16 Mart davası avukatları, anayasa değişikliğiyle gündeme gelen darbecileri yargılama ve zamanaşımı tartışmalarını ele alıyor. 16 Mart ve Kemal Türkler davalarını da inceledikleri metni yayınlıyoruz.
82 Anayasası'nda değişiklik öngören referandumun 12 Eylül'le hesaplaşma fırsatı olarak sunulduğu şu günlerde, geçici 15.madde değişikliğinin böyle bir imkan verip vermediği tartışılırken, 12 Eylül'le yargı önünde hesaplaşma ümitleri de bir bir sönüyor.
Bilindiği üzere; Türkiye'yi 12 Eylül'e götüren siyasi cinayet ve katliamlara ilişkin davalarından çok azı zamana direnerek günümüze kadar ulaşmayı başardı. 16 Mart ve Kemal Türkler davaları gibi... Ancak 12 Eylül'le hesaplaşmak için bize altın bir fırsat sunan bu davalar da, maalesef, zamanaşımı engeline takılarak bir bir düşmeye başladı.
Hukukçulardan çok farklı zamanaşımı yorumları
Hukukçular insan öldürme davalarında 30 yıllık zamanaşımı süresinin uygulanmasının kaçınılmaz olduğu hususunda hemfikir olsalar da; konu 12 Eylül davaları olunca, 12 Eylül öncesi işlenen cinayet ve katliamların siyasi amaçlı olması ve Türkiye'yi 12 Eylül darbesine götürmesi gerçeği karşısında işin rengi değişiyor.
Bu nedenle, 12 Eylül davalarında Ceza Yasası'nın (TCK) zamanaşımı hükümlerinin nasıl uygulanması gerektiği veya zamanaşımı engelinin bu davalarda nasıl aşılması gerektiği tartışma konusu oluyor. Ve başta bu engeli aşmak isteyen hukukçulardan çok farklı yorumlar geliyor.
Kamuoyu zamanaşımı engeline çözüm istiyor
Kamuoyunda oluşan güçlü kanaatse, adaleti arayanlar ve 12 Eylül'le hesaplaşmak isteyenlerin önüne "yasal engel" diye çıkartılan "zamanaşımı" kavramı aslında bu hesaplaşmayı hiçbir zaman istemeyen sistemin bir oyunundan ibaret.
Ama yine aynı kamuoyuna göre, bu oyunu bozacak olan, hatta bu konuda sistemin bir parçası olan yargıyı işletecek olan da hukukçulardan başkası değil. Hukukçularsa bu konuda ortak bir çözüm (daha doğrusu bir yorum) yolu bulmuş değil.
En son Kemal Türkler davasının avukatlarının gerek duruşmada, gerekse duruşma sonrası basına yansıyan açıklamalarında da bu çözümsüzlüğü, karmaşayı açıkça görmek mümkün: Örneğin; bir avukat, olayın devam eden bir örgütlü faaliyet kapsamında olması nedeniyle zamanaşımının işlemeye başlamadığından söz ederken, bir diğeri, mahkemenin karar vermemesi nedeniyle 30 yıllık zamanaşımı süresinin dolacağından, bir başkası ise, olayın insanlık suçu olduğundan bahisle, zamanaşımının olayda işlemeyeceğinden söz edebiliyor.
Bunun üzerine görüşüne başvurulan ceza hukuku uzmanları ise İnsanlık Suçu kavramının ve TCK'de yeni düzenlenmiş olan bu suça ilişkin hükümlerin 12 Eylül davalarına uygulanamayacağını, her şeyden önce sanık aleyhine getirilen hükümlerin geriye yürütülemeyeceğini; öldürme için öngörülen 30 yıllık zamanaşımı süresinin bu tip davalara da geçerli olduğunu kesin bir dille ifade etmişlerdir.
16 Mart davasının avukatları çözümü yıllardır gösteriyor
16 Mart davasının avukatları ise yargıya ve benzeri davalarda görev yapan meslektaşlarına yıllardır çözüm yolunu gösteriyorlar. 16 Mart davasının müdahil avukatı Cem Alptekin şöyle diyor:
"12 Eylül'le hesaplaşmak Kontrgerilla'yla hesaplaşmak demektir. Bu ise hukuk bilgisi ve bilincinden daha çok sistemle hesaplaşma niyeti ve kararlılık gerektirir."
Israrlı takipleri sonucunda 1995 yılında yeniden açılmasını sağladıkları 16 Mart davasında, sıradan bir cinayet davası olarak başlayan yargılamayı, mahkemeye sundukları deliller ve yaptıkları hukuki nitelemelerle kısa bir süre içinde Gladio davasına dönüştürdüklerinde davanın önünün tıkandığını belirten Alptekin, 16 Mart Davası'nın kapanmasını da bir hukuk skandalı olarak nitelendirerek şunları söylüyor:
Zamanaşımı başlamadı ki bitsin
"Hüküm Mahkemesi son kararını verirken, Yargıtay 1. Dairesi de o son kararı onarken iki büyük yanlış yapmıştır. Bunlardan birincisi Mahkemenin bizim çabamızla ilk defa bir kontrgerilla davasına dönüşmüş olan yargılama sürecinde sanıklara bu doğrultuda ek savunma hakkı verdiği halde, bu aşamayı hiç değerlendirmeden mahkemece zamanaşımı kararı verilmiş ve bu zafiyetle malul olan son kararın Yargıtay'ca onanmış olmasıydı.
"İkincisi, zamanaşımı konusu maddi olayın özelliğine (katliamın siyasi saikle işlenmiş olmasına) uygun hukuki kriterlere göre değerlendirmedi. Biz baştan beri ısrarla bu suçun örgütlü bir suç olduğunu, suçu işleyen örgütün muhtemelen 16 Mart 1978 tarihinden önce de faal olan ve katliamdan sonra da -belki bugüne kadar- varlığını sürdüren bir örgüt olduğunu savunduk. Bu doğrultuda, yargılama sırasında, MHP ve ülkücü kuruluşlar ana dava dosyası, Abdi İpekçi dosyası, Bahçelievler katliamı dosyası, 1 Mayıs 1977 katliamı dosyasını, hatta Susurluk kazasından sonra açılan dava dosyasını, Başbakanlık Teftiş Kurulu'nun Susurluk Raporu ve TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu Raporu mahkemeye celp ettirdik. MİT ve İçişleri Bakanlığı'ndan bilgi ve belge istendi ve polis şefleri ve dönemin İçişleri Bakanı tanık olarak dinlendi.
"Toplanan bu bilgi ve belgelere göre suç örgütünün varlığını devam ettirdiği anlaşıldı. Bu durumda, hem eski hem de yeni TCK'deki zamanaşımı hükümlerine göre 'temadi' (kesintisiz örgütlü suç faaliyeti) devam ettiği sürece zamanaşımı süresinin işlemeyeceği çok açıktır. Yani zamanaşımı daha başlamadı ki bitsin."
Zamanaşımı kavramı Kontrgerillayla ve 12 Eylül'le hesaplaşmak istemeyenlerin ileri sürüp, arkasına sığındıkları bir büyük bahanedir. Konuyu İnsanlık suçu kavramının içine sıkıştırmaya kalkmak da bir hukukçu için abesle iştigaldir. Kısacası; ne Anayasa'nın Geçici 15.maddesi, ne de TCK'nin zamanaşımı hükümleri 12 Eylül'le ve Kontrgerillayla yargı önünde hesaplaşmak isteyenler için bir engel değildir. (CA/TK)