "atlantist" yani "Amerikancı" gözlemcilerin dahi kabul ettikleri yeni bir olgu var dünyada: ABD, siyasî AB'yi kendisine rakip görüyor ve AB'nin siyaseten palazlanmasından hoşnut değil. Irak savaşı ile ayyuka çıkan bir tarihî ayrılık/bölünme (schisma) söz konusu. Türkiye bu saflaşmada yerini bellerken azamî derece dikkatli olmalı.
Ve elbette 17 Aralık kararı Türkiye'nin 1959'da başlayan AB macerasının vardığı hayatî bir kilometre taşı. Belki bir anlamda ve bütün olasılıkları gözden kaçırmaksızın, Türkiye AB'ye 17 Aralık'ta üye oldu diyebiliriz.
Avrupa bu kararla kendini aşmış durumda
Avrupa ise, 17 Aralık kararı ile kendini aşmış bulunuyor. Bu kararı alırken son derece zorlanması ve karara bin bir türlü çekince eklemeye çalışması bu yüzden. 17 Aralık kararı ile, 1 Mayıs 2004'te gerçekleşen ve 1945'te bölünen Avrupa'nın tekrar birleşmesini simgeleyen genişlemeyle yetinemeyeceğini idrak ve kabul etti Avrupa.
Böylece, eğer her şey yolunda gider ve devamını getirebilirse, bu yüzyılda ABD ve Çin ile birlikte bir dünya gücü olmanın ilk temelini attı. Bu anlamda 17 Aralık kararı hem Avrupa'yı hem Türkiye'yi aşan ve dünyayı ilgilendiren bir karar niteliğindedir.
17 Aralık'ta verilen mesaj bu çerçevede ve ilk ağızda, Avrupa'nın, Akdeniz, Arap ve Müslüman coğrafyalarına yolladığı bir dayanışma anlamını taşıyor. Çok yakın bir zamana dek ABD'nin başını çektiği medeniyetler ve esasen dinler çatışması eksenine oturmuş bir dünyaya verilen yeni bir umut olarak beliriyor.
17 Aralık sonrasındaki öncelikler
3 Ekim 2005 tarihini kalıcı çözümü zorlamak için fırsat addetmek gerekiyor. Türkiye'de bazı çevreler Türkiye'nin üyelik müzakerelerinin Kıbrıs'taki durumdan zarar görmeyeceğini, Gümrük Birliği kapsamında yapılacak bir dolaylı tanımadan sonra statükonun, Türkiye'nin üyeliğine kadar sürdürülebileceğini ve vakti geldiğinde kuzeyin veya Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin (KKTC) Türkiye ile beraber üye olabileceğini düşünüyorlar. Bu Rum tarafını tanımamak ve AB'nin ilkelerini bilmemektir.
Türkiye açısından Annan Planı bugün için en anlamlı metin olarak masada duruyor, ancak Rum tarafı için bu böyle değil. Rumlar 17 Aralık kararının Kıbrıs maddesinde görüldüğü gibi zamana oynamaya ve Türkiye'nin müzakere sürecini, sorunun kendi görüşleri doğrultusunda halli için istismar etmeye niyetliler.
AB tarafı, taraf olmamak için saklanacak delik arıyor ve sonuçta Türkiye yeniden ABD/İngiltere ikilisine muhtaç görünüyor. AB üstelik aylardır, kuzeyde referanduma "evet" oyu atanları AB'den soğutmak istercesine verdiği sözleri tutmaktan geri kaldı.
İçerde, 3 Ekim 2005'e karşılık Kıbrıs'ın "verildiğini" ilân etmiş bulunan ve kuzeydeki 20 Şubat 2005 milletvekili seçimlerinde Ulusal Birlik Partisi'nin (UBP) kazanması amacıyla çalışacak red cephesi var. Anamuhalefetin beyanları, bu cepheye yakınlaşabileceğini gösteriyor. Bu cepheleşme de hükümetin çözüm iradesini zorluyor. Ara yolun ne olabileceği, nereye kadar ve ne konuda taviz verileceği daha belli değil.
İki sarsılmaz gerçek varsa ilki Türkiye'nin AB üyeliğinin Kıbrıs'tan önce geldiği, diğeri de bulunabilecek çözümün son tahlilde dişe dokunur bir askerî indirimden geçtiği. Çözüm taraftarlarının biran evvel kolları sıvaması lâzım.
Süreci topluma mal edebilmek
Üyeliğe hazırlık süreci kimi yorumcuların iddia ettiğinin aksine epeyi sancılı ve uzun geçecek. Türkiye toplumu ilk kez doğrudan yaptırımcı ve bağlayıcı bir kurallar silsilesiyle tanışacak. Türk mevzuatından çok daha ayrıntılı ve katı içerikli, toplum ve yurttaşın günlük faaliyetlerini birebir ilgilendiren AB mevzuatı hayatımıza, örneğin IMF reçetelerinden çok daha doğrudan yansıyacak.
Bu kuralların uygulanması ise müzakerelerde ilerleme kaydetmenin koşulu. AB, müzakeresi bitmiş bir anabaşlıkta uygulamayı tespit etmeden yeni bir anabaşlık açmak niyetinde değil. Beş-altı yılda hazır olunacağını iddia edenler işi sadece ekonomi ağırlıklı teknik uyum çalışması sanmakta ve halkın AB taraftarlığını değişmez bir veri addedip yeni yasaların tıpkı devrim yasaları gibi tepeden empoze edilebileceklerini düşünmekteler. Halbuki ülkenin genel teamüllerini hatırlarsak yolumuzun ne denli çetin olduğu ortaya çıkacaktır.
Aklı fikri kuralları delmek veya bypass etmekte olan ve esasında kural sevmez bir toplumun AB mevzuatına ayak uydurması hiç de kendiliğinden olmayacaktır. Eski köye gelecek yeni âdetler, bir yasağı üç günden fazla tanımamaya alışık halkımızı rahatsız edecek, işlerin uzamasıyla birlikte, giderek AB'den hızla soğuması tehlikesini beraberinde getirecektir. Böylesi bir gelişmenin siyasî sonuçlarını ise hiç küçümsememek gerekiyor.
Bu tehlikeyle baş edebilmek için önümüzde herhalde iki anayol var: Yurttaşa yönelik ülke çapında ve uzun soluklu bir bilgilendirme, diğer taraftan ve bu çabaya koşut olarak yurttaşın AB'yi sahiplenmesini, AB işinin esas sahibinin kendisi olduğunu bilmesi amacıyla onu başından itibaren, temsilcileri aracılığıyla hazırlık çalışmalarına katmak.
AB kurallarının uygulanması ve üyeliğin lâyıkıyla gerçekleşmesi ancak bu sayede olabilir. Bu amaç doğrultusunda müzakereler esnasında son kullanıcı/uygulayıcı toplumla kamuyu bir araya getirecek paylaşımcı ve katılımcı bir mekanizmayı önce aramak ve sonra kurmak gerekiyor. Ancak bu çabaların kolay sonuç vereceğini beklememek ve sabırla çalışmak gerekiyor. Zira Türkiye'nin idarî geleneklerinde yasayı hazırlayan da müzakereyi yapan da sadece devlettir ve devlet işine toplum karıştırılmaz.
Kemikleşmiş bir gizlilik ilkesinin hakim olduğu bu ortama genellikle Ankara'da oturan sınırlı sayıda, ayrıcalıklı ve "devlete yakın" bir uzman kitlesi dahildir. AB süreci gibi katılımcı, şeffaf ve ancak topluma mal oldukça somutlaşacak bir süreçte bu alışkanlıkların sürdürülmesi mümkün gözükmüyorsa da bunların değişmesi kolay olmayacaktır.
Ekolojik tarım seferberliği başlatmak
AB üyeliğine hazırlık çalışmaları arasında Türkiye'nin en çok başını ağrıtacak konu, şüphesizki tarım olacak. Ekonomik, sosyal ve siyasî anlamda tarım dev bir sorun olarak önümüzde duruyor. AB'nin tarım verileriyle bizimkiler arasında uçurumlar var.
AB'nin adı üstünde "Ortak Tarım Politikası"na uyum için büyük değişim ve fedakârlıklar gerekecek. Ancak durumumuz söylendiği kadar da kötü değil, zira Türkiye'nin kayda değer bir ekolojik tarım potansiyeli mevcut. Ekolojik tarım moda tabirle tipik bir "win-win" yani herkesin kazançlı çıkacağı bir tarım ve yaşama biçimi. Verimliliği artırmak amacıyla küçük işletmelerin ortadan kalkması ve üretimin mekanize olması gerektiğini önerenler bu dönüşüm sonucunda atıl olacak, milyonlarla telaffuz edilen vasıfsız işgücünün ne olacağını hiç hesaba katmaz.
Sanayii işçisi olmaları, onları istihdam edecek artık öyle bir sanayii olmadığından mümkün görünmeyen ve tek çareleri göç etmek olan bu insan yığınlarının kentlerde nasıl lümpenleştiğini bugünden görüyoruz. Bu kâbus senaryosuna karşılık ekolojik tarım ve kırsal kalkınma Türkiye'nin tek çıkış yolu konumunda.
İlgi ve dikkat isteyen, emek-yoğun bir tarım biçimi olan ekolojik tarımın artı değeri tüm diğer tarım biçimlerinden kıyaslanamayacak kadar yüksek; bu beslenme biçimine AB'den talep ise olağanüstü boyutlarda. Varlıklı AB yurttaşı herkesin ürettiği sası domatesi yemek, kokmayan çiçekleri vazosuna koymak istemiyor.
Ekolojik tarım yaygınlaştıkça, çığ gibi büyüyen çevre sorunlarımıza da çare oluşturacak, yerli tüketicinin de vasıflı ürün tüketmesini sağlayacak. Ekolojik tarımın altyapısını ivedilikle oluşturmak ve Aralık ayında çıkan yeni Organik Tarım Yasasının ülke çapında ekolojik tarım seferberliğinin ilk etabı olarak hayata geçmesini sağlamak gerekiyor.
Avrupa'da iletişimi kurumsallaştırmak
Pek çoğumuz AB'nin, Kopenhag Siyasî Kriteri yerine getirildiğinde müzakereleri başlatma kararını otomatik olarak vereceğini zannederken, bunun o denli basit olmadığı ortaya çıktı. Esasında AB mızıkçılık ve oyunun kuralarının değiştirme emarelerini Aralık 2002'de Kopenhag Zirvesi'nde vermeye başlamıştı. Özellikle yaz sonrasında Avrupa'da olabildiğince güçlü ve yaygın bir kavga verildi.
Türkiye 17 Aralık kararını dişi tırnağıyla elde etti. Bu çabalar olmasaydı AB'nin yine de müzakereleri başlatacağını düşünenler Avrupa'da verilen bu kavgayı küçümsemekle kalmıyor, en tehlikelisi bundan sonra yapılması gereken iletişim ve kamu diplomasisinin hayatî önemini anlamıyorlar.
17 Aralık kararı bir çok AB üyesi ülke kamuoyunun içine sinmiş değil. Bunlar arasında Almanya, Avusturya, Danimarka, Fransa ve Hollanda kamuoyları gibi Türkiye'ye derin kuşkuyla ve bazen de travmatik bir ruh haliyle yaklaşan kamuoyları mevcut. Mesela bugün Frenkler Türkiye'nin ne olup ne olmadığını Alexandre del Valle ve Philippe de Villiers adlı iki radikal faşistten öğreniyor!
Bu ülkelerdeki Türkiye karşıtı güçler 17 Aralık'tan hemen sonra saflaşmaya ve birlikte hareket etmenin yollarını aramaya başladılar. Üye olmaya hazır olduğumuz gün 28 üye ülke parlamentosu ile Avrupa Parlamentosunun onayına gerek olacak. Fransa gibi bu onayı referanduma götürmek isteyenler de cabası. Ayrıca Fransa denince akla Ermeni meselesinin bu ülke tarafından nasıl Türkiye'nin üyeliğine karşı kullanılabileceği geliyor. Sırf bu neden bile Ermeni meselesinin, Türkiye'de konuşulmaya başlanmasını gerekli kılıyor. Ve elbette bu, Fransızlara bırakılmayacak kadar ciddî bir mesele.
Kim ne derse desin AB-Türkiye ilişkileri derin bir güven ve bilgi boşluğunda seyrediyor. Müzakere/uyum/uygulama süreci karşılıklı güven tesisinde temel teşkil edecek. Teknik çalışmalara yabancı olan AB kamuoylarına ise pedagoji ve iletişim gerekiyor. Bu çalışmaların da artık yepyeni ve profesyonel bir zeminde ele alınması gerekiyor.
17 Aralık sonrasında siyaseti neler bekliyor
Türkiye'de siyaset esas şimdi başlayacak. Esasen 1999 sonunda adaylığımızın teyidiyle başlamış olan bu süreçte temel siyasî ayrışım çizgisi epeyidir AB üyeliğiyle belirleniyor. Nitekim bu saflaşma AB karşıtları arasında çoktan gerçekleşti.
"Kızıl elma" tabir edilen koalisyonda klasik sol ve klasik sağdan pek çok akım yer alıyor. Anamuhalefet partisinden bazı kesimler de Kıbrıs ve AB uyumu konusundaki tavırlarını netleştirince bu koalisyonun parçası olabilirler. Keza AB kurallarından canı yanacak değişik kesimlerden çıkacak hoşnutsuzluklar ret cephesini daha da güçlendirebilir.
AB'nin bu ülke için önemini kavramış olanların bu olasılıklar karşısında son derece dikkatli ve ihtiyatlı olmaları gerekiyor. Son derece nazik bir kitle, bazı yorumcuların üzerinde yeterince düşünmeden AB süreci sonunda ortadan kalkacaklarını ulu orta iddia ettikleri tarım ve hayvancılıkla uğraşan nüfustur.
Yukarıda belirttiğimiz gibi, Türkiye'de tarımın bekâsı ekolojik tarımdan geçiyor ve bu sayede, tarım kesimi için öngörülen felâket senaryoları gerçekleşmeyeceği gibi tarım ülkenin en gözde etkinliğinden birisi haline gelecek. Türkiye ekonomik, siyasî ve sosyal sorumluluk adına bu dönüşümü gerçekleştirmeye mecbur.
AB taraftarı saflaşmaya gelince, ufukta herhalde demokratlık zemininde bir yol arkadaşlığı görünüyor. Ancak yine de müzakere/uyum/uygulama çalışmalarında hükümeti izleyecek ve teşvik edecek yapıcı bir muhalefet gerekiyor. Bugün itibariyle böyle bir siyasî yapılanma daha ortada yok ve kurulana dek belki muhalefet işlevi AB'nin esas sahibi olan toplumdan geçecek. 2002'den beri Kopenhag Siyasî Kriteri'ne uyum amacıyla çıkan yasaların artık lâyıkıyla uygulanmaları ve yeni Anayasanın hazırlanması, sahip çıkılması gereken işlerin başında geliyor.
Farklı kimliklerin ülke çapında siyaset yapmaları yeğdir
Lozan azınlıkları ile ilgili kemikleşmiş sorunlar ve diğer farklı kimliklerin demokratik talepleri yeni dönemde gündelik konular haline gelecektir. Ürkmemek ve meseleleri korkusuzca tartışabilmek Türkiye'nin önünü açacaktır. Geçmişte birbirimize reva gördüğümüz acıların konuşulması bu ülkeye kalıcı bir toplumsal barışın yerleşmesi için olmazsa olmaz bir koşuldur.
Bu sorgulamalara koşut olarak farklı kimliklerin AB çalışmalarına ulusal düzlemde sahip çıkmaları onların siyasî ve hukukî adalet arayışlarını kolaylaştıracaktır. AB sürecinde harcanacak ortak çabalar, hakların tanzimini, tarihle yüzleşmeyi ve sonuçta toplumsal barışı çok daha sağlam temellere oturtacak bir dinamik yaratacaktır.
Türkiye'nin yeni ufku
Türkiye ısrarla istediği tarihi aldı. 17 Aralık 2004 tarihi sonrasında yeni tarihimiz 3 Ekim 2005. Genelde hafızamız sadece sabit günleri belliyor, aradaki boşluklar ise doldurulmayı bekliyor. Geleceğe dönük beklentilerimiz birer günlük ve statik mihenkler olarak kalmamalı. Tarih anlayışımız bir defalık zaferler (veya hezimetler) olarak değil dinamik süreçler ve uzun vadelerle belirlenmeli artık. Önümüzdeki dokuz aylık dönemi en etkin biçimde değerlendirmemiz, kalan engelleri bertaraf etmemiz, müzakere/uyum/uygulama sürecinin temellerini atmamız ve 3 Ekim sonrasında da bu iradeyi sürdürmemiz gerekiyor.
Türkiye'nin artık yepyeni bir ufku var, Avrupa'nın da bu sayede oluşan yepyeni bir ufku var. Görevimiz bu heyecan verici dönemi lâyıkıyla değerlendirip çocuklara daha yaşanılır bir dünya bırakmak...(CA/BB)