Aralık 2002'de Henry Kissinger'dan boşalan koltuğa Başkan Bush tarafından atanan Kean, "üzerlerinde uçağa sokulmasına izin verilmeyen şeyler bulunduğu halde saldırganların uçağa binmelerine izin veren havaalanı görevlileri"ni, "Phoenix ve Minnesota'dan gelen raporları üstlerine iletmeyen FBI yöneticileri"ni, "saldırganların ABD'ye girmeleri için gerekli bazı belgeleri bile eksik olduğu halde ülkeye girmelerine izin veren gümrük görevlileri"ni suçladı . Kean, sözünü ettiği görevlilerin hâlâ görevlerinin başında olmasından duyduğu şaşkınlığı da dile getirdi.
Komisyon başkanının açıklamasına yer veren CBS News , bu vesileyle bir şeyi hatırlattı ve bir yoruma yer verdi. Hatırlattığı, Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleeza Rice'ın 16 Mayıs 2002'de söylediği şu sözlerdi: "Sanırım hiçkimse, bir uçağı, kaçırılmış bir uçağı bir füze gibi kullanmaya çalışabileceklerini öngöremezdi.."
CBS News'un bu açıklamayla ilgili yorumuna yer verdikleri kişi ise, kocasını 11 Eylül'de kaybeden Kristen Breitweiser'dı. Breitweiser, "1991'den beri FBI raporlarında böyle bir olasılıktan söz edildiği halde, nasıl olur da, uçakları silah olarak kullanabileceklerine dair bir fikrimiz yoktu diyen bir ulusal güvenlik danışmanımız olabilir?" diyordu.
Komisyon başkanı Kean tarafından alabildiğine temkinli ama her şeye rağmen tarihî bir açıklamanın yapıldığı günün ertesinde New York Times ve Washington Post gibi büyük Amerikan gazetelerinin manşetlerinde bambaşka şeyler vardı. Bir köşeyazarı, New York Times'ın Paul Krugman'ı ise makalesini bu konuya ayırmıştı. Krugman makalesinde, ABD'de yapılan bir kamuoyu araştırmasının sonuçlarına da dikkat çekiyor ve "hiçbir kanıt olmadığı halde" Saddam Hüseyin'in 11 Eylül'le bağlantısı olduğunu düşünen Amerikan vatandaşlarının oranının, Hüseyin'in yakalanmasından sonra daha da artarak yüzde 43'den yüzde 53'e çıktığını belirtiyordu.
Bizim gazetelerin (Hürriyet, Sabah, Milliyet, Radikal) ise, görebildiğim kadarıyla, değil manşetlerinde, dış haberleri arasında bile komisyon başkanının 11 Eylül olaylarıyla ilgili çarpıcı açıklaması yoktu.
Senatörün ölümünde pilotlar hız göstergesine bakmamış
ABD'de haber değeri taşıyan ve gazetelerin baş sayfalarında yer bulmayan bir başka gelişme de, senatör Paul Wellstone'un ölümüyle ilgili soruşturmada yapılan açıklamaydı. Bu gelişme de, yeterince çarpıcı bulunmadığından olsa gerek, büyük Amerikan basınında ya hiç söz edilmeden geçilmiş ya da küçük bir haber olarak girilmişti.
25 Ekim 2002'de Minnesota senatörü Paul Wellstone'un karısı ve kızıyla birlikte ölümüne neden olan uçak kazasını soruşturan National Transportation Safety Board, kazanın sanıldığı gibi o günkü hava şartlarından (yoğun kar, buzlanma) ya da mekanik sorunlardan kaynaklanmadığının kesin olarak belirlendiğini, kazaya "pilot hatası"nın yol açtığını bildiriyordu. "Pilot hatası" ise şuydu: Çift motorlu A-100 model uçağın iki pilotu, uçağın hızını izlemeyi ihmal etmiş ve uçak kontrolden çıkmıştı. Açıklamada, "Eveleth'deki havaalanına yaklaşırken düşen uçağın düşme nedeniyle ilgili başka bir açıklama bulunamadığı" belirtiliyordu.
ABD'de Demokratlar açısından neo-konservatif politikalara karşı ateşleyici olabilecek ve ciddi alternatif oluşturabilecek tek lider adayı olarak da gösterilen Wellstone, daha önce iki kez seçildiği Minnesota'da yeni seçime kısa bir süre kala hayatını kaybetmişti. Daha sonra seçimde Cumhuriyetçi Norm Coleman galip gelmiş ve bu, ABD Senatosu'ndaki aritmetik dengeyi Cumhuriyetçiler lehine bozan hassas bir etki yaratmıştı.
İki açıklama vesilesiyle "unutma" üzerine
Yoğun bir unutkanlığın sistemli olarak yaratıldığı tek yer ABD değil. Ama bu işin büyük medya kuruluşlarının "yayın politikaları" ve politik "ikna kampanyaları" ile en iyi sonuçlandırıldığı yer, herhalde ABD.
Amerikan yönetimi tüm dünyayı aynı kefeye koyarak temel bir hata yapıyor. Diğer ülkelerin halklarını kendi halkı gibi sanıyor ve "halkla ilişkiler"ini bu sanıya ya da yanılsamaya dayandırıyor. Bu bir hata ve bedelini Amerikan yönetimi dünyada güven kaybederek, büyük antipati hatta nefret kazanarak ödüyor. Ama aynı süreçte kazanımları olmadığı da söylenemez.
Terörizme karşı savaşın başladığını söyleyen kişinin, "Bu tehdit karşısında geri adım atmayacağız.. Bu savaş özgürlük ile fanatiklik arasında uzun, sürekli bir savaş olacak" diyen Amerikan başkanının kim olduğu sorulsa mesela, bugün sadece Amerikan halkı değil tüm dünya hiç düşünmeden "George W. Bush" diyecektir. Oysa bu kelimeler 1998 yazında o zamanki başkan Clinton'ın ağzından çıkmıştı ; iki Amerikan elçiliğinin bombalanmasından sonra Clinton'ın bunları söylediği günlerde Afganistan'a, Afganistan'daki bir gerilla kampına 60 adet Tomahawk cruise füzesi fırlatıldığını ise bugün pek hatırlayan yok. Dolayısıyla bugün, bir önceki Amerikan yönetimi ile şimdiki arasındaki fark, "tamamen yeni şartlarda iki farklı politika"dan çok, "işe başlama" ile "işi tırmandırarak sürdürme" arasındaki fark olarak da algılanmıyor.
ABD tarihinin ve belki dünya tarihinin en önemli olaylarından 11 Eylül'le ilgili soruşturmayı yürüten federal komisyona, başta ABD Savunma Bakanlığı olmak üzere birçok önemli devlet kuruluşunun neredeyse bir yıldır istenen bilgi ve belgeleri vermiyor olması, büyük medya kuruluşları tarafından çok önemsenmiyor. Komisyonun başkanı, "11 Eylül önlenebilirdi, ama yetkililerin hataları nedeniyle önlenemedi" deyince de bu çok önemli bir şey sayılmıyor.
Senatör Wellstone'un ölümünde tek faktörün, şimdiye kadar zerre kadar kuşku duyulmayan "buzlanma ve yoğun kar" faktörünün geçerli olmadığı, "pilotların hız göstergesine bakmayı unutmuş olabileceği" söylendiğinde de bu manşet falan olmuyor. Bu arada ABD'nin 2001 sonlarındaki Afganistan operasyonundan sadece üç yıl önce aynı ülkeye, bir yabancı ülkeye, Tomahawk füzeleri yağdırmış olduğu, o zaman henüz yapamadığı şeyin sadece "aynı anda bir de kara operasyonunu başlatmak" olduğu, çoktan unutulmuş oluyor. 11 Eylül sonrası süreç, "yepyeni", sadece "korkunç 11 Eylül olayları"yla bağlantılı bir süreç olarak güzelce yutturuluyor. İki yıldır bu yazılıp çiziliyor. Ve hem Amerikan kamuoyu, hem de dünyanın diğer yerlerinde insanlar, "terörden korunma"da ABD devleti ve onun müttefiki olan devletlere güvenmenin, ABD'nin tüm aşırılıklarına ve ona duydukları antipati ve hatta nefrete rağmen, esas olduğunu düşünmeye zorlanıyor.
İnsanlar, dünyada olup bitenleri onlara iletmek üzere varolduğu varsayılan medya kuruluşlarına, onların "önem sıralamaları"na, "gündem"lerine, "tarafsızlıkları"na güvenmeye zorlanıyor. Bu zorlamalarda başarı da sağlanıyor. "Bilme"de (medya) ve "yapma"da (politika) denge oluşturacak bir karşı çekim merkezi oluşturulamıyor.
Dünya giderek daha beter bir deli evine dönüyor. (ŞA/EK)