12 Eylül'ün işkenceden geçirip yıllarca hapiste tuttukları için mücadele veren annelerden biri Perihan Akçam. Oğlu Cahit Akçam, Kasım 1980'de gözaltına alındığında o üç yıldır emekli bir öğretmendi. Günlerce çabaladıktan sonra, oğlunun Ankara Emniyeti'nin işkencehanesi DAL'da tutulduğunu öğrenebildi.
Ona biraz para ve giysi ulaştırabildiğinde, yani hayatta olduğunu öğrendiğinde hissettiklerini, yıllar sonra "Oğlum yaşıyordu. Ben oğluma haber gönderebilmiştim. İçim içime sığmıyordu" diye anlatacaktı "Onca Çileden Sonra" kitabında.
Cahit Akçam 60 günün üzerinde DAL'da tutulduktan sonra 12 Eylül'ün ünlü cezaevi Mamak'a kondu. 1988 Aralık'ta dışarı çıktı.
Akçam, aynı zamanda eski TÖS ikinci başkanı, yazar Dursun Akçam'ın eşi, Prof. Dr. Taner Akçam'ın ve Alper Akçam'ın da annesi. Oğulları ve eşi de yıllarca yönetimlerin baskı, kovuşturma, yargılamalarıyla uğraştı. Özetle, Perihan Akçam 12 Eylül'den önce de kendi deyişiyle "hapisanecilik görevi"ndeydi.
Mamak'taki mahpusların hakları için dışarıda mücadele eden, direnen kadınların önde gelenlerinden Perihan Akçam'la o günleri konuştuk.
"Yalnız değildik"
"12 Eylül'de mahpus yakını olmak ne demekti?" diye sorduğumuzda "Onu yaşayan bilir. Nasıl anlatayım. Çok kötüydü. Ama önemli yanı, yalnız değildik. Çoktuk, çoğunluktaydık. Birbirimize sahip çıkıyorduk. Kadınlar çoğunluktaydı. Anneler ve eşler" diye yanıtlıyor.
Mahpus yakınlarının mücadelesinin neleri başardığını sıralıyor.
"Bize yakın olan bütün günlük gazetelere her gün uğruyorduk. Mesela Cumhuriyet'le, Milliyet'le bağımızı kesmedik. Ayrıca avukatlarla her an ilişki içindeydik. Birbirimizle bağımız da çok kuvvetliydi.
"Çocuklarımız, eşlerimiz içerdeyken, haftada bir iki gün gitmek, duruşmaları takip etmekle olmayacağını biliyorduk. Halka bir şeyler anlatmak için sokaklara çıktık. Anlattık. Halkta bize bir sempati oluştu. Ama polisin de dikkatini çektik. Onun için hep peşimizdeydiler. Biz de onları tanıyorduk."
"İHD soluklanabileceğimiz bir yerdi"
"İnsan Hakları Derneği'ni (İHD) kurduk. Gidip soluklanacağımız, bir arada olabileceğimiz bir yere ihtiyacımız vardı. Merkezi bir yerimizin olması gerekiyordu. İHD en önemli yerimizdi."
"İdamlara karşı eylemler yaptık ve genel af imza kampanyası sürdürdük. Bu imzaları toplarken gözaltına da alındık. Halk imza veriyordu ama, Çankaya, Gaziosmanpaşa, Güven Park çevresinde imza topluyorduk. Kızılay'dan Abdi İpekçi Parkı'na gidemezdik. Çünkü gericilerin mesken kurduğu yerdi. Ulus'a hiç gitmedik. Denedik ama halk bize imza vermedi."
"Susup oturmadık, haklıydık"
"12 Eylül'le mücadele böyle başladı. Bize darbesini vurduğunda, sineye çekmedik, susup oturmadık. Haklı olduğumuzu duyurmaya çalıştık. Çocuklarımızın arkasında olduğumuzu ortaya koymaya çalıştık. Onların bir sahibi vardı; bu çok önemliydi. Ve başarılı da olduk."
Akçam, o dönemde polisten de, askerden de annelere hep benzer sözlerin geldiğini söylüyor: "İyi terbiye etseydin, sahip çıksaydın." Ama durum farklı.
"Çocuklarımız suç işlemedi her şeyden önce. Mücadelenin sürmesini sağlayan, sevgiydi, insanlıktı ve haklı olduğumuza inanmaktı. Çocuklarımızı çok iyi tanıyorduk. Her anne tanır çocuğunu. Onları ezbere büyütmedik. En önemlisi, bizim çocuklarımız yalan söylemiyor, onu biliyorduk. Bugün de aynı. Çok itildik kakıldık ama, ne çekindik, ne ezildik."
Tektip elbise, ayakkabı, kitap, para...
Akçam bütün o süre boyunca Mamak'taki uygulamaların her biriyle teker teker mücadele ettiklerini anlatıyor.
"Tektip elbiseyi dayatıyorlardı. Bu yüzden 42 günlük açlık grevi başlamıştı. Sonra ölüm orucuna dönüştü. Hastaneye kaldırılanlardan biri de Cahit'ti. Çocukların hepsi ölümden döndü. Görüşebileceğimiz her yerle görüştük. Direndik. Daha sonra tektip elbise kaldırıldı, bu sefer ayakkabı sorunu başladı."
"Ayaklarında ayakkabıları kalmamıştı; götürdüğümüzü de askerler almıyorlardı. Ucunda demir var, bunu siz koyuyorsunuz, diye. İmalathanelere gidip bilgiler aldık. Sağlam ayakkabıda demir olur, diye. En sonunda spor ayakkabısına döndük. Ama ben bir hafta götürüyorum, ertesi hafta başka bir anne aynı yerden alınmış ayakkabıyı götürüyor. Bu sefer yasak diyorlardı. Bir hafta yasak olmayan, ertesi hafta yasak oluyordu."
"TV izlesinler diye de direndik. Kitap, para, mektup hep sorundu. O zaman yoksulluk da diz boyu. Hep yoksullara vurdu darbe. Götürülen paralar cezaevinde ortak yeniliyor. O da yetmiyor."
Genelkurmay'a tecridi itiraf ettirmek
"Çocuklarımız çok kötü günler yaşadı. 6 yıl kadar tecritte kaldılar. Genelkurmay önce tecrit olduğunu kabul etmiyordu. Ama mektuplardaki adresler hep '42 tecrit', 'arka tecrit', 'ön tecrit' gibiydi. Üzerinde de görülmüştür damgası vardı. Kanıtımız vardı yani."
"Sonra gazetelere mektuplar yazdık. Oktay Akbal benim mektubuma yer verdi. Sonra Genelkurmay cevap verdi. 'Tecritleri kaldıracağız' dediler; kabul etmek zorunda kaldılar."
"12 Eylül'ü unutturmayacaksınız ki, bir şey yapabilesiniz"
Akçam, 12 Eylül'ün toplumun dayanışma, güven duygusunu zedelediği kanısında. Hesaplaşmak için de "Önce unutmamak gerek. Unutmayacaksınız ki 'ona karşı ne yapabilirim' diyebilesiniz" diye konuşuyor.
Ve 12 Eylül'ün yeterince anlatılmadığını düşünüyor. Gençlerin çoğunun 12 Mart'ı, 12 Eylül'ü, darbecilerin kim olduğunu bilmediğini gözlüyor. "Belki Kenan Evren'i biliyorlar. O da 'Bir yerde ressam' olarak."
Gençlerden 12 Eylül'ü öğrenmelerini istiyor: "Birçok bilgi, kitap var. Bunlar hayal, kurgu değil. Okusunlar. En güzel yaşlarındalar. Bir şeyi değiştirmek istiyorlarsa, önce kendilerini, ailelerini inandırsınlar. Ailelerinin halkın ferdi olduğunu unutmasınlar. Kimseye tepeden bakmasınlar. Tepeden bakarsanız, halk sevmediği kişiye güvenmez." (TK/EÜ)