Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi, Ocak 2021'den bu yana toplanıyor. 10 Nisan'da başlayan panellerin dördüncüsü "Basında Ölülere Yönelik Şiddetin Yeri"ni kayıt çözümlerinden yayımlıyoruz. Kayıttan da dinlemek mümkün.
"Basında ölülere yönelik şiddetin yeri" başlığıyla 22 Ağustos 2021'de gerçekleşti. Gazeteci Hüseyin Aykol'un moderetörlüğündeki programa Nadire Mater, Ayşe Güney, Ali Duran Topuz ile Veysi Altay katıldılar. Bu dizimizde paneldeki konuşmaların çözümlerini yayımlıyoruz, panelleri kayıttan da izlemek mümkün.
***
Aslında ölüye yönelik şiddet diye ifade edilen, ölüye hakaret diye de söyleyebileceğimiz; ölenler, artık yaşamayanlar üzerinden şiddetin teşhir edildiği, o şiddetle bir tehdidin de ortaya konulduğu durumları konuşuyoruz.
Bunlar gerçekte savaş hukukunun -bildiğimiz modern batı dönemi hukukları ondan önceki Hristiyanlık, Müslümanlık ya da Yahudilik içerisindeki oluşmuş çatışmaya ilişkin hukuklar ya da bu dinlerin dışında Budizm vs. Uzakdoğu bölgelerinde oluşan hukuklar- bu türden hakareti hukuk alanı içinde kabul etmezler.
Bu şahit olduğumuz meseleler bildiğimiz düşmanlık hukuku. Birbirine düşman olanların birine ilişkin görüşleri, haklarına yönelik bakışları çerçevesinde açıklanabilir bir şey değil. Bunun daha ilerisine geçen, bundan daha geniş bir saldırganlığın ve kötülüğün işareti bu. Bunun biraz mitolojik boyutta da özel örneklerini biliyoruz.
Akhilleus ve Hektor
Bunlardan bir tanesi iki düşman olan Troya önünde Akhilleus ve Hektor’un mücadelesidir. Aslında Hektor burada ölüme yazgılıdır. Çünkü Akhilleus bir tanrı olarak sadece topuğundan vurulunca ölebilir, ama bunu da kimse bilmediği için ölümsüz gibidir.
Hektor ise ölümlü bir fanidir. Kendini korumak için yarı tanrının karşısına çıkar ve kaybeder doğal olarak. Akhilleus, Hektor’a çok öfkeli olduğu için onun cesedini sürükler, cesedine hakaretler eder ve gömülmesini istemez, gömülmesine izin vermez.
Hektor’un babası yaşlı kral Priamos, Akhilleus’un çadırına kadar gider ve yalvarır. Ölümün tanrıların hükmü olduğunu, ölüm hakkının tanrıların hükmü olduğunu dile getirir, düşmanlığın buna engel olmaması gerektiğini söyler ve cesedini alıp defneder.
O, öfkeli yarı tanrı Akhilleus’u bile hizaya getirmiştir. Bu antropolojik mevzu bizi hukuk alanının dışında bir kötülükle karşı karşıya bırakır. Hukuki olan defnin yapılmasıdır çünkü.
Antigone
Bir başka antik zaman öyküsü de yine bu sefer Troya içinde, ama Thebai için savaşan iki kardeşin öyküsü: Polyneikes ve Eteokles. Kral Kreon, Polyneikes’in cesedinin gömülmemesine karar verir. Eteokles ise törenlerle övgüler, sunular eşliğinde gömülecektir. Çünkü biri kahraman, biri haindir.
Antigone, buna karşı çıkar. Kardeşini iki kere defneder ve ikisinde de yeniden yüzeye çıkarılır, bunun için kendisi de ölüme kadar gider. Şimdi buradaki Kreon’un hükmünde ‘hainlik’ meselesi vardır.
Yani biz Akhilleus mevzusunda "düşmanlık" o konunun dışında olduğunu görüyoruz ölüye hakaretin. Burada ise bir devlet fonksiyonu olarak, çünkü kraldır Kreon, hainlerle hain olmayanlara. Bugünkü tabir olsaydı şehit diyebilirdik ama o dönem içerisinde öyle bir tabir Pagan Yunan öyküsünde yok.
Biz sadece bugünden ekleyebiliriz bunu. İkisini birbirinden ayırdığında, birine artık gömülmeyi hak olarak görmeyen, çünkü onun yaşamış halini insan olarak kabul etmeyen bir hikâye vardır bunun içerisinde.
İki görüntü
Şimdi bu iki öykü, özellikle 90lı yıllarda başta Kürdistan olmak üzere Türkiye’nin birçok yerinde tanık olduğumuz ve medyada yansıyan ve yansımayan şiddetin, şimdilerde 2015 çözüm sürecinin bitmesinden sonra tanık olduğumuz şiddetle bağlantısı bu öyküler çerçevesinde bence yeniden okunmalı.
Hukuku biz bir mücadele alanı olarak hala tutmalı ve bütün bunların hukuki mücadelesini vermeliyiz. Ama herhangi bir hukukun buna izin verdiği fikrine hiçbir şekilde katılmam mümkün değil. Düşman hukuku bile bunu kabul etmez esasen.
İki tane de öyküyü karşılaştırmalı konuşmak istiyorum. Birisi sözü edildi: 10 Aralık 1993 tarihli Özgür Gündem manşeti “İnsanlık sürükleniyor”. Burada bir gerillanın cesedinin zırhlı araçla sürüklenmesi söz konusuydu.
Diğer görüntü ise 3 Ekim 2015, yani çözüm sürecinin çöpe atılmasından sonra ve o kentlerde hendeklerde çatışmalar sürüyorken bodrumlarda insanlar yakıldığı dönemde, Şırnak’ta Hacı Lokman Birlik’in -diğer adıyla Siyabend Zana’nın- katlinden sonra fotoğrafının çekilip yayınlanması.
Özgür Gündem
gazetecisi
Özgür Gündem’in manşetinin yarattığı etki Türkiye’deki demokratik kamuoyunu elbette derinde etkilemişti ama sayı çok azdı ve Özgür Gündem’in ulaşma kabiliyeti çok zayıftı, zayıf olma sebebi çok açıktı.
Dağıtımcısı dâhil herkese kurşun sıkılıyordu. Baskısına izin verilmiyordu, dağıtılmasına izin verilmiyordu. Zayıflık gazetenin niteliği değil devletin engelleyici gücünün yüksekliğiyle bağlantılıydı.
Buna rağmen ciddi bir ses getirebilmişti içerideki demokratik kamuoyunda. Ama dönemin medyasında, Özgür Gündem’e yönelik devlet propagandalarını onaylayan boyutlar dışında bir habere yol açmamıştı.
Yani dönemin medyası esasen o haberin, o görüntülerin haber yapılmasını istemediği gibi o görüntülere karşı da değildi ve o haberin Türkiye aleyhine kullanılmasına dolayısıyla Özgür Gündem’in kendisine, orada gazetecilik yapanlara karşıydı. Orada çalışanların gazeteci olarak görülmemesini medya da onaylıyordu.
Hacı Lokman Birlik
Yani dönemin ana akm medyaları, bazı muhalif sayılacak kesimler, kendince kendine muhalif diyen kesimler dâhil olmak üzere, o fotoğrafı yayınlamadılar.
Fotoğraf önce Sabah Gazetesi’ne gitmiş bir fotoğraf. Tabi hiçbir şekilde ilgi görmüyor ve fotoğrafı çeken çocuğun, ya da çektiği düşünülen çocuk özel tim tarafından kaçırılıp işkence edilip bir çöplüğe atılması söz konusuydu.
Şükür ki ölmedi, kurtuldu ama bir daha oralara uğrayamayacak ve o işleri yapamayacak hale gelmiş olduğu o dönem elde ettiğimiz bilgiler arasındaydı.
Sosyal medyadan
Hacı Lokman Birlik’in görüntüsü ise medyada yayınlanmadı, medyadan yayılmadı da. Çok tuhaf bir şekilde o dönemde dünyanın her tarafına şiddet görüntülerini yayan bir örgütün yaptığı gibi, IŞİD’in yaptığı gibi sosyal medya üzerinden yayıldı.
Ve bu, Akhilleus’un Hektor’a yaptığı gibi bir ölenden hıncını çıkarma ve ölenin hiçbir kıymeti olmadığına, kendi nezdinde gömülme, defnedilme gibi haklara sahip olmadığına ilişkin bir anlayışı dile getirecek şekilde sürüklenerek görüntüler çekilmiş ve bu görüntüler yayılmıştı.
Bu sefer yine iktidara yakın ana akımlardan bir tepki görmemekle beraber, demokratik, fikri eksende yayın yapmak peşinde olan bütün medyalarda bir tür tepkiye, sert bir tepkiye yol açmıştı.
Henüz 2016 darbesinden önce olduğu için Türkiye’de nispeten demokratik bir ortam var gibiydi. Eleştirileri dile getirmek nispeten mümkündü. Örnek olarak o dönem televizyon olarak İMC’de, Hayat TV’de, Yol TV’de, birçok gazetede, internet sitelerinde eleştiriler gelebilmişti.
Fakat yakından baktığımızda, aslında Hacı Lokman Birlik’in çatışmada ölmediği, yaralı olarak alındığı ve daha sonra ikisi yakın mesafeden olmak üzere otuza yakın kurşunla öldürülmüş olduğuna dair bilgiler -ki bu kurşun sayısı otopside zaten çıkmıştı. Canlı alındığına dair tanıklar vardı. Mesele buranın üzerinden gitmedi. Yani bir yargısız infaz tartışmasına dönmedi.
90larda
Aynı şey 90lar içinde geçerliydi. Aydın Engin'in anlattığı 90lara ilişkin askerlerin uyarı öyküsü muhtemelen doğrudur. Aydın abi de zaten görgüye dayanarak söylüyor.
Fakat meselenin sadece bir talimatla bağlantılı olmadığına dair bu iki olay, hem 93 yılındaki “İnsanlık sürükleniyor” manşeti hem Hacı Lokman Birlik’in sürüklenmesinden sonra tanık olduğumuz hadiseler, yapılanların sadece bir talimatla bağlantılı olmadığına dair özel bir durumu da ortaya çıkarıyor.
Hacı Lokman üzerinden devam edeyim. Sosyal medyanın da etkisiyle ve muhalif yayınların yarattığı bir etkiyle bu iş tartışmaya açılınca hükümet bir adım attı. Neydi o adım? O görüntülerin terörle mücadeleye zarar verdiği, bu nedenle görüntüleri çekip yayanların soruşturulacağı bir adım attı.
Yargısız infaz veya değil, öldürülmüş birisinin tahkir edilerek sürüklenmesi söz konusuydu. Bu bir suç değildi, bunun soruşturulması söz konusu değildi ama bu görüntülerin yayınlanmasının güvenlik güçlerine ve terörle mücadeleye ve devlete verdiği zararlar söz konusuydu.
Bu, Hürriyet Gazetesi’nde aynı bu şekilde yer aldı ve bu şekilde yer alırken de haber Hacı Lokman Birlik’in “terör örgütü üyesi olduğu” sanki açık ve net bilgiymiş gibi yer alıyordu. Bu da aslında medyanın bir yanıyla -90 yıllarındaki talimat meselesini doğru kabul etsek bile veya etmesek bile- devletin yanında olma görevini açık bir biçimde yerine getirdiği olaylardan biriydi.
Kadın gerillalar
Dolayısıyla 10 Aralık 1993 ve 2015 bu şekilde, aynı tutumlarla bir birbirine kuvvetli bir biçimde bağlanıyordu.
Bu aynı zamanda esasen bize bir yanıyla Hektor ve Akhilleus’un çatışması gibiydi ki burada Hektor Hacı Lokman Birlik, gerçekten Hektor gibi ölümsüz bir zırhlı araca karşı, koca bir ekibe karşı tek başına öldürülüp sürükleniyor, Akhilleus da aynısını yapmıştı.
90 yıllarında ölenlere, yaşamını yitirenlere yönelik şiddet -ki 90larla sınırlı kalmadı, 2008’de, 2010, 2011 ve 2012'de oldu, Ekin Wan örneği de zikredildi- kadın gerillaların çıplak görüntülerinin yayılması bir ara bir neredeyse modaya dönüşür gibiydi.
Yine 90larda toplu gerillaların yan yana dizilmiş, işte başları koparılmış ya da vücutları parçalanmış fotoğraflarını yayınlamak ana akın medyanın normal faaliyetlerinden birisi gibiydi.
Hainler mezarlığı
Buradaki hikâye bizi hain meselesi üzerinden bir başka noktaya götürüyor. Bu da darbeden sonra ortaya çıktı. Hainler mezarlığı uygulaması, bu aynı zamanda bir tür tarihsel işte Polyneikes’e kadar giden bir durum.
Hain denilen bir kategori yarattığınızda hukuk dışı yaratmış oluyorsunuz. Hukuki haklarının tamamını ortadan kaldırabilecek bir pozisyon. Hainler mezarlığı hatırlayacaksınız tabii darbe sonrası olduğu için Gülenci olduğu düşünülen yani “FETÖ” diye devletin isim taktığı örgütünün üyelerinin gömüldüğü yerdi güya.
Fakat bu ismi “FETÖ” üzerinden bulmuştu ama uygulamanın kendisi ismi olmayan, olmayacak şekilde insanları gömme yine 90larda Kürdistan'da çok yaygın bir faaliyetti. İster çatışmada öldürülmüş gerillalar olsun ister evlerinden kaçırılıp, gözaltına alınıp katledilmiş yurttaşlar çoğu Kürt yurttaşlar olsun bilinmeyen yerlere gömülme ve atma söz konusuydu.
Bu aslında sözünü ettiğim bu mitolojik öykülerinde bir ölçüde ele alırsak bulunduğumuz yerde yani içinde yer aldığımız siyasal birlik içerisinde insanlar arasındaki ayrımı açık bir biçimde gösteren yani insan ve insan olmayarak sınıflandırıldığına dair ayrımı gösteren eğer insan ise hukuki boyutu çok bellidir.
Ölenin hakları
Bir suça karışmış olsa bile, bu suçun cezası her ne ise onun verilmesinin dışında, ölenin o ülkenin bir parçası bir yurttaş ve bir insan olarak öleni ve ölenin yakınlarının defnetme, yasını tutmaya ilişkin hakları olmalıdır. Hukuk bunu böyle söyler. Hukuk, bu tür durumları haklardan istisna edebilen bir mantığı düşünemez.
Bunun düşünen şey iktidarın mitolojisidir aslında. İnsan olmayanı tanımladığınızda, gazetecilik faaliyeti söz konusu olduğunda, insanmış gibi haber yapılmasına da karşı çıkarsınız.
Kendiniz gazeteci olsanız bile bu fikre inanıyorsanız, ki Türkiye’de bu söz konusudur, artık onu insanmış gibi haberleştiremezsiniz.
Bunun örnekleri 90larda 2000leri konuştuk darbe öncesini, darbe sonrasını konuştuk ama çok önemli bir kesiti daha konuşmamız gerekiyor.
Koçgiri ve Dersim
Bu da 1920'de Koçgiri de başlayıp 1938'de resmi olarak 41'e kadar gayri resmi bir biçimde Dersim'de devam eden bütün Kürdistan’daki askeri faaliyetlerdeki yan ürünler olarak bu tür işlerin medyada nasıl yer aldığına bakmamız gerekiyor.
Aydın abinin öyküsü doğru olsa bile işin bir tarihi olduğunu ve bu tarihin içerisinde ölülere yönelik tutumun yaşayanlara yönelik olduğunu o dönemin medyasına baktığımızda görebiliriz.
Örneğin zehirli gaz kullanılmasının, dönemin savaş hukukuna aykırı olması, Uluslararası savaş mahkemelerinde yargılanmasına kadar tehlikeli bir suç olmasına bakılmaksızın dönemin gazetelerinde “Mağaralarda fare gibi zehirlendiler başlıkları sayfa manşetinden tutun iç sayfa haberlerine kadar defalarca yer bulabilmiştir. Yine öldürülmüş çok sayıda insanın cesedinin gördüğü hakaretler bu gazete sayfalarında yer bulabilmiştir.
Yine direnişçilerin kesik başlarının fotoğrafları büyük gurur ve övgü eşliğinde rahatlıkla sergilenmiştir. Dolayısıyla, Türk medya tarihinde sadece 90’larda zuhur etmiş bir iş değil bu. Ve IŞİD benzer bir yöntemi bütün dünyaya karşı kullandığında tarihte bir ilki gerçekleştirmiyordu.1920-1938’de Türkiye’de bunun çok sayıda örnekleri vardır.
Bunun en temelinde yatan mesele, ölüyü insan olarak görmeme, yani yaşayanı insan olarak görmeme meselesidir. Aslında bütün ölülere yönelik hakaretler, saldırılar ve tedbirler, elbette ölen bir şey hissetmeyeceği için yaşayanlar nezdinde sonuç yaratır.
Elbette ölenin bir haysiyeti, saygınlığı olduğu fikri ve inancı bütün yaşayanların fikri inancıdır. Biliyoruz ki bu saygı kalanlarla ilgilidir. Ölenlere yönelik hakaret de yine kalanlara yönelik hakaret ve aslında aynı zamanda açıkça tehdit anlamı taşır.
Kimse emretmemişti
Türkiye’de medya, doğrudan devlete ideolojik bağı olması nedeniyle ölüye saygı meselesinde ağır bir saygısızlığı içinde taşımıştır. Örneğin çok iddialı gazetelerden biri olan ve benim de çalıştığım Radikal’de, işte Bursa’da mafya çatışmalarının mağduru olan ve malına mülküne el konulan ve katledilmiş iş adamından “Yahudi tefeci Nesim Malki” diye günlerce bahsedilmişti.
Bu benim kişisel tarihimde aldığım en büyük ders ve utançlarından biriydi. Çünkü Yahudi cemaatinden birisinin gönderdiği bir fakstaki eleştiriyi görene kadar bu konuda ben de neredeyse bir sorun görmüyordum.
Hâlbuki “kimsenin etnik kimliğinden bahsetmiyorken öldürülen iş adamı Nesin Malki'nin ben neden Yahudi tefeci Nesin Malki diye bahsediyorsunuz?” diye soruyordu. Bunu hiç kimse emretmemişti, hiç kimse talimat vermemişti, generaller toplanıp bunun için bir emirde çıkarmamışlardı.
Bu Türk medyasının ruhunda, kuruluşunda yer alan Türk devletinin ruhunda ve kuruluşunda da yer alan ayrımcılığın açık bir biçimde kendini ortaya koymasıydı.
Ölüye yönelik ayrımcılık, diriye yönelik ayrımcılığın devamıdır. Hatun Tuğluk'un mezardan çıkarılma meselesi böyle bir meseleydi. Yas hakkınız burada yok defin hakkınız burada yok eğer toprağı bile size layık görmüyorlarsa sizi orada yaşayan insan olarak bile kabul etmiyorlar demektir.
Bu işin boyutu bu kadar ağır ve derindir. (ADT/Lİ/DK/LS/APK/KU)
* 21 Ağustos 2021'de webinar olarak gerçekleşen “Basında Ölülere Yönelik Şiddetin Yeri" paneli kayıtlarını Leyla İşbilir yazıya döktü, Dilan Karaman ve İnisiyatif'ten Lokman Sazan yayına hazır hale getirdi. Metindeki arabaşlıklamayı bianet yaptı. Manşet görseli ve metin görsellerini Korcan Uğur düzenledi. Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi'ne çalışmayı yayımlama imkanı verdikleri için teşekkür ediyoruz.
e-posta: [email protected]
Ölüye Saygı ve Adalet Panelleri IV
Basında Ölülere Yönelik Şiddetin Yeri"
- Kamerayı nerden kurmalı?/ Veysi Altay
-Medya ölüye saygıda ağır bir saygısızlığı içinde taşıyor/ Ali D. Topuz
- Biz kadınlar diyoruz ki; dil değişsin, zihniyet dönüşsün/ Ayşe Güney
- Ölüm ve ölüyle ilgili haberler nasıl yapılmalı?/ Nadire Mater
- Bir "yeni" habercilik başlığı: Basında ölülere yönelik şiddet / Hüseyin Aykol