Kıbrıslı Türkler ve Kıbrıslı Rumlar, "1 Eylül Dünya Barış Günü''nü -senelerdir olduğu gibi- bu yıl da milliyetçi söylemlerin havada uçuştuğu, neredeyse her köşe başına bayrakların çekilip anıtların dikildiği fakat aynı zamanda "iki toplum liderinin görüşmelere (hala) devam ettiği", bölünmüşlüğün hüküm sürdüğü bir Ada'da karşılıyor.
Ortada kutlanacak bir "barış" da yoktur ama her iki halkın ortak mücadelesi, barışa olan özlemi ve çabası bakımından 1 Eylül'ler Kıbrıs'ta yaşayanlar için ayrı bir önem taşıyan "sembolik" günlerdendir. Öyle ki - her iki kesimdeki - insanların barış için sarf ettikleri gayret ve inancın birleştirilmesi; ilkin bölünmüşlükten çıkarı olan ve bunun devamını arzulayan milliyetçi ve ulusalcı güçlere karşı bir mücadele alanı yaratmak bakımından; ikinci olarak da Ada'da barış taraftarları arasında olup da Türkiye'nin, Yunanistan'ın, AB'nin ve ABD'nin çizdiği çerçevenin dışına çıkamayan Güney'de Çalışan Halkın İlerici Partisi (AKEL) ve Kuzey'de Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP) gibi) odaklara yönelik de bağımsız bir direnç yaratmak anlamında önemli ve dahası da elzemdir.
Yanılsama ve hayal kırıklığı
Hafıza-i beşer nisyanla malulmüş. Toplumların bellekleri ülkelerindeki sınıf mücadelelerinin potansiyeline ve şiddetine göre değişkenlik gösterebiliyor. Öyle ki Kıbrıs'ın kuzeyinde 2000'lerin başında patlak veren toplumsal mücadeleler rüzgarı, milliyetçi ve ulusalcı, Ada'nın bölünmüşlüğünü savunan kesimleri 'iktidar' koltuklarından savurabilmiştir. "Türkiye Cumhuriyeti'nin işgali ve egemenliği altındaki bir ülkede, Ada insanının bir özne olamayacağı" söylemleri 1974'den (tarihi sömürgecilerin tarihi ile birlikte yazılan bir adada bu tarih daha da gerilere çekilebilir) 2000'lere kadar sol içindeki sinik tutumların yansımasıydı. Fakat 2000'li yılların başındaki toplumsal patlama -her ne kadar bazı kesimler tarafından AB'nin ve ABD'nin itkisiyle gerçekleştiğini savunuyor olsa da- yine de insanların kendilerini bir özne olarak hissettiklerini ve bunu bir nebze de olsun toplumsal bilinç düzeyinde idrak ettiklerinin göstergesiydi.
TC egemenleri tarafından dayatılan neo-liberal ekonomik paketlere karşı "Bu memleket bizim biz yöneteceğiz" ve "Ankara ne paranı, ne paketini ne de memurunu istiyoruz" sloganları etrafında örgütlenen toplumsal muhalefet, Kıbrıs sorununu odağına alarak enerjisini Annan Planı'nın referandumda onaylanmasına aktardı. Bu süreç içerisinde milliyetçi cephenin "efsane liderinin" 1974'ten beri süre gelen saltanatı son buldu. Parlamento'nun içeriği tepe taklak olarak, koltuklara başta CTP (Birleşik Güçler) olmak üzere barış isteyen odakların vekilleri yerleşti. Referandumda sandıktan Annan Planı'na kuzeyden "evet", güneyden ise "hayır" çıktı.
Ve bu tarihsel andan itibaren yavaş yavaş her şeyin değişeceği inancı yerini bir yanılsama hissiyatına, zaman geçtikçe de hayal kırıklığına bıraktı.
Sözde iktidarda olan barışçıl güçler çok geçmeden eskinin ötekileştirici dilini ve milliyetçi söylemlerini devraldılar. CTP kurmayları ve yeni Reis-i Cumhur verdikleri her demeçte Güney'e, Kıbrıslı Rum liderliğine saldırmadan edemiyordu. Öyle ki bir zamanlar en anti-KKTC'ci olanlar artık KKTC'nin varlığını ve vazgeçilemez oluşunu dahi dillendirmeye başlamışlardı. Öte yandan toplumsal muhalefeti parlamento mücadelesine indirgeyen zihniyet, parlamentoya hâkim olduğu andan itibaren sokaktaki aktivizmi ve potansiyeli bastırmak, söndürmek ve kontrol etmek adına yaptıklarından bir an olsun kuşku duymamıştı. Bu o kadar bir hırçın boyutlardaydı ki, CTP'nin hükümeti paylaştığı dönemde 1 Eylül etkinliklerine katılmıyor ve kendisine yakın olan sendikalara da etkinliklere katılmaması için talimat veriyordu. Bunun daha da vahim bir örneği - sadece bir örneği- aynen Türkiye'de yaşanmış olduğu gibi Kıbrıs'ta da yaşanan "Sosyal Güvenlik Yasası" döneminde gerçekleşti. Sol olduğunu iddia eden fakat sosyal güvenlik yasası gibi tamamen güvencesizleştirme üzerine kurulan neo-liberal yasaları gözünü kırpmadan geçiren de yine CTP olmuştu. Kendisine yakın olan sendikalar ise o dönemde herhangi bir mücadeleci girişimde bulunmamıştı, dahası CTP greve çıkan ve Meclis önüne yürüyen sendikaların önüne de polis barikatı çıkararak cevap vermişti.
Tekrar eden milliyetçi söylem
Toplumsal muhalefet geri çekilirken bir yandan da görüşmeler yeniden başlıyordu. Gerek referandum sonrasında yaşananlar, gerekse de CTP'nin milliyetçi söylemi tekrar etmesi ve izlediği ekonomik politikaların da etkisiyle toplum -zaten içe kapanmaya müsait bir yapıya sahipken- kendi kabuğuna çekildi. Bu içe kapanmanın, geriye çekilmenin ve tabir-i caiz ise "unutuşun" en önemli yansıması ise eskinin fosilleşmiş figürlerinin tekrardan hükmet sahnesine getirilmesiydi. Sanki UBP Kıbrıslı Türk Halkı'na korku ve şiddet dolu günleri hiç yaşatmamış gibi halk tarafından iktidara getirildi. Eroğlu ve Ulusal Birlik Partisi (UBP), Talat'ın ve CTP'nin açtığı yoldan yürüyerek seçimleri kazanmıştı. Yoksa başka her hangi bir siyasi yeniliğin kurucu unsuru olarak değil. Fakat burada belirtilmesi gereken bir diğer unsur da halkın sadece siyasi olarak muhafazakarlaşmasının bir sonucu olarak UBP'yi seçmiş olması değildir. Aynı zamanda da CTP'nin solunda bir alternatifin ortaya çıkmamış olması da söz konusu sonucun bir nedenidir.
Bu süreç içerisinde CTP'ye karşı soldan bir muhalefet damarı da tekrar gelişmeye başladı. Kuşkusuz tarihsel bir zemini olan bu muhalefet akımı, "yeni oluşan koşullarda" bir yandan kendisini güncelliğin ihtiyaçları zemininde yenilerken, diğer taraftan da Kıbrıslı Rumlar ile CTP dışında da ilişki kurarak bu ilişkilerini etkinlik veya eylemlerle derinleştiriyordu. Bu durum her ne kadar CTP ve ona bağlı örgütlerin canını sıksa da önüne geçilemez bir unsur olarak güncelliğin içerisinde kendisini kuruyordu. Bunun en manalı ve önemli örneklerinden biri Kuzey'de CTP'nin ve Güney'de de AKEL'in katılmadığı 1 Eylül etkinliklerini Kıbrıslı Türklerin ve Kıbrıslı Rumların ortak gerçekleştirdikleri eylemlerle birlikte kutlamalarıydı. Hem de adanın bölünmüşlüğünün kemikleştiği bölgelerden biri olan, Lefkoşa'yı ikiye ayıran sınırın üzerinde, ara bölgede!
Her iki bölgede de sözde barışçıl hükümetlerin iktidarda olduğu bir dönemde, onlardan bağımsız ve onlara rağmen 1 Eylül'ün bir mücadele ve dayanışma günü olarak kutlanması, egemen kesimleri rahatsız etmişti. (Burada ayrıntılarla Türkiyeli okuyucuyu metnin içerisinde boğmak istemiyorum) Öyle ki kendi tabanından gelen baskıya dayanamayan CTP geçtiğimiz yıl, diğer parti ve örgütler Kıbrıslı Rumlar ile ara bölgede ortak 1 Eylül kutlarken, o da kuzeyde kendine yakın sendikaların katılımı ile 1 Eylül organizasyonu gerçekleştirmişti.
Dünya Barış Günü ara bölgede
Bu seneki 1 Eylül siyasi dengelerin ve dağılımın geçen senelere göre tamamen tepe taklak olduğu bir konjonktürde gerçekleşiyor. Geçtiğimiz beş yıllık süreçte iktidar mekanizmalarının elinin altında bulunduğu CTP, bugün artık muhalefette. Hükümette ise milliyetçi ve otoriter UBP bulunmakta. Söz konusu siyasal zeminin değişmesi 1 Eylül kutlamalarına da yansıyacak.
Bu sene geçen senelerden farlı olarak ve hükümetteyken "düşman kardeşler" pozisyonunda olan CTP ve Güney'de iktidarda olan AKEL'e bağlı iki büyük işçi sendikasının çağrısıyla Dünya Barış Günü, ara bölgede bulunan Taksim sahasında kutlanacak. Kuzeyden Devrimci İşçi Sendikaları (DEV-İŞ) ve Güney'den Tüm Kıbrıs İşçi Federasyonu (PEO- Pan Kypria Ergatiki Omospondia) ve Birleşik Kıbrıs Barış İnisiyatifi tarafından ortak 1 Eylül kutlama çağrısı geçtiğimiz günlerde yapıldı.
PEO'nun geçtiğimiz yıllarda hiçbir suretle ortak 1 Eylül etkinliğine yanaşmamış olmasına rağmen bu seneki etkinliğin ortak yapılmasını istemesi Güney'de yaklaşmakta olan seçimlere yönelik bir girişim olarak yorumlanmakta. Öte yandan DEV-İŞ'in de ortak 1 Eylül çağrısının altından imzasının bulunması CTP'nin yeniden toplumsal muhalefetin belirleyici bir unsuru haline gelme çabası içerisinde olduğu şeklinde yorumlanabilir.
Fakat yüksek siyasetin tüm çıkar kapmacalarına rağmen 1 Eylül'ün bu sene geçen senekilere oranla daha kitlesel ve bütünlüklü olarak kutlanacak olması ayrı bir anlam taşıyor. Siyasetçilerin, egemenlerin tüm oyunlarına ve ikircikli sözlerine rağmen insanlar gerçekten, gerçek bir barışa ulaşmak istiyorlar. Bunu görüşme masalarında veya anlaşma metinlerinde gerçekleşemeyeceğini de anlamış bulunmaktalar. Dolayısıyla esas mevzu barışın aşağıdan, iki halkın -ve ayrıca ada üzerinde yaşayan göçmenlerin, Maronitlerin, Ermenilerin de katılımıyla- ortak mücadelesi sonucunda yaratılabilecek oluşudur. İşte önümüzdeki 1 Eylül her iki halkın, hem milliyetçi ve ulusalcılara karşı ortaklaşması hem de egemenlerden -barış isteyenlerin kendi egemenlerinden de- bağımsız, ortak mücadelesi ve dayanışması açısından önem taşımaktadır. Egemenler en iyi ihtimal masa başında adına çözüm dedikleri belgeleri imzalayabilirler. Ancak barış her zaman için 'bizlerin ellerindedir!' (HY/SP)