*Fotoğraf: Canva
“Bir şey karşına dikiliyorsa ve seni yaralıyorsa
Bırak gelişsin.
Kök salıyorsun, deri değiştiriyorsun demektir...
Senden ‘seni doğurtan parçalanış’a ne mutlu...”
Saint-Exupery
Yapılacak bir sürü işin var ama sen bütün gün tembel tembel oturuyor musun? Her şeyden bıkmış bir halin mi var? Hatta kendini suçlu ve değersiz mi hissediyorsun? Güçsüz, amaçsız, hayal bile kuramayacak durumda, umutsuz musun? Yaşama sevincin mi tükendi? Artık hayat bile bir anlam ifade etmiyor mu senin için? Kendini bir kara deliğin içinde gibi mi hissediyorsun? Üzülme yalnız değilsin! Herkesin eve hapsolduğu bu pandemi günlerinde hepimiz aynı depresyonun kucağındayız.
Boşlukta olmanın ağırlığı
Hepimizin sessizce evlerimize, odalarımıza hapsolduğu, konuşmadan, itiraz etmeden sessiz bir kabullenişle yaşama boyun eğdiği, hatta sürekli bir hiçlik duygusuyla cebelleştiği bir anlamsızlık dönemindeyiz. Romanlardaki, filmlerdeki distopya gerçekleşmiş gibi görünüyor. Pandemi, hepimizi zorunlu/gönüllü hapse mahkum etti. Bu zorunlu/gönüllü hapiste hemen hepimizde bir eylemsizlik, boş vermişlik, bir vazgeçmişlik var. “Boşlukta olmanın dayanılmaz ağırlığı ve boşvermişliğin dayanılmaz hafifliği” arasındaki iki uçta gidip geliyoruz.
Yalnız değilsin!
Kapitalizmin -tüm araçlarıyla- bir eylemsizlik, beklentisizlik, boşvermişlik, hatta hiçlik içinde bırakarak “öğrenilmiş çaresizlik” içine hapsettiği tüm dünya depresyonda. Çünkü zaten kriz içinde olan ve pandemiyle birlikte içinden çıkılmaz, daha büyük bir uygarlık krizine giren kapitalizm, kendini yeniden yaratma ve sürdürülebilir kılma adına belki de en derin, sert, vahşi halini yaşıyor.
“Bir zamanlar insanlar hayatlarından memnun değillerse devrim yaparlardı. Şimdi alışverişe çıkıyorlar” der Arthur Miller, kapitalizmin, başkaldırıyı önlemek için bireyin arzusunu pazara yönlendirmesine gönderme yaparak. Kapitalist pandemik dönemde insanlar işten çıkarılıyor, açlıkla mücadele ediyor, hatta intihar ediyor. Hiç kimse yaşamından memnun değil; köklü bir değişim için harekete geçmek gerektiğinin herkes farkında ancak yaşama karışmak yerine insanlar tam bir eylemsizlik içinde, verili olana boyun eğiyor.
Miller’ın ironisi bile zamanın küllerinde savruluyor. Artık evden çıkıp alışveriş yapmak bile -kendimizi evden çıkmaya ikna etmek adına- başlı başına minimal bir bireysel devrim gibi. Yoksulluk, açlık krizi bir yana, kapitalizmin derinleştirdiği pandemik depresyonun en belirgin görünümlerinden biri, evde kalma zorunluluğu olmadığında bile eve kapanmak…
Celladına aşık insan ve gönüllü kulluk
“Baskı belli bir yoğunlukta, sürekli olursa mazlumun tek kurtuluşu zalime, cellada aşık olmak olur.”
Theodor Adorno
Kapitalizm, pandeminin de itkisiyle ya da pandemi mazeretiyle tüm yaşamı altüst ederek dünyayı depresyona soktu. Yakın çevremizde de görebileceğimiz gibi birçok emekçinin ne sağlık ne de sosyal güvencesi var. İşten çıkarmalar, kısa çalışma ödeneği, işsizlik ödeneği gibi kısa süreli komik ücretlerle avutmalar bir yana ne işçi ne de esnaf devletten bir yardım gördüğü gibi kendi başının çaresine bakması için tamamen yalnız bırakılmış durumda.
Her şey tamamen bireyselleşmeye terk ediliyor; büyük sermaye sahipleri servetlerine servet katarken dar gelirli emekçi, hatta küçük esnaf daha da yoksullaşıp aradaki uçurum derinleşiyor. Tam bir “Homo homini lupus/ İnsan insanın kurdudur” durumu.
Ancak burada önemli olan ve kapitalist pandemide daha da derinleşen nokta, -tam bir depresif bakışla- bu kötü durumun sistemin zafiyeti değil de bizim kendi eksikliğimiz, kendi başarısızlığımız olduğuna inanmamız. Aslında kapitalist akıl tarafından kendi başarısızlığımıza, yetersizliğimize inandırılmamız demek daha doğru.
Çünkü kapitalizm kendi çarklarına uymayan, bu çarkın içinde olmayı reddedenlere her zaman başarısız, değersiz gözüyle bakıp kişinin kendisi de dahil olmak üzere bu bakışı herkese benimsetiyor. Birey, yaşamının hiçbir alanında söz sahibi olamadığı gibi hiçleştiriliyor. Bu durum, kendini başarısız gören bireye gerginlik, öfke ve güvensizlik olarak yansıyor. Böylece ekonomik, sosyal, psikolojik olarak günümüz insanı kapitalizm tarafından her geçen gün daha da baskı altına alınarak köleleştiriliyor.
Kapitalizmin gözlükleri
Adorno’nun ifade ettiği gibi günümüz insanı celladına aşık olmuş şekilde -aklı, kalbi, gözleri, kulakları tüm gerçeklere kapalı- celladının, -kapitalizmin- boynuna taktığı ilmekle yaşamaya çalışıyor. Çünkü kapitalizm, gündelik yaşamdan kaçış vaat eden ama tam da onun ortasına düşüren bir yanılsamadan ibaret bir dünya sunan medyasıyla, piyasa ekonomisiyle, hukuk sistemiyle, kurduğu egemen dille, dinle, yarattığı geleneklerle düzeni ve bu çarkın içindeki kendimizi bambaşka gözle görmemizi sağlayarak duygu, düşünce ve davranışlarımızı yönlendirip yönetiyor.
Bizi kaderimizi kabullenmeye zorluyor; başkaldırı, isyan potansiyelimizi yok ediyor. Böyle bir durumda “yanlış bilinç” geliştirerek, -bir yanılsama içinde- kendi toplumsal konumumuzdan özgürleşmek yerine bu verili, problemli toplumsal konumun gerçekliğini yadsıyan bir rüya içinde olmamızda şaşılacak bir durum yok.
Gözümüzde kapitalizmin taktığı gözlükler var ve neyi görmemizi istiyorsa onu görüp dünyaya ve düzene o gözle bakıyoruz. Bu nedenle La Boétie’nin belirttiği, egemenlerin kullandığı çeşitli araçlarla uyutularak, köleliğimizin farkına bile varmadan, “gönüllü kulluğa” devam ediyoruz. Bu gönüllü kulluk, artık kapitalizmin en vahşi halini yaşadığımız, sürekli ölümle burun buruna geldiğimiz kapitalist pandemi sürecinde azalması gerekirken aynı yoğunlukta, hatta daha da ağırlaşmış biçimde devam ediyor.
Umut aşkta
Peki hiç mi umut yok? Bu süreç hep böyle mi devam edecek ya da ne kadar devam edecek? Her krizin aynı zamanda bir fırsat olduğunu ya da her ölümün yeni bir doğum olduğunu hatırlamak lazım burada. Umut daima var. Pandora boşuna mı bıraktı kutuda umudu? “Kurtarılmayı beklerken bize bir ses umudun boş olduğunu söyler; ama sadece bu güçsüz umuttur tek bir soluk bile almamızı sağlayan” diyor Adorno. Dolayısıyla umut elbette var. Her zaman var. Umut aşkta!
Bu vahşi kapitalist baskılarla iyice derinleşen pandemik depresyondan kurtulmanın yolu aşktan geçiyor. Belki de birçoğunuzun dudağının kenarında “hadi canım sende!” gibilerinden yarım bir gülümseme var. Oysa aşkın yarattığı hormonal değişiklikler bile kapitalist pandemiye karşı daha güçlü, sağlıklı durabilmek için umudun aşkta olduğuna dair başlı başına bir veridir. Breton’un sürrealist manifestosunda söylediği gibi: “Aşk, insanı hayatla kaynaştıran yegâne düşünce”. Ve büyük Rus yazar Tolstoy’un sözleriyle ifade edersek “Aşık olana kadar hepimiz uykudayız.” O zaman bu uykudan uyanmanın, bu kapitalist pandemik kabustan çıkmanın biricik yolu aşk!
Aşk ama hangi aşk?
“Aşk hakkında hem her şey doğru, hem de her şey yanlıştır.
Hakkında söylenecek hiçbir şeyin saçma olmadığı tek şey aşktır.”
Nicolas Chamfort
Aşk, antik çağlardan beri en çok üzerinde konuşulan, tartışılan konulardan biri. Antik Yunan’dan önce Empodekles’te aşk (Eros), ilk hareket ettirici olarak karşımıza çıkar. Ona göre Eros, ilk hareket ettirici; her şeyi birleştiren ve ölümsüz tanrıların doğumunu da bu birleşmeden sağlayan güç. Platon ise aşkı bir tür bilinç bulanması olarak görür. Aziz Augustinus’a göre aşk hesap kitap işi değil: “Aşkın ölçüsü ölçüsüz sevmek.”
Aşkın gözü kördür; her şeyi güzelleştirir
“Sevdiğimiz insanları asla yargılamamalıyız. Kör olmayan aşk, aşk değildir” der “Vadideki Zambak”ta umutsuz, tutkulu bir aşkı anlatan Honoré de Balzac. Aynı türden bir gönderme de Nazım Hikmet’ten gelir: “Gözlerine bakarken güneşli bir toprak kokusu vuruyor başıma, bir buğday tarlasında ekinlerin içinde kayboluyorum.”
Afşar Timuçin’de Nazım Hikmet’in aşkın güzelleştiriciliğine inancını pekiştirir türden bir söylemle çıkar karşımıza: “Aşk gerçekte herhangi bir kişiden olağanüstü bir kişi yaratmaktır.” Aynı aşkın kendini yok etme eğilimine değinerek ekler: “Aşk kendinden başka bir düşmanı olmayan, kendinden başka bir şeye yenik düşmeyen garip bir savaşçıdır.”
Aşk hayattır
Birçok yazar aşkın dirim gücünü vurgular. “Aşk ölüme engel olur. Aşk hayattır...” diyen Tolstoy her şeyin temelinde aşk olduğunu vurgular. Simone de Beauvoir: “Aşık kişi birden hayatı daha farklı algılamaya başlar ve kendisini varoluşsal olarak önemli hissetmeye başlar. Nihayet hayat anlamını bulmuştur” diyerek aşkın varoluşsal bir olgu olduğuna dikkat çeker.
“Sadece aşkı bulduğumuzda hayatta eksik olduğumuzu keşfederiz” diyen şair ve sanat eleştirmeni John Ruskin de dirimsel anlamda aşkın gücünü vurgular. “Aşktan korkmak yaşamdan korkmaktır ve yaşamdan korkanlar yarı ölüdür” diyerek aşk-hayat beraberliğine, aşkın diriltici gücüne vurgu yapanlardan biri de Bertrand Russell’dır.
Aşk zamanı ve mekanı aşar
2. Dünya Savaşı sırasında Auschwitz toplama kampında yaşadıklarını “İnsanın Anlam Arayışı” kitabında anlatan logoterapinin kurucusu Victor Frankl, “Sevgi, sevilen insanın fiziksel varlığının çok ötesine geçer. Sevgi en derin anlamını, kişinin tinsel varlığında, iç benliğinde bulur. Sevilen kişinin gerçekte orada olup olmaması, yaşayıp yaşamaması, bir anlamda önemli olmaktan çıkar” diyerek sevginin, aşkın zamansızlığını, mekansızlığını vurgular.
Che de aşkın zamanı ve mekanı aşarak her şeyi güzelleştiren yanına vurgu yapar: “Bana seslenme, zira seni duymam mümkün değil. Ama kurşun sesleri arasında seni güneşli günlerde hayal edeceğim” derken devrime ve karısına duyduğu aşkı devrimci aşkta birleştirir. Devrim mücadelesinde aşkından güç alır. “Gerçek devrimciyi yöneten büyük aşk duygularıdır” diyen Che, aşkı bir yaşam biçimi görerek bireysellikten çıkarıp toplumsallaştırır.
Bu anlamda Marx’ın da aşkı bir yaşam biçimi olarak ele alıp toplumsallaştırdığına tanık oluruz: “Sevgi yalnız bir insana bağlılık değildir. Bir tutumdur. Kişinin yalnız bir sevgi nesnesine değil, bütünüyle dünyaya bağlılığını gösteren bir kişilik yapısıdır. Kişi yalnız bir tek kimseyi seviyor, başka her şeye karşı ilgisiz kalıyorsa sevgisi sevgi değil, genişletilmiş bencilliktir.”
Aşk beklentisizliktir, cesarettir
“Ben aşkın, acının ve devrimin kadınıyım” diyen Frida Kahlo, “İlk aşk kedi gibi sessizce yanaştı. Onun gelişini ne gördüm, ne de duydum” derken aşkın kendi başına aniden gelişini, beklentisizliğini; ilk kapılmayı vurgular.
“Mükemmel aşk, insanın kendini mutsuz edecek kişiyi sevmesidir” diyerek aşk acısını hatırlatan Soren Kierkegaard, “Aşk, insanın sahip olmadığı bir şeyin eksikliğini hissetmesi ve onu arzulamasıdır” diyerek aşktaki sonsuz arama, eksiklik hissettiğimiz şeyi bulma, farklı olana yönelme eğilimine göndermede bulunur. Alain de “Sevmek zenginliğini kendi dışında bulmaktır” derken aynı şeyi söyler aslında.
“Sende uzaklığı; sende ben, imkânsızlığı seviyorum” diyen Nazım Hikmet de benzer bir şekilde aşkın ulaşılmaz olduğunda ortaya çıkan güçlü çekimine göndermede bulunur.
Tabii ki Jean-Paul Sartre’nin de söyleyecek sözü var aşka dair: “Birini sevmeye koyulmak başlı başına bir iş, bir girişimdir. Güç ister, yürek ister, körlük ister. Hatta başlangıçta öyle bir an vardır ki uçurumun üstünden sıçramak ister; düşünmeye kalkarsan aşamazsın onu” diyor aşkın risk içeren bir cesaret işi olduğunu ve aşkı bulanların ancak aşka cesaret edenler olduğunu hatırlatarak.
Umut aşkta dedik ama nasıl bir aşk? Kapitalizmin kendi koşullarında belirlediği metalaşan aşk mı yoksa bilinçle yoğrulmuş, yaratıcı, devrimci bir aşk mı?
YARIN: Kapitalizm ve devrimci aşk
(AK/NÖ)