bianet’teki yazılarımda genellikle gıda güvenliği, beslenme ve iklim krizi ile ilgili sorunları ele almaya çalışıyorum. Zaman zaman okurlardan çeşitli mesajlar geliyor. Bana gönderilen mesajlarda en çok sorulanlardan biri “ne yapacağız” sorusu. Bu sorunun hemen her zaman “ne yapacağım” değil de “ne yapacağız” şeklinde sorulması bile umut verici. Bir çözüm olacaksa ya da bir şeyler yapmak gereği varsa bunu elbirliği ile yapmamız gerektiğini daha en başından kabul eden bir tavrı gösteriyor çünkü. Ne yapacağız sorusuna elimden geldiğince çeşitli yanıtlar üretmeye çalışıyorum. Bu yazıda da gıda ve beslenme sorunlarının çözümü için yerel yönetimler odağında neler yapabileceğimizi ele alan bir çalışmadan söz edeceğim.
İstanbul ve gıda
İstanbul Büyükşehir Belediyesi geçtiğimiz günlerde İstanbul kentinin gıda ve beslenme sorunlarına çözüm sağlamak amacıyla hazırlanan İstanbul Gıda Strateji Belgesi’ni (İGSB) kamuoyu görüşüne sundu.
Hazırlanan belgede agroekoloji, gıdaya erişim, sağlıklı beslenme hakkı, iklim krizi, gıda ve su güvenliği başta olmak üzere çeşitli konu başlıkları odağında orta ve uzun vadede gerçekleştirilmesi planlanan hedefler yer alıyor. İGSB’si bir süre kamuoyu görüşüne açık tutulacak ve yapılan yorumlar değerlendirilerek belgeye son şekli verilecek.
İstanbul Gıda Strateji Belgesi’nde yer alan en önemli hedeflerden biri kentin gıda üretim-tüketim sürecinin her aşamasında sorumluluk üstlenebilecek bir Gıda Konseyi (ya da Gıda Meclisi) kurulması.
Dünya genelinde Paris, New York, Sao Paulo, Londra, Milano, Barselona gibi çok sayıda kentte yürürlükte olan bir gıda strateji belgesi bulunuyor. Yine çeşitli kentlerde yapılacak faaliyetleri organize etmek, izlemek ve değerlendirmek amacıyla kurulmuş gıda konseyleri de bulunuyor. Gıda ve beslenme ile ilgili sorunların çözümü için yerelde örgütlenmiş, sorunlara hızla müdahil olabilecek gıda konseyi ya da gıda meclisi gibi kamu kurumlarına ülkemizde de büyük bir ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Üstelik iklim krizi bu tip kurumlara duyulan ihtiyacı zaman içinde daha da belirgin kılacak. Sadece gıda ve beslenme alanında değil elbette, daha genel bir çerçeveden yola çıkarak, ülkemizde geçtiğimiz 40 yıl içinde büyük oranda tahrip edilen kamusal düşünceyi canlandırmak ve kamu refahını esas alan kurumları yeniden oluşturmak gerekiyor desem sanırım hiç yanlış olmaz.
Kişisel bir not
Gıda mühendisliği mesleğine öğrenci olarak ilk adım attığımda 12 Eylül Darbesi’nin üzerinden birkaç yıl geçmişti ve Turgut Özal hükümeti iş başındaydı. Neoliberal politikaların olanca yıkıcılığı ile ülkemizde uygulamaya konulduğu yıllardı…
Şimdi yaşadığımız toplumsal sorunların kökleri büyük ölçüde o yıllara uzanıyor.
Uzun uzun o yıllardan, yaşananlardan söz etmeyeceğim ama şimdi içinde olduğumuz kriz halinin, kamusal hayatın çeşitli alanlarında gördüğümüz yıkımın bir anda zuhur etmediğini, geçmişe uzanan kökleri olduğunu anımsatmayı da çok önemsiyorum. Toplumsal hafızaya sahip çıkmanın umutsuzluğu, çaresizlik duygularını yatıştırabileceğine inanıyorum.
Büyük çoğunluğu kamu hizmetinde geçen meslek yaşamımda tarım, gıda imalatı ve beslenme alanında faaliyet gösteren kamu kurumlarının nasıl lağvedildiğini, özelleştirildiğini, peşkeş çekildiğini gördüm. Tarım Bakanlığı’nda genç bir mühendis olarak işe başladığımda gıda alanında faaliyet gösteren kurumları saymakla bitiremezdik: Süt Endüstrisi Kurumu (SEK), Et Balık Kurumu (EBK), Türkiye Zirai Donatım Kurumu (TZDK), Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO), Enstitüler, Yem Sanayii Türk A.Ş. (YEMSAN), Türkiye Gübre Sanayii A.Ş. (TÜGSAŞ), Tarım İşletmeleri Genel Müd. (TİGEM), Devlet Üretim Çiftlikleri… evet saymakla bitmezdi gerçekten.
Uygulanan neoliberal politikalar kamu kurumlarını tasfiye ederek büyük bir toplumsal zarara yol açtı. Dahası, kamusal düşünme-eyleme gücümüzü de aşındırdı. Toplumsal her sorun birer bireysel soruna dönüştürüldü. Bir şeyler yolunda gitmediğinde eksikliği, yetersizliği kendimizde arar hale geldik. Sağlıklı beslenme bir hak sorunu olarak değil de bir bilme ya da doğru tercihlerde bulunma sorunu gibi algılanır oldu örneğin. Ortalık “onu yeme bunu ye, onu alma bunu al” şeklinde özetleyebileceğimiz tavsiyelerden geçilmez oldu…
Kurumların toplumsal hayatta oynadığı rollerin ve yarattığı ilişkilerin meseleleri nasıl ele aldığımız, karşı karşıya olduğumuz meseleler hakkında nasıl düşündüğümüz üzerinde etkili olduğuna inanıyorum. Söylediklerime açıklık getirebilmek için bir hatıramı paylaşacağım.
1970’li yıllarda, ben henüz bir çocukken bir belediye işçisi olan babam her gün eve üç şişe süt getirirdi. SEK tarafından üretilen kapağı alüminyum folyo ile kaplı o şişe sütleri eminim çoğu kişi hatırlayacaktır. O yıllarda sendikal bir hak olarak çocuk başına bir şişe süt alıyordu. Babam süt şişelerini ertesi gün iş yerine geri götürürdü. Böylece o şişelerin SEK fabrikasında temizlenip yeniden kullanılmaları sağlanırdı. Annem o süt şişelerini yıkardı. Bunu yapmaya mecbur değildi ama yapmayı da bir zül olarak görmezdi. Şişeleri kirli göndermenin SEK fabrikasındaki yıkama-temizleme işini zorlaştıracağını düşünürdü. Şişeleri kırmak ya da atmak, israf ve kamu malına zarar olarak görülürdü. Kamusallığın bir bakıma böyle, yani kurumlarla nefes alan bir şey olduğunu düşünüyorum. Kamu refahını önemseyen kurumlar olmadan, o kurumların yarattığı, yol açtığı ilişkiler ağı olmadan kamusal düşüncenin toplumsal hayatta kendine yer bulabilmesi çok zor. Aradan 40 yıldan fazla zaman geçti ve şimdi o kamu kurumları yok artık; İstanbul’daki SEK fabrikasının yerine AVM yapıldı örneğin ve zamanla başka bir ilişki ağı, başka bir düşünme biçimi toplumsal hayata egemen oldu.
Kamu refahı ve kurumlar
12 Eylül Darbesi ile başlayan süreç toplumsal hayatı tarumar etti. Bugün geldiğimiz noktada kamu kurumlarının yokluğunu derinden hissettiren çok ağır sorunlarla karşı karşıyayız. İklim krizi, biyoçeşitlilik kaybı, doğal yaşam alanlarının ve sulak alanların yok edilmesi ve ülkemizde büyük boyutlara ulaşan kimyasal kirlilik gibi büyük sorunlar gıda güvencesi ve güvenliğine (ve su güvenliğine) büyük zarar veriyor; vermeye de devam edecek. Bir krizin içindeyiz ve gereken adımları atamaz, gerekli çalışmaları zamanında yapamazsak giderek derinleşecek ve toplumsal hayatı paramparça edebilecek bir kriz bu. Toplumsal hayatın her ne olursa olsun böyle devam edeceğine, değişmeyeceğine inanıyoruz ama öyle olmayacak. Önümüzdeki on yıllar içinde her şey hızla değişecek. İçinde olduğumuz yüzyıl içinde insan uygarlığının ve hatta yeryüzündeki hayatın çökme olasılığı bile var.
Yeryüzündeki hayatın çöküşe doğru gittiğini fark etmek bir umutsuzluk, çaresizlik duygusu yaratıyor. Çaresiz kalıyoruz, çünkü özü itibariyle kamusal nitelik taşıyan hemen her sorun birer bireysel soruna dönüştürüldü ve bireyler olarak gücümüz de sınırlı. Ama ortada bir başka ve çok önemli gerçek var: Mevcut krize yol açan sorunları nasıl çözebileceğimizi ya da en azından çözüm için hangi adımları atmamız gerektiğini de biliyoruz. Temel mesele, bu çözümleri hayata geçirecek bir siyasal iradenin ortada olup olmadığı. Kolay bir mesele değil bu. Değil, çünkü neoliberal politikaların yol açtığı düşünme tarzı ya da akılsallık biçimi toplumsal hayatın bütün veçhelerine sinmiş görünüyor.
Çözümsüz değiliz
Bütün bunlara rağmen çözümsüz bir noktada olmadığımızı fark etmemiz yine de çok önem taşıyor. Bir kriz hali içindeyiz, ama bu krizi çözebilecek birikime de sahibiz. Bu umut verici bir noktadır ve bir toplum umut olmadan yaşayamaz. Toplumsal hayatın devamlılığını ancak ortak paylaşılan bir umudu büyüterek sağlayabiliriz. Dolayısıyla nasıl bir siyasal iktidara talip olduğumuzu, ne yapmak istediğimizi net bir şekilde ortaya koymamız zorunlu (Sürekli biz diliyle konuşmamın en önemli nedeni işin içine kendimi de katıyor olmamdandır).
Var olan kamusal nitelikli kurumları özenle korumak, bu kurumların yetki alanlarını kamu refahı adına genişletmek, kamusal hayata yeniden can verecek kurumları ise el birliği ile yeniden oluşturmak gerekiyor. İklim krizi, giderek derinleşen yoksulluk, biyoçeşitlilik kaybı ve yaygın kimyasal kirlilik gibi gıda ve beslenmeyle birebir ilgili sorunlarla çok iyi örgütlenmiş, donanımlı ve müdahale gücü yüksek kamu kurumları olmadan baş etmemiz olanaksız. Bunu yapabildiğimiz ölçüde toplumsal hayatın devamlılığını sağlayabilmek de mümkün olabilir.
Gıda ve beslenme sorunlarına (ve elbette diğer toplumsal sorunlara) müdahil olacak, çözüm sağlayacak kurumlar oluşturmak zorundayız. İçinde olduğumuz kriz halinin çözümüne yönelik en önemli yaklaşımlardan birinin bu olduğunu düşünüyorum. Yapmazsak ya da yapamazsak ne olacağını bilmek olanaksız elbette ama bir süre sonra bu çözüm için adımlar atmaya mecbur kalacağımızı düşünüyorum. Ancak öyle bir durumda büyük bir ihtimalle gecikmiş olacağız, toplumsal maliyet çok yüksek olacak ve belki de yaptığımız şeyler hiç bir işe yaramayacak…
Hazırlanan İstanbul Gıda Stratejisi Belgesi yerel yönetimlerin gıda ve beslenme sorunlarına kamusal bir bakışla, kamu refahı adına çözüm üretebilmesi için bir başlangıç adımı olarak görünüyor. Bu belgenin yurttaşlarca sahiplenilmesi de önemli bir başka adımdır. Bir sonraki adım bir gıda meclisi ya da gıda konseyi oluşturmak olmalıdır. Elbette el birliği ve dayanışmayla…
(BŞ/NÖ)