25 yıl öncesinden günümüze uzanan süreçte adaletin 12 Eylülde üstlendiği rolü ve yaptıklarını ve hala yapmaya devam ettiklerini aktarmak için Ertuğrul Mavioğlu'na teybimizi uzattık.
Mavioğlu, cuntanın başına nazire yaparcasına 'Asılmayıp Beslenenler' adını verdiği ve dönemin ve günümüz cezaevlerinde yaşanan insanlık dramlarını ve hukuksuzluğu irdelediği ilk kitabını 2004 yılının 1 Mayıs'ında çıkarmıştı.
'Apoletli Adalet' adını verdiği ve 12 Eylülün yıldönümünde kitapevleri raflarında yerini alacak olan ikinci kitabı ise 12 Eylül darbesi özelinde adalet ve hukuk kavramlarını bizzat bu kavramların uygulayıcıları, mağdurları ve o mağdurları savunmaya çalışan avukatların ağzından anlattığı bir sözel tarih çalışması.
Kitap henüz çıkmış değil ama daha önceki ikili sohbetlerimizden'12 Eylül hesaplaşmasını' sürdürüyor sanırım?
Kitap 12 eylül adaletini anlatıyor. Apoletli adalet adı. Adaletin apolet takıp kılıç kuşanmış hali. Kimi zamanda adalet doğrudan doğruya kılıç kuşanmaz apolet takmaz. O kılıç ve apolet görevini bizzat yürüten kurumlar vardır, o kurumlara havale eder. Ordu, polis vb. kurumlar. Bunlar adaletle çok iç içe geçmiş görünmez işlerin karışık olduğu durumlarda bu anlamda adalette kendini sivil gösterme imkanını üzerinde taşıyabilir.
12 Eylül döneminde adalet bizzat apolet taktığı için kitabın adı bu. Yani yargılama sivillerin üniformalılar tarafından yargılandığı bir süreci de ifade ediyordu aynı zamanda. Çıplak şiddetin en açık haliyle gözlemlendiği bir dönemdi.
Adalet sistemi doğrudan sıkıyönetim komutanlarının emrini yerine getirmek o emirlere riayet etmek üzerine kuruluydu. Bu adaleti gerçekleştirenler arasında da bir emir komuta zinciri vardı yasama yürütme yargı o kadar tek elde toplanmıştı ki. Bu anlamda yargı tamamen apoletli toplam sistemin bir parçasıydı.
Tanık olduğu işkenceler karşısında üç maymunu oynayan, dahası işkencenin bizzat uygulayıcısı olan, yasak yöntemlerle elde edilmiş delilleri baş tacı yapan, işlenen kimi cinayetleri örtbas eden ve bunun gibi daha birçok yüz karası uygulamayı kural haline dönüştüren bir makinenin verdiği kararlarla suçlu ilan ettiği kişilere suçlu demeden önce, bugüne miras olarak ne bıraktığına bakmamız, bu mirası sorgulamamız gerekiyor.
Ve tam da bu noktadan hareketle, bu makine tarafından cezalandırılanların 'suçlu' diye damgalanmasına itirazlarımızı yükselterek hesaplaşmaya başlamalıyız. İtiraz etmek için önce tanımak gerek. 12 Eylül adaleti, tanıklardan birinin ifadesiyle 'yaşıyor ve savaşıyor' ise, bunun ne menem bir adalet olduğunu irdelemek de doğrusu elzem hale geliyor.
Bu noktadan bakarsak Apoletli Adalet böyle bir süreci, daha netleştirirsek 12 Eylül ve sonrasını mı anlatıyor?
12 Eylül 1980 darbesinin her zaman ayrı bir yeri vardır. Çünkü bu dönem, en yoğun kitlesel gözaltı ve tutuklamaların yaşandığı, en derin haksızlıkların toplumun hücrelerine kadar işlediği, adaletin yığınların sindirilmesinde araç haline dönüştürüldüğü bir dönemdir.
Ve bugünün adalet anlayışı da, geleneksel olarak tüm bu sürecin ürünü olmakla birlikte, özelde 12 Eylül 1980 darbesinin eliyle yoğrulup şekillendirilmiştir. İşte kitap, tam da bu nedenle, 12 Eylül arifesinden başlayarak, 12 Eylül ve sonrasını ilk elden gözlemlemiş tanıkların anlatımına dayanılarak hazırlandı.
Eğer Türkiye, yakın geçmişiyle hesaplaşmayı becerip, 12 Eylül'ün tüm kurumlarıyla birlikte adalet anlayışını da tasfiye etmeyi başarabilseydi, 'Apoletli Adalet' ya hiç yazılmayacak, ya da sadece nostaljik bir çalışma olarak kütüphanelerdeki yerini alacaktı.
Oysa toplum bırakın 12 Eylül'ün en vahşi yıllarını, "12 Eylül devri kapandı, demokrasiye geçtik" vaveylası ortaya atıldığından beridir adalet adına bir arpa boyu yol kat etmediği gibi epeyce geriledi bile. Ve sadece bu neden bile, yaşanan adaletsizliklerin ya da daha doğru bir deyimle 'yargılı infazların' kökenlerini ve sebep sonuç ilişkilerini ortaya koyabilmeyi gerekli kılıyor.
Toplumun balık hafızasında belki yer etmemiş olabilir ama, 'idam cezasını kaldırdık' demek, 12 Eylül'ün darağaçlarında sallandırdığı gençleri geri getirmedi. Ya da o dönemin yargılamalarının gayri adil oluşunun bugün pek çokları tarafından kabul edilmesi, on binlerce kişinin haksız yere yattığı hapis cezalarını telafi etmedi.
Dahası, o günlerde açılan ama bir türlü kapanmayan dosyalarda, aradan geçen on yıllara karşın, çok daha adaletsiz yaklaşımların ortaya çıktığı görüldü. Dolayısıyla, bir yandan toplumu cendere altına alan yasalar yapıp, bir yandan adalet mekanizması üzerindeki yürütmenin denetimini daha da sıkılaştırdıktan sonra, "iyi yasa mı, yoksa iyi yargıç mı?" tartışmalarını aktüelleştirmenin ne büyük bir sahtekarlık olduğunu, o sıcak günlerin yargıçlarından, savcılarından ve inanılmaz bir baskı altında tutulan avukatların ilk ağızdan tanıklıklarıyla anlatmaya çalıştım.
Adaletin yığınların sindirilmesinde araç haline dönüştürüldüğünü söyledin. Nasıl yapıldı bu?
'Asılmayıp Beslenenler', 12 Eylül döneminin cezaevlerini anlatıyor. Türkiye'nin genel anlamda bir cezaevi politikasını göz önüne sermek amacındaydı ve aldığım tepkilere bakarak bence başarılı da oldu.
Türkiye'de cezaevi operasyonlarının, oralarda yaşanan onca zulmün, bunca ölümün hiçte tesadüfi olmadığını yerel yöneticilerden kaynaklanmadığını, onların anca süreci yavaşlatmak ya da hızlandırmaya yaradığını ama bir bütün olarak Türkiye'deki öncü kesimleri bastırmaya, bu kesimlerin mücadele azmini yok etmeye yönelik bir kontrgerilla operasyonu olduğunu anlatmaya yönelik bir fotoğraf çıkartmaya çalıştım.
Diyarbakır, Metris, Mamak, Mersin, Erzurum, Buca kısaca ülkenin dört bir yanındaki tanıklar mağdurlar birinci dereceden doğrudan İşkenceye tabi tutulmuş tanıklar cezaevi görevlileri o kitapta yaşananları anlattı. 12 Eylül sadece cezaevi demek değildi. Aynı zamanda o insanların cezaevinde tutulmasına neden olan bir hukuki süreci de ifade ediyordu.
12 Eylül, savunma hakkını tamamen hiçe saydı. Mahkemeler kurulsun, yargılama olsun, iddianameler okunsun, gencecik insanlar hakkında idam, ömür boyu hapis cezaları istensin ama bunun karşısında kimse tek bir söz dahi etmesin isteniyordu.
Bu yüzden tutuklular mahkeme salonlarında yargıçların, savcıların gözü önünde coplandı, tekmelendi, hakarete uğradı. Bu yüzden tutukluların savunma talepleri sürekli şiddet yöntemleriyle bastırıldı.
Bu yüzden tutuklular kendilerini savunacak bütün araçlardan; kalemden, kağıttan, kitaptan, dava dosyalarından yıllar boyu yoksun bırakıldı. Toplu davalar açıldı ama tutukluların kendi aralarında konuşmaları dahi engellendi.
Sanık ile avukat arasındaki görüşmelerin gizli olması bir haktı ama bu hakka hiçbir zaman riayet edilmedi. Avukat, müvekkil görüşmelerinin bırakın mahremiyetine özen gösterilmesini, kimi cezaevlerinde bu görüşmeler kayıt altına alındı.
Avukatlar müvekkillerini savundukları için gözaltına alındılar, tutuklandılar. Sıkıyönetim bölgesi dışına sürgün edilen, avukatlar oldu, bu cezalar ile savunma hakkı ağır darbeler yedi. 12 Eylül savunma hakkını gasp etti. O nedenle 12 Eylül adaleti cezasız kalmış gasp adaletidir.
12 Eylül döneminde Kenan Evren şu sözleri bazı savcılara söylemiş: "Hukuku, yasaları uygulamak o kadar da önemli değil. Önemli olan hedeflerimize kilitlenmektir." Yani bir takım hedefler var cunta acısından ve bunlar gerçekleşecek. Yasayı hukuku uygulamak önemli değil ve 12 Eylül yargılamalarının özeti bu.
Nedir hedef?
Yargının doğrudan yığınların sindirilmesine araç olarak kullanılması. Mesela DİSK davası böyledir. Nasıl sonuç verdiğine bakın. Türkiye'de neredeyse sendika diye bir şey kalmadı. Bu 12 Eylülün doğrudan doğruya bir sonucudur.
Aydınlar dilekçesi davası aydınların bir daha kafalarını kaldıramayacak kadar başlarını öne eğdirecek bir darbe halidir. Aydınlar dilekçesi her ne kadar o dönemdeki imza sahiplerinin biz bu ülkede dilekçe yazmak serbest midir değil midir sorusunun yanıtını arıyoruz şeklinde savunulsa da bugün gelinen noktada aydınların nasıl devletin ceberrut sisteminin hızlı bir şekilde denetimi altına girebildiğinin gördüğümüzde aydınlar dilekçesi davasının anlamını çözmek malum.
Keza Barış Derneği davası da böyledir. O dönemde bu davalara avukat olarak girenler davalarda nasıl bir yargılama mantığı olduğunu göz önüne serdi.
Kitapta ayırt edici olan 12 Eylül döneminin savcı ve yargıçlarının önemli tanıklıklarına yer vermesi.
Mesela Diyarbakır'dan Ümit Kardaş. 12 Eylülde Diyarbakır'da askeri savcı idi. Kolorduda yapılan işkencelerin seslerinin nasıl hakim ve savcılar tarafından duyulmasına karşın kimsenin kılını kıpırdatmadığını anlattı. Kıpırdatamadığını değil kıpırdatmadığını çünkü öylesine kanıksanmış bir hal almış ki ve doğal karşılanıyor. Ve bu işkencelerle alınan ifadelerle insanlara çeşitli cezalar verildi.
Ya da İstanbul'da 12 Eylül arifesinde Sıkıyönetim Başsavcılığı yapan Refik Karaa Türkiye'deki toplu davaların nasıl emirle açıldığını anlatıyor. 12 Eylül'den hemen önce tüm illerin başsavcılarını Ankara'da Genelkurmayda topluyorlar ve bizzat Genelkurmay Başkanının emriyle toplu davaların açılması isteniyor.
Bu davaların açılma talebine sadece Refik Karaa karşı çıkıyor. Diğerlerinin tümü emredin komutanım diyor. 12 Eylül sonrasında açılan davaların hepsi bu emrin gereğini yerine getirmekten doğru ortaya çıktı.
Refik Karaa'nın emre itaatsizliği sürgün edilerek cezalandırılıyor. Yani on binlerce kişi o dönemde gözaltına alınmış tutuklanmş, 210 bin dava açılmış. Şimdi çok kolay ifade ediliyor ama 210 bin ayrı dava dosyası ve bunun kat kat üstünde insanın sanık olduğu bir durum. Hepsinin toplamına baktığımızda toplumun üstünden silindir gibi geçmekte ne kadar etkin bir rolü olduğu da ortaya çıkıyor adaletin.
Sen de darbe öncesi ve sonrasında toplam 8 yılını cezaevinde geçirdin. Şimdi dönüp baktığında 12 Eylülle en azından kişisel olarak hesaplaştığın iki kitabını da göz önüne alırsak adalet ne ifade ediyor?
Aslında bu kitapta egemen olan temel bakış kitabın yazarının adalete asla inanmaması. Yani adalet diye bir şeyin var olduğuna inanmıyor. Bunun içinde bulunduğumuz durumla 12 Eylülle doğrudan bağlantısı yok. Bunun evrensel anlamda net bir zemini var.
Adalet benim baktığım yerden tamamen sınıflı toplumlara özgü bir kavram. Bir ezeni ve ezileni gerektiriyor. Bu olmazsa adalette olmaz. Adalet istiyorum sözcüğü pek çoklarına cazip geliyor. İnsanlar adalet talep ediyorlar adaletin gerçekleşmesi için çaba sarf ediyorlar ama adalet talebi aynı zamanda bir güçsüzlük ifadesi.
Adalet kimden talep edilir güçlüden talep edilir. Kendinin sıyrılamadığı noktada daha güçlü olandan hakka hukuka uygun bir zeminin yaratılması talebi ortaya çıkar. Bu noktadan baktığımızda adalet talebinin esas itibariyle tamamen sınıflı toplumlara özgü bir ezen sınıfın damgasını taşıyan bir kimliğe sahip olduğunu düşünüyorum.
Adalet kavramına olan ihtiyaç insanın insanı yönetmesine ihtiyaçtan kaynaklanır. İnsansı insanı yönetmesine ihtiyaç ise ki sınıflı toplumlarda bu ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç adalet kavramını ortaya çıkarır. Yönetmek belli kurallar çerçevesinde olacaktır kuşkusuz. Yeryüzündeki en zalim sistemlerde dahi kendi içinde bir hukuk vardır iç adalet vardır.
Hukuku ve adaleti bu çerçevede birbirine yakın tanımlar üzerine oturtmaya çalışıyorum. Şimdi buradan yola çıkarsak mevcut konumuz olan 12 Eylülün de bir adalet anlayışı vardır. Yani 12 eylül düşünüldüğü gibi tamamen kuralsız, keyfi falan bir sistem değil. Tam tersine planlı programlı ve adaletin doğrudan doğruya gerçekleştirmeye çalıştıkları zeminde üstleneceği rol biçilmiştir net olarak. 12 Eylül adaleti böyle idi.(AŞ/AD/EK)
Ahmet Şık'ın Post Expresteki söyleşisinden kısaltılarak yayınlanmıştır.