Fotoğraf:guncel15.com haber sitesi
Yeryüzünde göçmen olmayan tek bir kişi yoktur.
Cumhuriyet Halk Partili Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan, şehirde yaşayan yabancı uyruklu kişilerin su faturası ve katı atık vergisi ücretlerine 10 kat zam yapılacağını açıkladı. Son yerel seçimlerde Bolu Belediye Başkanı seçilen Özcan'ın göreve geldiği ilk günlerde de "Yabancı uyruklu kişilere yardımı kesin" talimatı tartışmalara yol açmıştı. Ancak daha sonra gazeteci Burcu Karakaş yaptığı araştırmada Bolu Belediyesi’nin yabancı uyruklu kişilere herhangi bir yardımda bulunmadığını, söylenenlerin yalan olduğunu ortaya çıkarmıştı. Özcan önceki gün yaptığı açıklamada ise "Ben dediklerimin arkasındayım. Bedel ödenmesi gerekiyorsa, bu bedeli ödemeye hazırım. Asla geri adım atmam. Bundan sonra yapmam gerekeni yaparım. Halkın tercümanlığını yapmak benim görevim. Biz göçmen çöplüğüne döndük” diye konuştu.
Nefret suçu
Bedel ödemek, geri adım atmamak, gerekeni yapmak, tertemiz ülkenin göçmen çöplüğüne dönüşmesi… Gerçek sorunlara temas etmeyen, afili, hamaset yüklü ve boş konuşmalar bunlar. Göçmenleri çöp olarak tanımlamaksa en hafifinden nefret suçudur.
İnsanları bir çöp olarak tanımlayarak onları insanlık ailesinden çıkarmak, insandışılaştırmak çok tehlikeli sonuçlara yol açar. Tarih bunun örnekleri ile dolu: ABD, Nazi Almanyası, Ruanda ve Kamboçya’da yaşananlar ilk anda akla gelenler. Nazi Almanyasında Yahudiler “fareler” olarak niteleniyordu, Vietnam savaşında Amerikalılar Vietnamlıları “balçık”, Ruanda’da Tutsileri ve ılımlı Hutuları hedef alan soykırımda Hutular tarafından öldürülen insanlar “hamamböcekleri” olarak adlandırılıyordu…
İnsandışılaştırmak
İnsandışılaştırma içeren söylemlerin izini her ülkede olduğu gibi ülkemizde de sürmek mümkün. AKP-MHP iktidar bloğunun kendi “bekasına” bir tehdit olarak gördüğü muhalif kesimlere yönelik olarak sıklıkla bu söylemi kullandığı bir gerçek. MHP Genel Başkan Yardımcısı Semih Yalçın bir süre önce HDP için “itlafı gereken bir siyasi haşere sürüsü” sözlerini sarf etmişti örneğin. Irkçı, nefret içeren söylemler konusunda toplumsal sicilimiz pek de parlak değildi zaten. Ancak iktidar bloğunun yıllardır bitmek bilmez bir arzuyla kullandığı nefret dilinin toplumun hemen hemen bütün kesimlerinde kendine bir yer edindiğini düşünüyorum.
Dolayısıyla insanları insan olmaktan çıkaran söylemlere karşı çıkmaktan, insan haysiyetini her ne olursa olsun korumaktan vazgeçmemek her zamankinden daha çok önem taşıyor. Irkçı ya da nefret içeren söylemler dilde kendine yer edindikçe şiddet olağanlaşır ve toplumsal hayatın yıkıma uğraması süreci hız kazanır çünkü.
Bu yıkım sürecinin epeyce uzun zamandır süregeldiği de bir gerçek. İçinde yaşadığımız dünya bize güven vermiyor artık.
Kamusal hayatı tahrip eden, müşterekleri yağmalayan, güvencesizliği yaygınlaştıran, insan ilişkileri dâhil her şeyi metalaştıran, yeryüzünü bir yok oluş krizinin eşiğine getiren neoliberal politikalar, belirsizliği gündelik hayatın bir parçası kıldı. Giderek çökmekte olduğunu hissettiğimiz bir dünya bu. Adalet duygumuzun aşındığı, kurumlara olan güvenin sarsıldığı bir dünya. Ne şimdinin ne de yakın geleceğin güvenli, belirli ya da öngörülebilir bir niteliğe sahip olmadığını, siyaset yapma imkânlarının tükendiğini hissettiğimiz bir dünya. Yıkıcı, ayrıştırıcı, insanı kolayca insanlıktan çıkaran nefret dilinin menziline girmenin her zaman mümkün olduğunu hissettiğimiz bir dünya.
Küreselleşmenin atıkları
Zygmunt Bauman, Iskarta Hayatlar isimli kitabındaki “Her Atık Kendi Çöplüğüne: Ya da Küreselleşmenin Çöpü” başlığını taşıyan bölümde “Atık”a çıkarılmanın, yani bir çöp olarak nitelenmenin nüfusun belirli bir kısmını değil, potansiyel olarak herkesi bekleyen, herkese mevcut ve müstakbel sosyal mevkisinin sallantıda olduğunu hatırlatan bir tehlikeye dönüştüğü uyarısını yaparak şu tespitte bulunur:
“Kaybolmuşluk ve talihsizlik duygularının körüklediği endişe buradan kaynaklanır: Bu yalnız bizim başımıza gelmiyor, dümenin başında hiç kimse yok, kimse ne olacağını bilmiyor. Bir sonraki darbenin ne zaman ve nereden geleceği, dalganın nerelere uzanacağı, ne denli öldürücü bir afetle karşı karşıya olduğumuz belli değil. Belirsizlik ve belirsizlikten doğan endişe küreselleşmenin ana ürünleridir. Devlet güçleri belirsizliği gidermeyi de azaltmayı da başaramazlar. En fazla yapabilecekleri dikkati en yakınlarındaki nesnelere odaklamak, hiçbir şey yapamadıkları hedeflerden başa çıkabilecekleri, denetim altına alabilecekleri hedeflere yöneltmektir. Mülteciler, sığınmacılar, göçmenler –küreselleşmenin atıkları- bu tarife kalıp gibi uyar.”
Belki de fark etmemiz gereken en önemli şey hepimizin birer göçmen hayatı yaşadığıdır. Göçmen olmak için ille de bir yerden başka bir yere gitmek-göçmek gerekmiyor artık. İktidar her birimizi, her an birer çöp olarak niteleyebilir. Güvencesizliğin ve belirsizliğin hüküm sürdüğü hayatlar bizi daha şimdiden birer göçmen kılıyor belki de. Bolu Belediye Başkanı’nın yaptığı açıklamaya karşı çıkmak (ve elbette yapılan-yapılacak bu tip diğer açıklamalara da) her şeyden önce içinde olduğumuz bu yıkıcı sürecin bir parçası olmamak için gerekli.
Bu meseleyi çeşitli açılardan tartışmak gerektiği çok açık ama öncelikle belirtmeliyim ki göçmenler, sığınmacılar ya da mülteciler hakkında ürettiğimiz her türlü söylem bize dair bir şeyler söyler. Onlara yönelik söylemlerimiz, ürettiğimiz etiketler, yaptığımız damgalamalar üzerinden bize-kendimize ya da memleketimize baktığımızda ne göreceğiz sorusu üzerinde düşünmeyi gerektiren bir sorudur. Ancak bu yazıda böyle çetrefil bir konuya girmek gibi bir niyetim yok ve doğrusu benim boyumu da aşan bir konu bu.
Çok daha basit, somut ve güncel bir meseleye odaklanmak istiyorum: Madem göçmenlere çöp denilebilir, onların memleketi bir çöplüğe çevirdiği söylenebilir oldu; o halde ülkemize bir çöp tenekesi muamelesi yapanların gerçekte kimler olduğunu mesele yapmak istiyorum. Tam da bu noktada, yani göçmenlerin birer çöp olarak nitelenebildiği ve bu tip ırkçı kanaat beyanlarının da ortalıkta uçuştuğu bir noktada gerçek ve somut çöp meselesini tartışmak istiyorum. Somut olgular, hakikati yansıtan örnek olaylar ırkçı kanaat beyanlarının ne kadar problemli olduğunu gösterebilir belki. Umarım.
Çöpü kim üretiyor, memleketi çöplüğe kim çeviriyor, üretilen çöp hangi sorunlara yol açıyor meselelerine biraz yakından ama ölçeği çok daraltarak ve tek bir soruna odaklanarak bakmaya çalışacağım. Bu çerçevede güncel -ve yıllar boyunca da güncel kalacak- bir sorun olan Marmara Denizi’ndeki kirlilik sorununa değineceğim.
Ara not
Öncelikle belirtmeliyim ki, ülkemizdeki göçmen ya da sığınmacıların sorunlarının ve yol açtıkları-açabilecekleri sorunların tartışılmasına karşı değilim. Ancak görebildiğim kadarıyla ortada böyle “sahici” bir tartışma yok. Ne Suriye’deki savaşın nedenleri ve ne de AKP-MHP iktidarının yıllardır süregelen savaştaki payı konuşuluyor. Suriye’deki yıkımda-yağmada siyasal iktidarın büyük bir payı var oysa. Öncelikle bunları konuşmak ve barışçı bir çözümün imkânlarını tartışmak gerekiyorken aksine davranmak, AKP-MHP iktidarının 7 Haziran 2015 seçimlerini kaybettikten sonra hız kazanan faşizan söylemlerine çanak tutmak yanlıştır. Ayan beyan ortada olmasına rağmen görmezlikten gelinen başka bir yanlış daha var: Ülkemize özgü ve epeyce geriden gelen, neredeyse on yıllardır var olan sorunların nedeni olarak göçmenlerin gösterilmesi. İşsizlikten, ekonomik krize, fiyat artışları ve eğitimdeki sorunlardan siyasal sistemin açmazlarına değin akla gelebilecek her türlü sorunun nedeni olarak göçmenler gösteriliyor. Göçmenler bir günah keçisine dönüştürüldü. Bu apaçık bir yanlıştır. Dahası, akli düşünme süreçlerini gözardı etmek, vicdani bakış açımızı köreltmek, muhakeme yetimizi askıya almaktır.
Belediyeler, Bakanlıklar ve çöp
Marmara Denizi’ndeki kirliliğin bir göstergesi olan müsilaj sorununun en önemli nedenlerinin başında denize dökülen atıklar geliyor. Marmara Denizi’ne kıyısı olan belediyeler derin deniz deşarjı yöntemi ile atık suları denize boşaltıyor. Dördüncü derecede kirletilmiş bir su kategorisindeki Ergene Nehri’nin kirli suları da Marmara Denizi’ne akıtılıyor. En azından son 30-35 yıldır kentsel, tarımsal ve endüstriyel kökenli atık suların Marmara Denizi’ne boşaltılması olağanüstü zengin bir tür çeşitliliğine sahip bu benzersiz denizin ölümüne yol açtı. Marmara Denizi artık bir çöplük oldu. Deniz ekosistemine verilen zararı onarmanın on yıllar alabileceği söylenebilir ama o durumda bile geriye dönüş olanaklı olmayacak.
Marmara Denizi’nin kirleten en önemli iki kimyasal madde azot ve fosfor olarak niteleniyor. Her iki kimyasal madde de tarımsal üretimde çok kullanılıyor. Yine her iki kimyasal maddenin su varlıkları için ciddi birer kirletici oldukları on yıllardır bilinen bir şey. Agroekolojik yöntemler tarımsal kökenli azot ve fosfor kirliliğini azaltma da işe yarıyor. Normal bir ülkede tarımda azot ve fosfor kullanımı sonucu su varlıklarındaki kirliliği önlemek için agroekolojik yöntemlerinin ülke genelinde yaygınlaştırılmasını sağlamak gerekirdi. Ancak kazanılacak faydalar sadece bununla sınırlı değil. Agroekoloji toprağın oluşumu ve onarımı, biyolojik çeşitliliğin korunması, toprağın karbon tutma yeteneğinde artış ve tarımsal üretimde zehirli kimyasal kullanımını azaltma gibi çok çeşitli faydalar sağlıyor. Ancak ortada hazırlanmış agroekolojik yöntemleri yaygınlaştırmaya yönelik ne bir uygulama ve ne de herhangi bir plan var.
Aslına bakılırsa agroekolojik bir uygulama ya da plandan söz etmek bile lüks kaçıyor. Ülke genelinde su varlıklarındaki kirliliği izlemeye yönelik doğru düzgün bir çalışma yapıldığını söylemek bile olanaksız. Somut bir örnek üzerinden konuşalım: Tarım ve Orman Bakanlığı tarafından yürütülen nitrat izleme çalışmalarından hangi sonuçlar elde edildi? Bu çalışmalar 1990’lı yılların başından beri yapılıyor. Dolayısıyla 30 yıl boyunca yapılan çalışmalardan muazzam büyüklükte bir veri yığını oluşmuş olmalı. Bu veriler nerede, elde edilen veriler dikkate alınarak hangi koruyucu önlemler alınıyor, elde edilen veriler kamusal erişime neden açık değil gibi bir dizi sorunun ise makul ya da mantıklı bir yanıtı yok. Yok, çünkü ortada analitik olarak ciddiye alınacak bir çalışma da yok.
Çerçeveyi biraz daha genişleterek şu soruyu soralım o zaman: Tarım ve Orman Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı ve Çevre Bakanlığı tarafından yürütülen ve toprak, su, hava gibi ortamlarda çeşitli kirleticilerin varlığını tespit etmek amacıyla yapılan çalışmalardan elde edilen sonuçlar nelerdir ve bu sonuçlar ışığında hangi koruyucu-önleyici çalışmalar yapılıyor? Sadece halk sağlığı ve çevre sağlığı bağlamında sorulması gereken ama ne yazık ki herhangi bir yanıt alınamayacak onlarca soru sıralanabilir.
On yıllar önce kurulduğu halde amaçladığı hedeflerin açık ara tam tersini yapan kurumları da unutmamalı.
193 belediyenin üye olduğu ve merkezi İstanbul’da bulunan Marmara Belediyeler Birliği, 6’sı büyükşehir olmak üzere 12 ilde (Balıkesir, Bilecik, Bolu, Bursa, Çanakkale, Edirne, İstanbul, Kırklareli, Kocaeli, Sakarya, Tekirdağ̆ ve Yalova) faaliyet gösteriyor. Bu belediyelerin Marmara Denizi’ndeki kirlilik sorunundaki paylarının ne olduğunu belirlemek, hangi kamusal uygulamalarla denizdeki kirliliğin önüne geçeceklerini sorgulamak çok önem taşıyor.
Neden önemli olduğunu şöyle izah edeyim: Marmara Belediyeler Birliği 1975 yılında Marmara Denizi’nin kirlenmesini önlemek amacıyla kurulmuş. Kurulduktan 46 yıl sonra Marmara Denizi’nin tam bir çöplüğe dönüştüğü dikkate alınırsa ne kadar “başarılı” olduğu ortada.
Su yoksa hayat yok
Dahası da var. Denizdeki kirliliğin bir nihai sonuç olduğunu, atıkların toplanması ve arıtılması sürecindeki yetersiz-uygunsuz çalışmaların karasal alanlardaki temiz su varlıklarının da kirletilmesine yol açtığını, dolayısıyla su varlıklarını korumak için ne gibi çalışmalar yaptıklarını da sorgulamak gerekli. Örneğin Bolu Belediyesi Başkanı çöp sorununun çözümü, Marmara Denizi’ndeki kirlilik sorununun azaltılması ya da su varlıklarını korumak için hangi çalışmaları yaptığını kamuoyuna açıklayabilir.
Elbette, birer yurttaş olarak bu sorunların neresinde duruyoruz onu da sorgulamak gerekiyor.
Türkiye temiz su temininde çok büyük zorluklarla yüz yüze. Yakın gelecekte bu zorluklar katlanacak. Sorun büyüyecek. Bu soruna Suriye’den ya da Afganistan’dan gelen sığınmacılar ya da göçmenler yol açmıyor. Bu sorun on yıllardır var. Ancak ortada ciddi bir çözüm iradesi yok, ülke genelindeki koruyucu, önleyici faaliyetler çok yetersiz ya da hiç düzeyinde.
Su toplumsal hayatın devamlılığı için gerekli en önemli fiziki varlıktır. Su yoksa hayat yoktur. Su yoksa bir yeri yurt bellemek, içine yerleşmek ve evimiz kılmak mümkün değildir. Mümkün olan her durum aşırı teknoloji kullanımını gerektirir ama o durumda da çözümü çok güç başka sorunlar ortaya çıkar.
Sadece su sorunu üzerinden bile Türkiye’deki siyasal sistemin ne kadar berbat olduğunu, toplumun sorunları teşhis etme ve çözme iradesinin ne kadar deforme olduğunu anlamak-anlatmak mümkün.
Sorunun da çözümün de parçasıyız
Bu ülkeyi göçmenler çökertmeyecek.
Türkiye’nin, ülkeye gelen göçmenler ya da sığınmacılar yüzünden değil de, örneğin ormanlık alanlarda oluşan tahribat ve küçülme, kamu mallarının yağması, iklim değişikliği nedeniyle oluşacak olası gıda üretimi ve beslenme sorunları, su varlıklarının azalması ve kirletilmesi gibi toplumsal hayatı darmadağın edecek sorunlar yüzünden bir dağılma-çökme yaşaması kuvvetle muhtemeldir. AKP-MHP iktidarı bu kritik önemdeki sorunları çözmek şöyle dursun daha da büyütmekle iştigal ediyor. Bu sorunlarla baş edebilecek alternatif bir toplumsal odak da şu an için ortada yok. Bunlar çok asli sorunlarımız. Dolayısıyla bakış açımızı bu asli sorunlardan kaydıran, sorunların kök nedenleri yerine yüzeysel ve gerçek dışı nedenleri ile uğraşan her türlü söylem mevcut yıkımı şiddetlendirmekten öte bir anlam taşımıyor.
Akla gelen her toplumsal sorunun nedenini göçmenlere bağlamak akılcı bir tutum olarak da değerlendirilemez.
Umutsuzluğu beslemek istemiyorum. Burada su varlıkları üzerinden ele aldığım sorunların çözümü var. Yaşanan yıkıcı süreci tersine çevirmek, toplumsal hayatı yeniden tesis etmek mümkün. Çözümsüz bir durumun içinde değiliz; bazen toplumsal hayatın bütününe yayılan umutsuzluk hepimizi yavaşlatır, körleştirir. AKP-MHP iktidarının doğrudan şiddet kullanarak yol açtığı ciddi bir toplumsal yıkım var. Uzun yıllardır maruz kaldığımız bir şiddet bu. Mevcut yıkım hali umutsuzluğu ve öfkeyi besliyor. Bu öfkeyi doğru adrese, iktidar bloğuna yöneltmek gerekiyor. Ne şiddetin ve ne de mevcut yıkım halinin failleri göçmenler değil, aksine göçmenler uygulanan şiddetin bizler gibi birer mağduru. İktidar bloğunun Suriye’de yaşanan şiddette büyük bir payı var; bunu hatırlatmaktan hiç vazgeçememek gerekiyor.
Göçmenlik, sığınmacılık ya da mültecilik meselesinin (2) kolay bir çözümü yok ve bu sorun önümüzdeki yıllarda da katlanarak devam edecek. Dolayısıyla Bolu Belediyesi ya da bu konuyu mesele yapan herhangi bir başka kurum ya da siyasetçi göçmen ve sığınmacılar üzerinden hamaset yapmayı bırakıp toplumsal yaşamı imkânsız hale getirebilecek yıllardan beri çözüm bekleyen sorunlara odaklanmalı. Önce memleketi yaşanılır kılmalıyız. Bunu göçmenlerle birlikte yapmanın önünde ise –aşılamaz- hiçbir engel yok.
(BŞ/NÖ)
(1) Zygmunt Bauman, Iskarta Hayatlar, Can Yayınları, Çeviri: Osman Yener, Sayfa 81.
(2) Yazıda göçmenler, sığınmacılar ve mülteciler ile ilgili tanımlar ve ayrım noktaları üzerinde durmadım. Bu konuda bilgi veren bir yazı linkte var: Link