Son aylarda, özellikle sosyal güvenlik reformuna karşı hareketlenen emek hareketi bu yıl 1 Mayıs'a Taksim meydanında ortak bir kutlamayla gidiyor. Türk-İş, DİSK ve KESK'in, 1 Mayıs'ın resmi tatil ilan edilmesi talebini de ekleyerek yaptığı çağrıya iktidardan ve devlet erkanından kesin ve tutucu bir tepki geldi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, fazla tatil olduğunu, ekonomik gerekçeleri -yanlış verilerle- öne sürdü; "ayaklar baş olursa kıyamet kopar" dedi.
Prof. Dr. Melek Görengenli'ye devletin Taksim'i işçilere kapatma ısrarının arkasında ne yattığını sorduk. e-posta üzerinden yaptığmız söyleşiyi aktarıyoruz.
1 Mayıs yaklaşırken emek örgütlerinin açıklamasıyla Taksim meydanında kutlama yapılaması bu sene de tartışmaya yol açtı. Tartışma sürüyor ama bu arada hükümet karşı durduğunu açıkladı. Bu "yasağın" ardında ne var?
Öncelikle, 1 Mayıs’ın İstanbul’da işçiler, emekçiler tarafından Taksim Meydanı’nda kutlanmasının “yasak” olmasına neden olan 1977 1 Mayıs’ında ne olduğunu hatırlamak gerek. Yüz binlerde örgütlü emekçinin üzerine ateş açılmıştı. Bu olayın öncesinde ve sonrasında bu faaliyetlerini günün ihtiyaçlarına göre değişik biçimlerde sürdüren bu güçler asla belirlenemedi, yaptıklarının hesabı sorulmadı. Bu seri cinayetlerin sorumlusu emekçilermiş gibi, 1 Mayıs’ta Taksim emekçilere yasaklandı.
Taksim meydanının işçilerden gayri herkese açılmasının ardında hukuku araçsallaştıran yasakçı bir zihniyet mi var yoksa, bunu aşan, kentin sınıfsal coğrafyasını kesin bir şekilde ayırmaya çalışan bir bakıştan bahsedilebilir mi?
Kuşkusuz bu yasağın sadece açıkça görünen politik arka planından öte, kentsel alanların kullanımı konusunda izlenen politikaların sınıfsal yanını göstermesi açısından da önemi var. Sadece İstanbul’un değil, büyük kentlerin çoğunda, sınıfsal dağılımı coğrafyadaki yerleşimde açıkça görmek mümkün. Prensip olarak dış bölgelere gidildikçe yoksullaşma artar.
Son on yılların yeni bir olgusu olarak, Batıdaki büyük kentlere benzer biçimde üst sınıf sitelerinin de kentlerin periferik bölgelerinde konumlandığını görüyoruz. Ama bu zengin sitelerin, yoksul mahallelerinden önemli bir farkı var. Genel olarak kentlerde yaşayan yurttaşların temel fiziksel ve sosyal ihtiyaçlarının karşılanmasına yönelik imkanlar, adaletsiz ve eşitsiz bir biçimde kent merkezlerinden çevreye gidildikçe azalır.
Oysa bu yeni siteler kendi ihtiyaçlarını kendi içlerinde karşılayan imkanlarla donatıldıkları ve yüksek güvenlikli de oldukları için, kendilerini kentin diğer “tehlikeli” sakinlerinden korumuş olurlar. Meydanlar da devlet eliyle alt sınıflara yasaklanınca, hiç sorun kalmamış olur. Yıllar önce bu siyasi yaklaşımın bir başka örneği olarak Bodrum’da Kaymakamın turizm sezonunda, inşaat işçilerinin kent merkezine girmelerini yasaklamasını hatırlayalım ya da sokak çocuklarının bir adaya kapatılmalarını aklından geçiren yerel yöneticilerimizin varlığını unutmayalım. Örnekler çoğaltılabilir.
Hükümetin karşı çıkarken gösterdiği gerekçeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bugün bu yasaklamayı yeniden ilginç kılan Tayyip Erdoğan’ın konuşmasında kullandığı gerekçeler ve bu gerekçeleri meşrulaştırma biçimidir. Bu gerekçeler, bütünüyle tipik bir muhafazakarlığa işaret etmektedir. Toplumda herkesin bulunduğu yerde kalmasının, herkesin yerini bilmesinin gerektiği, aksi durumda –Başbakan’ın deyişiyle ayakların baş olması durumunda- felaket olacağına dair zihniyet bütünüyle düzeni olduğu gibi korumaya ve sürdürmeye yöneliktir.
Sosyal psikoloji literatüründe “sosyal üstünlük yönelimi” olarak tarif edilen bu eğilim, anti-demokratiktir; varolan sistemin olduğu gibi sürmesine, yukarıdakilerin avantajlı durumlarını pekiştirmelerine, aşağıdakilerinse yaşadıkları eşitsizlik ve adaletsizlikleri kendi beceriksizliklerine atfedip hiç hareket etmemelerine, siyasete inanmamalarına yol açar, yani olup biten her şeyi, sistemi meşrulaştırır.
Ne acıdır ki, bu coğrafyadaki kesintisiz darbe sürecinden eskiden ya da şimdi nasibini almış, alıyor olsalar bile, başlıca siyasi partilerin ideolojileri sol da ya da sağ da olsunlar muhafazakardır, otoriterdir, esasen sistemi meşrulaştırmak için siyaset yaparlar; demokratlıkla ilişkileri kendilerine alenen dokunulduğu zaman başlayan, hiç hakiki olmayan bir ilişkidir; hepsi bir biçimde bir şeyin “baş”ıdır ve bu duruma yönelik bir tehdit yoksa da “baş”larını eğerler.
Başbakan, onu “baş” yapan büyük çoğunluğun, yoksullar olduğunu unutmuş görünüyor; onların hayatlarının değişeceğine dair hakiki bir inançla, bu düzenin eskisi gibi gitmeyeceğine dair umutla oy verdiğini unutmuş görünüyor ya da kendisine oy verenlerin 1 Mayıs’ta Taksim’i talep edenlerden başka tür bir ayak takımı olduğunu sanıyor.
Bu tavra nasıl cevap vermek lazım? Panzehir nedir?
Bu ayak-baş dilinden kurtulmanın, başka bir hayatı tasavvur etmenin imkanları vardır; kuşkusuz daha örgütlü, bütün ayrımcılıkları reddeden bir demokrasi dilini ve hareketini sadece 1 Mayıs’ta değil her an her şeye rağmen çoğaltmak gerekiyor. (EÜ/GG)