"Faşizmin eline bir kere düşmeyeceksin"
Deniz
Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idam edilişinin 52. yıldönümü nedeniyle, avukatları Halit Çelenk’in “İdam Gecesi Anıları” kitabının dokuzuncu baskısı için kaleme aldığı önsözü paylaşıyoruz...
***
O “uzun gece”den bu yana yirmi yıl geçti. Gecenin acılı ve başdöndürücü saatleri bugün gibi gözlerimin önünde ve o gece, hukuksal değil ama siyasal amaçlı, adaletsiz bir kararla, yurtsever, inançlı ve erdemli üç genç insanın yaşamına son verildi. Ölüm cezası kimi hukuk uzmanları tarafından güçsüz bir iktidarın güç gösterisi olarak
nitelenir. O günün iktidarı bu gösteri için üç cana kıydı.
Kamuoyu günümüze kadar bu cezayı benimsemedi, içine sindiremedi, haklı bulmadı. Toplantılarda, yürüyüşlerde, basında buna karşı çıktı. Ölüm cezası ile eylemler arasında orantı görmedi, o eylemlere ölüm cezası verilmesini adaletsiz buldu. Onlar hiç kimseyi öldürmemişlerdi. Ülkenin ve halkın yararına gördükleri kimi eylemlere girmişlerdi, insanlarımız bu inançlarını kimi kez konuşarak, kimi kez davranışlarıyla ortaya koydu.
Kamuoyunun, özellikle önemli toplumsal olaylarda bir sağduyusu vardır. Baskılı dönemlerde bile bu sağduyu kendini gösterir. Bu sağduyuda yanılgı bulmak çoğu kez olanaksızdır. Hukuksal ve teknik açıdan çetrefil konularda bu sağduyu gerçeği görebilir. Kamuoyunun Gezmiş - Aslan - İnan olayındaki tutumu bu olmuştur.
Adli hata mı?
Adli Hatada bir yanılgı vardır. Bu olayda bir yanılgıdan söz edilebilir mi? Siyasal iktidarın amaçları doğrultusunda oluşturulan bir hükümde yanılgı aramak olanaklı mıdır? Davayı gören sıkıyönetim askeri mahkemesinin başkanı Ali Elverdi gerek milletvekili adayı olarak yaptığı propaganda konuşmalarında ve gerekse yayınladığı anılarında kendi siyasal görüşlerini Deniz Gezmiş ve arkadaşları hakkındaki düşmanca düşüncelerini açık seçik ortaya koymuştur.
Bu tür önyargıların egemen olduğu ve hukuk eğitimi görmemiş bir mahkeme başkanının hükmü ve verdiği oy, yansız, objektif ve yargı ilkelerine uygun kabul edilebilir mi?
Kin, hiddet ve önyargı adaletin düşmanıdır. Bu duygu ve tutumların hükme yansıması adalet için en tehlikeli tuzaktır. Öfkeli adalet, adaletsizliktir. Ailesel kaynaklı bir öfke ve gerilimle hüküm verilmesini bile yanlış gören Yargılama Hukuku karşısında yukarıdaki değerlendirmelerin önemi ve özelliği anlaşılabilir. Bu nedenlerle
olağandışı ve olağanüstü yargılamalar ve mahkemeler hukuka aykırıdır.
“Bir kaç kişiyi sallandıracaksın, ondan sonra ortalık nasıl durulur görürsünüz” zihniyeti, bu çağdışı zihniyet, öteden beri benzer hükümlerin gerekçesi olagelmiştir.
Yargıya müdahale
1971 yılında Askeri Yargıtay’a incelenmek üzere bir dosya gönderilmiştir. Bu dosyada sanıklara, işledikleri kabul edilen gasp, tehdit ve öldürme suçlarından ötürü ayrı ayrı ağır hapis cezaları verilmiştir.
Dosyayı inceleyen Askeri Yargıtay Başsavcılığı; Genel Kurmay Başkanlığına 3/7/1971 gün, 971/1285 U. No.lu ve 971/11-99 Tebliğname sayılı bir yazı yazarak “Marksist felsefe ışığında milli demokratik devrimi gerçekleştirmek üzere silahlı eylemlere girişmek ve bu suretle Amerikan emperyalizmi ve onun yerli işbirlikçilerini bertaraf ederek tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye’yi kurmak” amacına yönelik eylemlere ceza yasasının 146.
maddesinin uygulanması gerektiğini bildirmiş, Sıkıyönetim komutanlıklarına ve askeri savcılıklara bu yolda emir verilmesini istemiştir.
Yazı şöyledir:
Genel Kurmay Başkanlığı’na
Yüksek makamlarının da bilgileri olduğu üzere, Askeri Yargıtay Başsavcılığımın önemli bir görevi de askeri yargıda içtihat birliğini sağlamak üzere gerekli kanuni işlemleri yapmaktır. Askeri Yargıtay’a intikal eden dava dosyaları münasebetiyle, özellikle bu ilkenin gerçekleşmesine çalışılmakta, gerek içtihatları birleştirme ve gerekse
Daireler Kurulu Kararıyla belirli içtihatlar tesis olunmaktadır.
Bu kere, İstanbul I No’lu Sıkıyönetim mahkemesince çeşitli suçlardan dolayı haklarında hüküm verilmiş olan (Ömer Ayna) adındaki sivil kişiye ait dava dosyasının incelenmesinde;
Sanığın (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu) adındaki kanunsuz örgüte bağlı olduğu, örgütün stratejisi “Marksist felsefe ışığında milli demokratik devrimi gerçekleştirmek üzere silahlı eylemlere girişmek ve bu suretle Amerikan emperyalizmi ve onun yerli işbirlikçilerim bertaraf ederek tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye’yi kurmak” olduğu, örgütün merkezi Ankara’da ve şefi Deniz Gezmiş olup hücre usulü ile faaliyette bulunduğu, Ömer Ayna’nın önce Cihan Alptekin ve sonra Nahit Töre ile çalışmaya başladığı, örgüt mensupları olarak Avni Gökoğlu, Sinan Cemgil, İbrahim Öztaş, Osman Bahadır, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Kor Kocalak, Ferruh Vakıf Ahmetoğlu, Rukiye Dülger ve soyadlarını bilmediği Ali Atilla, Mehmet adındaki kişileri tanıdığı veya bildiği anlaşılmaktadır.
Bu durumda adları geçen ve bunlardan başka örgüte mensup diğer kişilerin merkezden veya merkeze bağlı hücre şeflerinden aldıkları emir ve direktiflerle belli bir amacın gerçekleştirilmesi için silahlı eylemlere giriştikleri ve belirli bir amaca varmak için adam öldürme, soygun, gasp, tehdit ve sair suçları işledikleri kanısına varılması ve dolayısıyla Türk Ceza Kanununun 146. maddesinin unsurlarını teşkil eden bu eylemlerin ayrı fiiller olarak cezalandırılması kanunsuz görülmesi itibariyle, bu hususa değinen Sıkıyönetim Komutanının temyiz istemi kabul ve bir örneği ilişikte sunulan tebliğname ile, hükmün suç vasfı yönünden bozulmasına karar verilmesi istenilmiştir.
Ancak, örgüt arzulandığı gibi Ömer Ayna’dan ibaret bulunmaması dolayısıyla yukarıda adları geçen ve başkaca örgüte mensup olan kişilerin Türkiye’nin neresinde suç işlemiş ve yakalanmış olurlarsa olsunlar bir yerde toplanarak ayni iddianame içinde yer almak suretiyle, bu askeri savcılığın nezdinde bulunduğu sıkıyönetim
mahkemesinde yargılanmaları, gerek aralarındaki irtibatın sağlanması ve gerekse delillerin değerlendirilmesi bakımından faydalı ve lüzumlu sayılmaktadır.
Bu düşüncemiz uygun sayıldığı takdirde Sıkıyönetim Komutanlıkları ve Askeri Savcılıklarına gerekil emirlerinizi tensiplerinize arz ederim.
Fahri Çöker
Tümamiral
Bilgi: M.S.B.’lığına
Dağıtım: Genelkurmay Başkanlığı’na
***
Genelkurmay Başkanlığı da Askeri Yargıtay Başsavcılığının bu yazısını ekleyerek 16/7/1971 gün ve Ad, Müş. 7130-71/1570 sayılı bir yazı ile Sıkıyönetim Komutanlıklarına ve askeri savcılıklara bu tür olaylarda T.C.Y. nin 146. maddesinin uygulanması gerektiğini bildirmiştir.
Bu yazı şöyledir:
İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığına
İstanbul
Sanık Ömer Ayna hakkındaki suç dosyasının Askeri Yargıtaydaki incelenmesi sırasında, Askeri Yargıtay Başsavcılığınca düzenlenen 2/7/1971 tarih ve 1971/1199 sayılı tebliğname ile başsavcılığın mütalaa yazısının sureti İlişikte sunulmuştur.
Gerek mütalaa yazısında ve gerekse teblignamede (Marksist felsefe ışığında milli demokratik devrimi gerçekleştirmek için silahlı eylemlere girişmek ve bu suretle Amerikan emperyalizmi ve onun
yerli işbirlikçilerini bertaraf ederek tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye'yi kurmak) amacına yönelik eylemlerin, T.C.K. nun 146. maddesinde ifadesini bulan tek suç olarak mütalaa edilmesi tezahür eden eylemlerin adi birer suç olmayıp, adı geçen maddenin, (Cebir) unsurunun türlü şekilleri olduğu, bu nedenle bu tür suçları Türkiye’nin neresinde işlemiş ve neresinde yakalanmış olurlarsa olsunlar, faillerinin bir yerde toplanarak tek iddianame içinde mütalaa edilmesinin gerektiği bildirilmiştir.
Bir gerçeğin ifadesi olan bu görüşlerin Sıkıyönetim Komutanları ve Askeri Savcılıklarınca değerlendirilmesi yapılmak üzere bilgi edinilmesini arz ve rica ederim.
İmza
Kemal Taran
Korgeneral
II. Başkan Vekili
Dağıtım:
Ankara Sıkıyönetim Komutanlığına
İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığına
İzmir Sıkıyönetim Komutanlığına
Adana Sıkıyönetim Komutanlığına
Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanlığına
Eskişehir Sıkıyönetim Komutanlığına
***
Gizli
Talimat niteliğindeki bu yazılardan sonra askeri savcılıklar benzer olaylarda T.C.Y. nin 146. maddesine göre davalar açmışlar ve sıkıyönetim askeri mahkemeleri de bu doğrultuda ölüm cezaları vermişlerdir.
Oysa Askeri Yargıtay yasasına göre içtihadı Birleştirme; Askeri Yargıtay Daireler Kurulu İle daireler arasında, ya da bir dairenin kendi kararları arasında hukuksal konularda görüş ayrılığı bulunması halinde başvurulan bir yoldur. (M. 30) Askeri Yargıtay Başsavcılığının ve Genel Kurmay Başkanlığının yazılarına konu olan olayda böyle bir durum yoktur. Ayrıca bu gibi hallerde İçtihadı Birleştirme için başvuru yetkisi Askeri Yargıtay Başkanına aittir. (M. 31) Yasaya göre Genelkurmay Başkanının da böyle bir yetkisi bulunmamaktadır. Bu açılardan Askeri Yargıtay Başsavcılığının yazısında yer alan içtihadı birleştirmeye ilişkin sözler yerinde olmayıp konuya yasal bir görünüm kazandırma çabasından başka türlü yorumlanamaz.
Anayasa ve yasa çiğnenmiştir
A — Olay tarihinde 1961 Anayasası yürürlüktedir. Bu Anayasanın 132. maddesinin ikinci fıkrası şöyle demektedir:
“Hiçbir organ, makam, merci veya kişi yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hakimlere emir ve talimat
veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz.”
Dönemin askeri iktidarı tarafından bu hüküm çiğnenmiş ve yargıya müdahale edilmiştir.
B — Askeri Yargıtay Başsavcılığının ve Genelkurmay Başkanlığının böyle bir talimat vermeye yasal açıdan yetkileri yoktur. 353 sayılı Askeri Mahkemelerin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkındaki Yasa'ya göre askeri birlik komutanları, birliklerinde işlenen suçlardan ötürü askeri savcılara dava açılması için talimat verebilirler. Olayımızda böyle bir durum yoktur. Bununla beraber birlik komutanlarının da işlendiği ileri sürülen suçu nitelemeye yani suçun hukuksal nitelemesini yapmaya (suçun vasfını saptamaya) yetkisi yoktur. Bu yetki mahkemelere aittir.
Ancak mahkeme, bir eylem hakkında hangi yasa maddesinin uygulanacağım, bu eylemin gasp mı, soygun mu, anayasal düzeni ortadan kaldırmaya kalkışma mı? olduğunu saptayabilir. Bu konuda yargıtaya talimat verilemez. Başka bir deyişle suçun nitelenmesini komutan değil mahkeme yapar.
Yukarıdaki açıklamalardan anlaşılacağı gibi dönemin darbeci iktidarı anayasayı bir kenara bırakmış, yargıya kendi düşüncesini kabul ettirmek için çaba göstermiş, yargıyı yönlendirmiş ve bunun aksine hüküm oluşturan mahkemeleri ortadan kaldırmış ve hakimlerini de sürmüş, yada emekliye ayırmıştır.
Hükümsüz infaz
Ölüm cezasını mahkeme değil, bir kurul vermiştir. Bir kişiye “hakim”, bir kurula “mahkeme” adını verebilmek için o kişinin (hukuk eğitimi görmüş hakimin) ve o kurulu oluşturan kişilerin bağımsız olmaları, yansız olmaları, hakim güvencesine sahip olmaları, doğal hakim niteliğinde bulunmaları zorunludur. Bu niteliklere sahip olmayan kişilerden oluşan bir kurula mahkeme adı verilemez. Ona bu adı verseniz bile o mahkeme olmaz. O bir kuruldur, il idare kurulu ya da herhangi yönetsel bir kurul gibi. Ama mahkeme değildir. Bu, anayasanın ve hukukun temel ilkesidir.
Sıkıyönetim askeri mahkemeleri yasaya göre siyasal iktidarabağımlıdır. Atama, yer değiştirme ve özlük hakları Yürütme organı tarafından düzenlenir. Bu mahkemeler, hakim güvencesine sahip değildirler. Her zaman siyasal iktidar tarafından görevden alınabilirler. Yerleri değiştirilebilir. Bu mahkemeler, suçlar işlendikten sonra kuruldukları için “doğal hakim” ilkesine de aykırıdırlar.
Bu dava ve yargılamada biz savunmanlar tarafından mahkemenin kuruluşuna karşı bütün bu haklı itirazlar yapılmış ve buna ilişkin yasanın iptali için Anayasa, mahkemesine başvurulması istenmiştir. Ama bu savunmalar ve itirazlar red edilmiştir.
İşte Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan ve arkadaşları, mahkeme niteliği olmayan bir kurul tarafından ölüm cezasına mahkum edilmiştir. Yani ortada bir mankeme kararı olmadan sehpaya gönderilmişlerdir.
Bir ülkede sivil ve bağımsız mahkemeler varken insanlar siyasal iktidara bağımlı askeri mahkemelerde yargılanıyorsa, o ülke çağdışı bir düzeyde yaşıyor demektir.
Biraz bilim, biraz hukuk
Yasaların “suç” olarak nitelediği eylemlerin, toplumdaki ekonomik siyasal ve sosyal yapının (düzenin) bir ürünü olduğu gerçeğini daha öğrenemedik. Toplumsal düzen, suçu hazırlıyor ve kendi yarattığı suçlarla İnsanları cezalandırıyor, ölüme mahkum ediyor. Bu dava ve daha sonraki benzerleri, sözünü ettiğimiz bu bilimsel gerçeğin tipik örnekleridir. Bir yandan haksız bir toplumsal düzeni o oluşturacaksın, koruyacaksın, öte yandan bu düzene karşı çıkanları, onu eleştirenleri ve tüm toplum yararına hakça bir düzeni kurma girişimlerini ölüm cezası ile cezalandıracaksın.
Acaba suçlu kim? Bu haksız düzeni yaratanlar, koruyanlar mı,
onu düzeltmek isteyenler mi?
Toplumların gerilimli dönemlerinde, sapla samanın birbirine karıştığı ortamlarda bu gerçekler büsbütün gözlerden uzaklaşıyor, değer yargıları yozlaşıyor. 12 Eylül dönemindeki çoğu yargılama ve hükümlerin altında da bu gerçek yatıyor.
Olağanüstü dönemlerin özelliği hukuksuzluktur
Deniz Gezmiş ve arkadaşları davasında uygulanan TCY. nın 146/1. maddesinin yasal öğeleri ve özellikle “Anayasal düzeni ortadan kaldırma” amacı, elverişli vasıta koşulu ve suçu işlemeye kalkışma gerçekleşmemiştir.
Ölüm cezası ile cezalandırılan gençlerin de içinde bulunduğu devrimci gençlik, o günün koşullarında 1961 Anayasasını savunmuşlar, bu anayasanın her alanda uygulanması için çaba göstermişlerdir. Bu anayasa, devrimci gençlik dışında ilerici, demokrat, sosyal demokrat, sosyalist kişi ve kuruluşlar tarafından da savunmuştur.
Deniz Gezmiş ve arkadaşları hakkında ölüm cezası veren sıkıyönetim askeri mahkemesinin kararında ise, anayasayı savunan ve uygulanmasını isteyen bu gençler anayasayı ortadan kaldırmak istemekle suçlanmışlardır. Böyle bir saptama ve uygulama, ölüm cezasına mahkum edilen gençlerin amaçlarına ve düşüncelerine ters düşmektedir.
Anayasal düzeni ortadan kaldırmaya kalkışma suçunun İşlenebilmesi İçin girişimcilerin ellerindeki araçların yani silahların böyle bir amaca elverişli olması gerekir. Bu koşul oluşmadıkça böyle bir girişimi hukuk açısından suç saymak olanaksızdır. Makineli tabancalarla kimi eylemlere giren 20-25 kişinin, Türk silahlı kuvvetleri, jandarma ve kolluk güçleri tarafından korunan anayasal düzeni ortadan kaldırabileceklerine inanmak, eylemlerde bunun “İcra hareketlerini görmek hukukun kabul edemeyeceği bir değerlendirmedir.
Bunun dışında, yargılanan bu gençler, eylemlerini hiçbir şey gizlemeden, saklamadan açıkça anlatmışlar ve amaçlarını da ortaya koymuşlardır.
O günkü siyasal ve toplumsal koşulların ve gelişmelerin her yurtsever insanda tepkiler yaratacak nitelikte olduğu da açıktır. Yüksek mahkemeler hakimleri, üniversite öğretim üyeleri ve barolar iktidarın tutum ve davranışlarını protesto etmek amacıyla yürüyüşler düzenlemişlerdi. Gençliğin de yönetime karşı tepki duyması ve bunu göstermesi doğal bir durumdu. Yargılama ve cezanın saptanmasında bütün bunlar gözönüne alınmak ve en azından cezanın hafifletilmesi yoluna gidilmek gerekirken mahkeme bu görevden kaçınmış, kendisine ait olan bu görevi, bu takdir hakkını Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne terk etmiştir. Mahkeme kararında yeralan :
“Sanıkların ve müdafilerln bugünkü ortama gelinmesinin, olayların gerçek müsebbiblerinm politik iktidar ve emrindeki militanlar oldukları, bunlara karşı çıkanların, meşru müdafaa halinde bulundukları yolundaki beyanları ve hadisede, TCK’nın 51. Maddesinin tatbikini talep eder istikametteki savunmaları, haksız tahrik müessesesindekl hukuki unsurlardan mahrum bulunduğundan, hukuki yönleri itibariyle kabule şayan görülmemiş bu detaylı eleştiri ve iddialar karşısında mahkememiz, kişisel görüşlerini mahfuz' tutmuş, müessese olarak bunlar üzerinde hüküm vermeyi kamu vicdanına, tarihe ve Türkiye Büyük Millet Meclisisin takdir ve yetkisine bırakmayı uygun görmüştür. TCK'nın 59. maddesinin tatbikine dair talepler, sanıkların mahkemedeki tutum ve davranışları itibariyle kabule şayan görülmemiştir.”
sözleri, bir yargı organının kendisine ait olan bir görevi başka bir organa, siyasal bir organa terk etmesi, yargı görevini yapmaktan kaçınmasıdır ki böyle bir tutum Adalet tarihimizde görülmemiştir.
Bu, yürürlükteki yasalara ve hukuka aykırı uygulama, askeri yargıtay aşamasında karara karşı çıkan hakim Tümgeneral Kemal Gökçen ve hakim Albay Nahit Saçlıoğlu’nun karşı oy yazılarında açıklanmıştır.
Bu adli hata, adalet tarihimizde daima ibretle anımsanacaktır. Mahkemenin, kendi görevini meclise terk etmesi de kararı oluştururken politikanın doğrultusuna girdiğini göstermektedir.
Türk Ceza Yasası’nın 146/1. maddesinin açıklanan yanlış uygulaması 12 Eylül döneminde de sürdürülmüş, verilen birçok ölüm cezası İnfaz edilmiştir.
Sözlerimizi değerli hukuk bilgini Prof. Faruk Eren’in şu değerlendirmesiyle bitirmek istiyoruz:
“Oranı ne olursa olsun yabancı unsur ile derhal bozulan biricik kavram adalettir. %90 altın, %10 bakır karışımında yine %90 altın mevcuttur. Ama % 1 dahi olsa yabancı unsurun karıştığı şey Adalet değildir.”
Bu davaya o kadar yabancı unsur karışmıştı ki Adalete yer kalmamıştı.
HUKUK GÜNDEMİ/FİKRET İLKİZ'DEN
Altı Mayıs Bindokuzyüzyetmişiki
6 MAYIS 1972
İdama evet diyenlerin tam listesi
6 MAYIS
Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan Kimdir?
Denizlerin Avukatı Halit Çelenk'i kaybettik
(EKN)