Atık kağıt işçisi Mustafa
Böyle bir havada kimse atık kağıt peşinde de olmaz gibi geliyor. Yol beni Moda’ya sürüklüyor. Üzerinde artık yırtılmış, sarı renkte naylon yağmurluğu, sırtında kocaman arabasıyla biri çarpıyor gözüme. Yanaşıp durumu anlatıyorum. Öğrenciyim, atık kağıt işçileri üzerine çalışıyorum, kendisiyle birkaç saat gezinip biraz fotoğraf çekmeme izin verirse çok mutlu olurum. Kabul ediyor, ürkekçe. Gezmeye ve konuşmaya başlıyoruz.
İsmi Mustafa, soyadını bilmiyorum. Yaşımdan mütevellit “Mustafa Abi” diye hitap ediyorum, o da bana “Abi” diyor. Bir de soruyorum ki 85 doğumluymuş, benden ufakmış. Yüzüne bakınca benden en az 10 yaş büyükmüş gibi duruyor oysa.
Mustafa Urfalıymış. 6 yaşından beri çalışıyormuş. Şimdiye kadar amele, hamal, otopark görevlisi, çiftçi, mevsimlik işçi olarak sayısız işte çalışmış.
“Ne kadar kazanıyorsun günde?” diye soruyorum. “Kıçını yırtsan 20 YTL” diyor. Alüminyumun kilosu 1 YTL, kağıtsa 50 YKr.
Günde iki kez o koca arabayı doldurup depoya götürüyor. Araba doluyken 100-150 kilo ağırlığına ulaşıyor.
Bir karısı, bir de kızı var Mustafa’nın. Urfa’da yaşıyorlarmış. “Böyle zor olmuyor mu?” diye soruyorum, “Ne yapacaksın ki?” diyor o da bana. Bu cevabı konuşmanın ilerleyen dakikalarında birkaç kere daha duyacağımı biliyorum.
Sürekli durup çöp karıştırıyoruz. Daha doğrusu o karıştırıyor, ben de onu sorularımla rahatsız ediyorum. Şükür ki iyi biri, hatta çoğumuza kıyasla fazlasıyla iyi bile denebilir. Başkası olsa, beni çoktan başından def etmişti bile. Mustafa’da ise doğu insanına has saflık ve ağırbaşlılık var. Sırf bu özelliğiyle bile pek çoğumuzu utandırabilir.
Haftanın yedi günü çalışıyor. Sabah 8’de yola çıkıyor, akşam 7’ye doğru son partiyi depoya verip yatacağı yere çekiliyor. Duşunu alıyor, belki biraz televizyona bakıyor ve uyuyor. Deponun üst katında kalıyor, toplam 20 kişi aynı yeri paylaşıyorlar. Kardeşi de onunla beraber çalışıyormuş.
Kışın çok soğuk olduğunda bir aylığına Urfa’ya gidiyormuş. Neyseki herkes gibi onun da sevineceği ve umutla bekleyeceği bir şey var.
“İstanbul mu güzel, Urfa mı?” diye soruyorum. “Urfa tabii ki de” diyor.
Kürt meselesi hakkında sormak istiyorum ama nasıl yapacağım, konuya nasıl gireceğim hakkında pek bir şey yok kafamda. Bir süre lafı geveledikten sonra birden cesaretlenip soruyorum. Yanıtı kısa, net ve bilgece oluyor: “Bizde ayrım yoktur. En nihayetinde herkes insandır.”
Mustafa arabasını bana emanet etti, sokağın dibindeki çöp kutusundan işine yarayanları alıp gelecek. Sokakta bir kedi gördüm, Mustafa çöpü karıştırırken ben de kediyi çekiyorum. Arsız, resmen poz veriyor, başka zaman olsa oturur severdim, ama moralim bozuk, yapmıyorum.
Moda sokaklarında geziniyoruz ya, hani biraz da içimdeki yarayı kaşımak istediğimden midir nedir, şu soruyu soruyorum: “Hiç etrafına bakıp da imrendiğin oluyor mu?”
Ama benim bu soruya yüklediğim anlam Mustafa için aynı şeyi ifade etmiyor: “Bana ne ki abi. Ben ekmeğime bakarım.”
İmrenmek, sadece bazı şeylere sahip olup da, o sahipliği az görenlerin, ya da yenisine sahip olabilmeyi umut edebilenlerin kelime haznesinde yer alıyor çünkü. Mustafa’da ise öyle bir şey yok. O sadece çalışıyor.
Mustafa gezi boyunca kaçıncı kere “Yeter bak hasta olacaksın” diye uyarmıştı, bir kere daha uyarıyor.
Ayrılık vakti geldi. . Peki diyorum, adresini alıyorum, çektiğim fotoğraflardan birkaç tanesini bastırıp ona götüreceğime dair söz veriyorum.