Bu sene tam anlamıyla şiddet bayramına dönen 1 Mayıs'ın ardından tartışmaların yürütüldüğü farklı eksenler göze çarpıyor. Kim haklıydı, kim haksızdı, provokasyon nedir, ne değildir, devletle terör kelimeleri yan yana gelir mi gelmez mi diye uzayıp giden harcıalem tartışma yollarının ötesinde, devletin her katmanına giderek yayılan can sıkıcı bir hukuk düşmanlığı almış başını gidiyor.
1 Mayıs 2008'den birkaç gün önce Sakarya'da yaşanan Demokratik Toplum Parti'lilere (DTP) yönelik ırkçı saldırı girişiminde görmüştük: DTP'li milletvekilinin "vekilliği" anlı şanlı "Türk polisine" sökmüyordu. Halbuki ne kadar da alışmıştık, sürgün korkusuyla milletvekillerinin, hatta vekil eşlerinin, çocuklarının karşısında dizlerinin bağı çözülen polis memuru hikayeleri dinlemeye.
Üzülürdük hatta, memurdur, azıcık bir maaşla ev geçindiriyor, kalkıp bir de oraya buraya sürülüyor, ekmeğiyle, hayatıyla oynanıyor diye. Önce Sakarya'da, ardından 1 Mayıs günü polis ve jandarmanın Taksim baskınında gördük ki, "Türk polisi"nin bu günlerde kendisine ve kurumuna güveni tam, arkası sağlam. O kadar sağlam ki, bu kendinden emin duruşunu, emekten yana tavır alan milletvekillerini tartaklayarak tüm cihana teşhir ediyor; üstüne bir de idarecisinin aferin dolu şefkatiyle mükafatlandırılıyor, aynen Sakarya'da ortaya çıkıveren "ırkçı linç sürüsü" gibi.
Güler uygulatacağı şiddeti ilan edip durdu...
1 Mayıs tanıklıklarından anlaşıldığı kadarıyla, "Türk polisinin" teorik eğitimi de bu sefer tam. Dersini iyi çalışmış olanları, Agamben'den alıntı yaparcasına "hukuk bitti" diyor; bu yaşadığımızın demokrasi falan değil, alenen 12 Eylül'ün olağanüstü halinin devam bölümleri olduğunu hatırlatıyor. Hukukun bittiğinin farkındayız zaten; İstanbul Valisi Muammer Güler en az bir hafta boyunca "Provokasyon olacak" diyerek kendi uygulatacağı şiddeti ihbar edip durdu, devlet katında bir kişi de çıkıp bir kelam etmedi.
Anlaşılan o ki, kapalı mekanlarda aşırı miktarda gaz kokteyli kullanarak gerçekleştirilen saldırı provaları çok önceden planlanmış bir taarruzun ilk adımıymış. Sonra olanları tekrar tekrar hatırlamaya gerek yok. Önemli olan bu noktadan sonra emekçilerin hak ve özgürlük taleplerine verilen şiddetli karşılığın hangi çerçevede tartışılacağı.
AKP'nin beti benzi atmış neoliberal yüzü
1 Mayıs gecesi Kanal D'de yayınlanan 32. Gün programı boyunca ekran başında heyecanla bekledim. Neyse ki arada sırada sermayeye, Türkiye burjuvazisine, neo-liberal sömürüye karşı bir iki laf edildi. HAK-İŞ temsilcileri çaresizce 28 Şubat'a, Ergenekon'a sığınıp ortalığı bulandırmaya çalışırken, ne kadar da tatlı olurdu, AKP'nin korkudan beti benzi atmış, ancak halen vahşi bakışlarla etrafını süzen neoliberal yüzünü ısrarla teşhir etmek.
AKP sermaye dışında hiçbirşeye özgürlük istemiyor
Sıkça dile getirilen, Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) sadece "türban" için özgürlük istediği iddiası, ne yazık ki 1 Mayıs'ta yaşanan vahşeti topluma açıklamakta yetersiz kalan bir saptama. Öncelikle, polis kanunundan türbana ve hatta yeni 301 düzenlemesine kadar bir çok konuda gördük ki, AKP iktidarı, sermaye birikimi dışında neredeyse hiçbir şey için özgürlük istemiyor. Bu isteksizliği, devletin farklı kurumlarıyla da ortak bir tutum alabilmesini sağlıyor.
Sınır ötesi operasyonlar, İncirlik Üssü'nün gizli bir kararnameyle işletilmesi, DTP'ye yönelik tecrit politikası, 301. madde konusundaki baskıcı tutumu, AKP'nin devletle "eşgüdüm" içersinde çalıştığı noktalardan sadece birkaçı. Bu, kimse için yeni bir bilgi değil. Ancak, AKP'nin neo-liberal doğasını herkesten daha iyi bilen sendikalar, dün nedense "AKP sadece sermaye için özgürlük istiyor" demek yerine, "AKP sadece türban için özgürlük istiyor" demeyi tercih ediyordu sanki.
Oysa AKP, korkudan ne isteyeceğini şaşırmış durumda uzun zamandır. Özgürlük ve Dayanışma Partisi'nin (ÖDP), Ufuk Uras tarafından Meclis'te temsil ediliyor olması bile, ÖDP korteji ve parti binasına karşı vahşice saldırılmasını gerektirecek boyutta bir korku yaratıyor. SSGSS'ye karşı emekçi muhalefeti, son bir yılda canlanan sendikal mücadele, öyle bir korku yaratıyor ki, Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) binası sabahın ilk ışıklarıyla talan ediliyor.
Bu korkular elbette AKP'ye özgü korkular değil. Barış ve özgürlükten yana güçlü bir emek hareketi, muhalefetin sesini duyurabildiği bir siyaset sahnesi ve kimsenin "askeri" olmadan, Türk bayraklarına sarınmadan, demokratik talepler için sokağa çıkan bir toplum hayali, bir çok kişi, kurum ve sağ ya da sol görünümlü çoğu parti için ürkütücü bir kabustan başka bir şey değil.
Korkunun boyutları
AKP'nin şanssızlığı, tüm ürkmüş muktedirler adına polisini, valisini, jandarmasını kullanarak, bu korkularla birebir yüzleşmek zorunda kalması. 1 Mayıs baskınları, Sakarya'da yaşanan linç girişimi, hatta daha da geriye gitmek gerekirse, Hrant Dink'i uğurladığımız büyük cenaze yürüyüşünün ardından ortaya çıkartılan faşizan atmosfer, korkunun boyutlarını gün ışığına çıkarttı. 1 Mayıs'ın ardından tartışılması gereken en önemli mesele işte tam da bu korkuların, toplumsal muhalefetin lehine nasıl kullanılabileceğidir belki de. (KD/NZ)