15 yıl önceydi. Nasıl bir kış günüydü hatırlamıyorum. Muhtemelen okuldan ya da dershaneden gelmiş, 4 odalı bir evin soba yanan sıcak salonunda yorgunluğumu atmaya çalışıyordum.
Televizyonda ana haberler… Ekranda üstüne gazete kağıdı örtülmüş, ayakkabısının altı delik, yerde yatan bir adam ve kameralara yakalanan ama yüzü belli olamayan beyaz bereli birisi.
Kırmızı beyaz şeritle kapatılan bir alan ve etrafında toplanan kalabalık.
“Hrant Dink” öldürüldü diyor haberlerde. İyi de kim bu Hrant Dink. İsmi Türkçe bile değil. Niçin önemli? İnterneti bırak bilgisayarım yok, telefonlar akıllı değil.
Haberleri izledikçe bir fikir ediniyorum kim olduğuna dair. Ermeni bir gazeteci. Uğur Mumcu, Abdi İpekçi, Ahmet Taner Kışlalı geliyor aklıma. Koltukta kıvrıldıkça kıvrılıyorum. Gözlerimden damlalar aktıkça koltuğa gömülüyorum ağlamam belli olmasın diye. Koltuk büyüyor, ben küçülüyorum sanki.
Hangi kanal açılsa Hrant Dink. İyi de ne yapmıştı bu Ermeni gazeteci? Televizyondan sorularımın cevaplarını öğrenebildim mi öğrenemedim mi hatırlamıyorum. O günden aklımda kalanlar sadece televizyonda izlediklerim ve o an hissettiklerim.
Sonrasındaki birkaç yıl neler oldu onu da bilmiyorum. Hafızamda yok o yıllar. Aradan geçen birkaç sene sonra üniversiteyi kazandım ve Kayseri’ye yerleşim. Muhtemelen 2012 kışı. Kitapçılardan birisinde Tuba Çandar’ın kitabını gördüm. Kapağında seneler önce vurulmuş, televizyonda yerde yatarken gördüğüm adamın fotoğrafı vardı. Üstünde de adı yazıyordu. Hrant!
Hatalı basım olarak kitapçının girişinde etiket fiyatından çok daha ucuza satılıyordu. Alıp, kaldığım devlet yurduna doğru yola koyuldum. İki gün içinde bitti o kalın kitap. Hrant Dink’in çocukluğu, gençliği, öldürüldüğü dönemde yaşadıkları… Tanıyordum artık Hrant’ı.
8 yılı aşkın bir zaman geçti kitabı okuyuşumun üzerinden ama en vurucu sözleri hala aklımın bir köşesinde (tamamı için kopya çekerek):
…Daha ilkokul yıllarından itibaren beni koruyan, kollayandı Hrant. Bana sahip çıktığını hiç belli etmezdi. Mesela, daha önce anlattığım o çiş hikayesinde, benim çarşafımı kendi çişli çarşafıyla değiştiren çocuğu Hrant sıkıştırmış ve itiraf ettirmiş ona. Ben bunu yıllar sonra o kişiden dinleyip öğrendim. Ama abim hiçbir zaman anlatmadı bunu bana.
Benimle ilgilenmez gibi yaparak ilgilenirdi. Daha üç yaşında olduğum için herhalde, bunu çaktırmadan yapardı. Benimle daha çok yemekhanede, çamaşırhanede çalışan kadınlar ilgilenirdi o zamanlar.
Ama hamam günleri Hrant yıkardı beni, çünkü ben başkasına müsaade etmezdim. Abim beni çok yıkadı, bense onu bir kez... 23 Ocak 2007’de... (Yervant Dink)
Sonrası ise daha detaylı bir araştırma. İnce bir ses kalabalığa bir konuşma yapıyordu. 23 Ocak 2007’den. Rakel Dink’ti:
Yaptıklarını, konuştuklarını kim unutabilir sevgilim? Hangi karanlık unutturabilir sevgilim? Olmuşları, olanları kim unutturabilir? Korku unutturabilir mi sevgilim? Yaşam mı? Zulüm mü? Dünyanın zevki sefası mı sevgilim? Yoksa ölüm mü unutturacak sevgilim? Hayır, hiçbir karanlık unutturamaz sevgilim.
Hrant’ı tanıyordum ama bilmiyordum. Yavaş yavaş öğrendim. Görüşleri, düşüncelerini… Barış diyordu, barış. Birbirimizin ilacı ancak biziz diyordu. Barışı vurmuşlardı.
Seneler sonrası… Haziran 2018. Genç, deneyimsiz bir gazeteci olarak başladım bianet’e. Üstelik ifade özgürlüğü gibi zor bir alanla ilgilenme görevi verilmişti bana. 24 Haziran seçimlerini atlattıktan hemen sonrası. Temmuz ayı, bir Salı günü. Yarın Hrant Dink duruşması var dedi Nadire Mater.
O zamanki şefim Haluk Kalafat’la göz göze geldim. Ancak hiç duruşma takip etmemiştim. Zaten mahkeme salonlarıyla tek alakam da 2014’te polise hakaret olarak gerekçelendirilen Gezi davalarından bir tanesiydi.
Mütalaa ne, SEGBİS ne, HTS kayıtları ne, C Büro ne, unsur komutanı kim, karşımda neden üç hakim var, bu kadar kişi ne anlatıyor, en önemlisi kimler niçin yargılanıyor…
Elif Akgül’le daha öncesine dayanan dostluğumuzu saymazsam, Bülent Aydın’la, Nevzat Onaran’la, Cansu Pişkin’le, Canan Coşkun’la, Uygar Gültekin’le, Yasin Kobulan'la, Hakan Bakırcıoğlu’yla, Hülya Deveci’yle orada tanıştım.
Kamu görevlilerinin de yargılandığı bu ikinci yargılamaya 76. duruşmadan dahil oldum. Mahkeme başkanı uzakta, göremiyorum ama sert. Ali İhsan Horasan! Sorularım çok fazla. Hiçbir şey anlamıyorum.
Katıldığım ilk duruşma sonrası Uygar’dan kopya çektim. Bülent abi, Canan, Uygar, Yasin, Elif bana sabırla kim kimdir, ne nedir anlattı, aylar boyunca anlatmaya devam etti, her sorumu cevapladılar. Birkaç duruşma sonrasında yakaladım olup biteni.
İstanbul’daki ilk 19 Ocağımda bu sefer ben de Sebat Apartmanı önündeyim. Soğuk ama kalabalık. Mikrofon Bülent abinin elinde.
Tam 12 yıl geçti. Acımız hafiflemedi. İlk günden beri talebimiz net: Adalet istiyoruz.
Karanfil bıraktım vurulduğu yere.12 sene önce adını duyduğum, ancak üniversite öğrencisiyken tanıdığım bu adamla ilk defa vurulduğu yerde, 12 sene sonra yüzleştim.
Anma sonrası sırt çantamızda Hrant Dink kartonlarıyla Demirören AVM’ye alınmayınca hepimizin yüzleşmediğini anladım.
Şimdi bu cümleleri yazarken Bülent Aydın’ın 2020’deki anma öncesinde söyledikleri geliyor aklıma.
Hrant Dink’i kaybetmiş olsak bile artık keşke nefret suçlarıyla yüz yüze olmasaydık. Hrant Dink’i öldüren o nefret suçuyla, o karanlıkla yüzleşmiş olsaydık.
Sonrası yine duruşmalar, kararlar, 19 Ocaklar, anmalar, haberler, söyleşiler... Anlattığım benim Hrant Dink’le kesişmemdir. 15 yıl önce öldürülen hiç tanımadığım bir adamla kurduğum duygusal bağ ve fikir birlikteliğidir.
15 yıl sonra onun barış ve adalet mücadelesine benim de ortak olmamdır. 15 yıl önce diyalog ve empati isteğinin bedelini canıyla ödeyen bir adamın 15 yıl sonra ideallerini yaşatma hayalimdir.
(HA)