11 Eylül saldırılarından bahsederken "trajedi" sözü yaygın olarak kullanılıyor. İnsanların genellikle kastettiği şey, o gün kaybedilen binlerce masum candır. Elbette haklılar. Unutulan şeyse, kısa süre sonra kaybolarak daha büyük bir trajediye yol açan fırsattır.
11 Eylül 2000'de meydana gelen olaylar, Amerikalıların, onlar adına izlenen dış politikaların dünyadaki milyonlarca sıradan insan üzerinde ne tür bir etki yarattığını fark etmeleri ve daha fazla kan dökülmeden yön değiştirmeleri için bir şans olabilirdi. Tabii, işler tam olarak böyle gitmedi.
Onlarca yıl boyunca Amerikalılara ülkelerinin dünyanın süpermeni, gerçeği ve adaleti savunan, bu arada dünyanın kötü adamlarını ezen, aksi iddia edilemeyeck kadar iyi bir adam olduğu anlatısı yutturuldu. Önceki on yıllarda Amerikan halkının başına bir sürü kötü şey gelmişti, peki yabancılar zarar vermek için bizzat kendi topraklarında onlara hiç saldırmış mıydı? II. Dünya Savaşı'ndan beri böyle bir şey hiç olmamıştı -işte hikaye buradan başladı.
Masum Amerikalı sivillere zarar verme ihtimali olan, hatta bunu yapacak, hem de bu ölçekte yapacak insanların var olduğu fikri bir şok etkisi yarattı. Ülkenin öfkesi ve üzüntüsü, bir reyting madenini bulur bulmaz üzerine atlayan medyanın yayınladığı saldırıların bitmek tükenmek bilmeden tekrarlanan görüntüleriyle sürdürüldü, sürdürüldü ve sonunda Sağ'ın uzun süredir izleye geldiği dış politika hedefleriyle arasından su sızmazca örtüşen bir jeopolitik intikam fantezisine kanalize edildi.
Ülkenin dört bir yanındaki gazetelere baktığınızda sıradan Amerikalıların seri katiller gibi konuştuklarını okuyordunuz:
"Bunu yapan ülkeyi bulurlarsa, yok etsinler."
"Onları bulmalı, öldürmeli, domuz derisine sarıp gömmeliyiz. Böylece asla cennete gidemesinler."
"Bin Ladin'e ulaşabilseydim, diri diri derisini yüzer ve üzerine tuz dökerdim. Ne yapsam yeterince zalim olamazdım."
"Onlara ev sahipliği yapan ülkeyi, tüm ülkeyi, yerle bir edin."
İnsanları en çok sinirlendiren şey, Los Angeles Times köşe yazarı Steve Lopez'in ifadesiyle "masalarında oturan sivilleri ve işine giden ya da evine dönen uçak yolcularını", "ölüm anlamsızca gelip onları bulmadan önce telefona yanıt verip sevdiklerine veda edebilecekleri beş saniyeleri olduğu için şanslı sayabileceğiniz" masum insanları hedef almalarıydı.
Bununla karşılaştırıldığında Pearl Harbor saldırısının bile sönük kaldığını düşünen bir Vietnam gazisi, "ikisi de sürpriz saldırıydı ama Pearl Harbor hiç değilse bir askeri hedefti." demişti. Mark Helprin'in, Wall Street Journal'da yazdığına göre bu yeni düşman "ahlaken, siviller ve savaşçılar arasındaki farkı kavrayamayacak kadar geriydi." Demokrat Partili Georgia senatörü Zell Miller, "Eğer kurunun yanında yaş da yanacaksa varsın öyle olsun" diyordu. "Bunlar, kesinlikle sivillerimizi harcayabileceklerini düşündüler."
Birçok Amerikalı'nın aklı, Usame bin Ladin'in "askeri üniforma giyenlerle siviller arasında ayrım yapmama"ya dönük hastalıklı yeminini hangi canavarın destekleyebileceğini almıyordu.
Haklıydılar. Masum insanları liderlerinin suçları için cezalandırmanın neden iğrenç olacağını anlamak için uzun boylu düşüncelere dalmaya gerek yoktu. Bunu ta en derinimizden hissediyorduk. ABD halkı, savaş yasalarını düzenleyen ve onlarca yıldır liderlerini bu yasalara karşı sorumlu kılmaya çabalayan insan hakları savunucuları, hukuk uzmanları ve ahlak felsefecileriyle aynı sonuca, farkında olmadan vardı.
Onlarca yıldır, Amerikan halkının kendi liderleri dünya sahnesinde aynı çürümüş hesaplarla hareket ediyordu. Bin Ladin'e karşı sürdürdüğü mücadelede, ABD ordusu, sadece üç yıl önce, Sudan'ın başlıca ilaç ürünlerinin yüzde 90'ını üreten ilaç fabrikasını ibreti alem için ateşe vermiş ve kim bilir kaç bin önlenebilir ölüme yol açmıştı. Suçüstü yakalanan hükümet, bunun "gizli kimyasal silah fabrikası" olduğu yalanını ortaya atmış ve gerçeği açıklama girişimlerini örtbas etmişti.
Keşke münferit bir olay olsaydı. Washington yetkilileri, ister Panama işgalinde üç bin kişiyi öldürerek, ister Grenada'daki akıl hastanesini bombalayıp onlarca kişiyi katlederek, ister Körfez Savaşı'nda sivillere ve kritik altyapıya doğrudan saldırılarla binlerce Iraklı'nın canını alarak, veya Vietnam'da yüz binlerce kişinin hayatına son vererek yapmış olsunlar, Bin Ladin'in Chuck Berry'sinin Elvis'i olmuş, ve o henüz İspanyol paça pantolonlarını çekip İsveç'e tatile giden bir gençken daha sonra ünleneceği eylemlerinin yolunu açan hareketlere öncülük etmişlerdi.
Bir Hawaiili avukatın dediği gibi, sadece Arapları katletmek ve "Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği ve benzerlerine Hristiyan uygarlığının düşmanlarıymış gibi davranmak" isteyen bazı gerçek psikopatlar olmuş olabilirdi. Ancak, kendi adlarına işlenen suçlar konusunda karanlıkta bırakılan çoğu Amerikalı, liderlerince Bin Ladin tarzı taktiklerin daha da çok denizaşırı macerada kullanılmasını meşrulaştırmakta kolayca sömürülebilecek bir keder ve korkuya kapılmışlardı. Bugün bile, ortalama bir Amerikalı'nın Vietnam Savaşı hakkında "bilmesi" daha olası olan şey hangisidir: ABD güçlerinin Güneydoğu Asya'ya II. Dünya Savaşı'nın tamamındakinden iki kat fazla bomba attığı mı? Yoksa ABD'nin Vietnam'da, politikacılar savaşmamıza izin vermediği için kaybettiği mi?
New York ve Washington'da 3 bine yakın sivilin ölümünün intikamını alma arayışı, görünüşe göre hiç bitmeyen bir dizi savaşta en az 400 bin sivilin ölümüne yol açtı ve bunların hepsi, aslında hükümetleri Suudilerce gerçekleştirilen ve kolaylaştırılan bir saldırıda baştan sona yer almış olmayan ülkelerde gerçekleşti. Sadece bu süreçte, Amerika Birleşik Devletleri 7 bini aşkın askerini ölüme gönderdi. Bu da, sonunda El Kaide'nin Amerikalıların canını almakta Amerikalı politikacılarla asla boy ölçüşemeyeceği demek oluyor.
Bugüne kadar, 11 Eylül, Amerika Birleşik Devletleri genelinde birçok Amerikalının hala atlatamadığı veya kimilerinin kanını kaynatmaya devam ettiği ağır bir anma ve yas günü ola geldi. Saldırıların ardından, Amerikalılar kapıldıkları öfkenin kollarında, kederden giriştikleri caniyane aşırılıklar için dünyadan anlayış beklemeye hakları olduğu duygusuna kapıldılar. Oysa 11 Eylül'den önceki (ve sonraki) yıllarda Amerika'nın gücüyle terörize olanların giriştikleri saldırıların esin kaynağı en başta tam da bu duygular olmuştu.
Saldırılardan sonra, az önce olanların bağlamını açıklamaya çalışan herkesi susturmak için hiçbir çabadan kaçınılmadı. Bu tür konuşmalar, Amerika'dan nefret eden ahlaki görelilikçilerin haince saçmalamaları olarak reddedildi. Televizyon haberlerinde Amerika'nın en uzun savaşına yılda yalnızca birkaç saat yer verilirken (ya da 2020'de olduğu gibi yalnızca beş dakika yayın yapılırken), kamuoyu ABD dış politikasının sonuçları üzerinde düşünmeye nasıl başlayabilirdi?
11 Eylül'de iki trajedi yaşandı. Birincisi, Amerikalıların canavar olarak adlandırmakta haklı olduğu fanatiklerin elinde kaybedilen binlerce hayattı. İkinci trajediyse, siyasi liderleri ve medya tarafından kandırılan Amerikalıların, sonraki yirmi yılı, nefret duydukları şeye dönüşerek geçirmeleriydi. Şükür uyanıyorlar.
(AEK)