Nurcan 35 yaşında canına kıymıştı.
Eğitimini sürdüremeyip çocuk yaşta evlendirildiği kocasından o yaşa kadar sekiz çocuk sahibi olmuş, intihar ettiğinde dokuzuncusuna hamileydi. Kadınları, bilhassa evlerinin içinde maruz kaldıkları erkek şiddetinden koruyacak yasanın yokluğunda her türlü baskıya, tehdide ve sürekli şiddete maruz kaldığı için canından bezmişti.
Sinemacı Mina Keshavarz büyükannesi Nurcan hakkında konuşmanın evde bir tabuya dönüştürülmüş olduğunu, ailenin en büyük sırrı haline geldiğini hatırlıyor.
"Tehlikede Yaşama Sanatı" (The Art of Living in Danger) başlıklı belgeseliyle yalnız büyükannesinin değil, İran'daki tüm kadınların bir türlü gerçekleşemeyen isyanına destek olmaya çalışıyor. Ataerkil düzende sessizce tahammül edilen, korkunun hâkimiyetindeki hayatlar için gücünü hukukçu ve aktivist kadınlarla birleştirip İran İslam Cumhuriyeti'nde ev içi şiddet hususundaki yasa eksikliğini bertaraf etmeye soyunanlardan biri oluyor.
Sheffield Doc/Fest 2020'nin programında yer alan 85 dakikalık belgesel dinî kurallar çarpıtılarak kadın üzerinde tahakküm kurmaya endekslenmiş erkeklere "dur" denmesi gerektiğini bir kez daha ifade ediyor. 1978'de İslamcılar tarafından çalınmış devrim öncesinden günümüze, geniş bir spektrum çizen Almanya/İran ortak yapımı belgesel, tüm gezegende aynı dertten muzdarip kadınların hislerine tercüman oluyor.
Patriarkal cebirde kadınların namına konuşan ve onların namına karar verenlerin artık sonu gelse iyi olmaz mı?
Eşitliğe adım adım
1974 yılında İran'da bazı kadın aktivistlerin çabasıyla kadınlara eşit haklar tanıyan aile kanunu yasalaşmıştı. Muhafazakâr toplumun "kurbanı" olmuş Nurcan o zamana kadar çoktan ölmüş, geriye hüzünlü bir iki fotoğraftan başka bir de acı dolu hikâyesinin ağır ruhunu bırakmıştı.
Fakat belgeselde muhtelif arşiv görüntüleriyle coşkusuna tekrar vâkıf olduğumuz 1978 devrimi İslamcılar tarafından gasp edilince mevzubahis kanun geçersiz sayıldı, yerine şeriatın ağır kuralları empoze edildi.
Kadınlar 40 yılı aşkın bir süredir kadınlarla erkekleri eşit kılacak, ev içi şiddeti engelleyecek yasaya kavuşabilmek için var güçleriyle çalışıyor, sık sık devletin, güvenlik kuvvetlerinin engellemeleriyle karşı karşıya kalıyor, şiddet uygulanarak hapse bile atılıyor.
2016'da beş kadın avukatın önderliğinde başlatılan mevzu hakkındaki yasa taslağı hazırlıklarına yönetmen Keshavarz kamerasıyla katılıyor.
Büyükannesinin başına gelenler dışında kadının İran'da önce babasının, ailenin diğer erkek fertlerinin, sonra da kocasının malı olarak görülmesi onu bu projeye iten esas sebep.
Kadın mütemadiyen aşağılanıyor, azarlanıyor, kadına küfrediliyor, lanet okunuyor, dayak atılıyor. Erkek bunu yaparken en ufak bir kuşku bile duymuyor, polise başvuracak bir kadının hüsrana uğramış biçimde evine döneceğini bilerek "saltanatını" hoyratça sürdürüyor.
Mina'nın dahil olduğu ekip bu anlatıyı duymak istemeyenlere zorla duyurma misyonunu üstleniyor.
Kadının görünmez olmasının sonunu getirecek hukuki mücadeleyi, baskıcı rejimin zalim temsilcilerini asgari ölçüde provoke etmeye çalışarak, sabır ve dirayetle sürdüren cesur kadınlarla karşı karşıyayız.
Üniversiteli kadınlar nasıldır?
Filmde Keshavarz sık sık büyükannesine seslenerek canına kıyacak kadar acı çeken bir kadının duygularını anlamaya girişiyor. "Acaba dertlerini paylaşacak kimsen var mıydı?"
Diğer kadınlar gibi Nurcan da büyük bir olasılıkla yalnız fiziksel şiddete maruz kalmamıştı. Psikolojik işkencede nereye gideceği, ne giyeceği, ne yapacağı kocası tarafından belirleniyor, hürriyeti mütemadiyen kısıtlanıp özgüveni yerle bir ediliyordu. İran'da kadının mirastan pay alma hakkı bile yoktu.
Aşağılama ve karalama politikasından film ekibinin de muaf olmadığını görüyoruz. Çalışmalarının yabancı bazı insan hakları organizasyonları tarafından sağlanan para desteğiyle sürdürüldüğüne, rejim karşıtı propaganda yapmak üzere para kabul ettiklerine dair suçlamalarla her an karşı karşıya kalma ihtimaline karşı daima tetikteler.
Bu arada Nurcan'ın da büyük bir olasılıkla yabancı olmadığı durumları, taslağa temel oluşturan hikâyelerine sözlü anlatıları sayesinde vâkıf olduğumuz kadınların sesinden dinliyoruz:
"Kocam ailemle, eski çevremle görüşmeme izin vermiyor, beni eve hapsedip telefon etmeme dahi imkân tanımıyor"
"Polise gittiğim zaman hiç yardımcı olmuyorlar"
"Kocam sinirlendiği zaman içindeki canavar uyanıyor"
"Kocamın sınırlarını zorlamamak lazım"
"Çalışmama izin vermiyor"
"Annemi dedem, şerefini korumak için öldürmüştü"
"Kadın yaşı geldiğinde evlenmezse üniversiteli kadınlar gibi olur"!
Varoluş mahkûmiyet midir?
8 Mart 2018 tarihinde Tahran'da Çalışma ve Sosyal İşler Bakanlığının önünde gösteri yapmak isteyen kadınların başına gelenleri de görüyoruz Keshavarz'ın uzun belgeselinde. Her yerin polis dolu olduğunu, tüm yolların kapatıldığını, cep telefonuyla çekim yapmalarına izin verilmediğini, ama bilhassa sivil polislerin göstericilerin fotoğrafını ısrarla çekmelerinin önünde herhangi bir engel olmadığını da.
Hep beraber özgürlük şarkıları söylenmeye başladığında da güvenlik kuvvetlerinin şiddetli müdahalesi gecikmiyor, onlarca insan gözaltına alınıyor, ekipten bir arkadaşı da polisçe götürülmüş olan yönetmen, evine kadar takip edildiğinin hissinden bir türlü kurtulamıyor.
Zorlu bir mevzuyu irdelese de belgesel, seyirciyi ajite etmiyor, tehlike altında sessizce yaşamaya zorlanmış insanların ölçülü tavrını özümseyip mesajını etkili biçimde iletiyor; kadınlara has sabrın, hassasiyetin ve zarafetin dışavurumu haline geliyor.
Kadınların taşlanarak veya asılarak öldürüldüğü, Türkiye'ye hiç uzak olmayan bir diyardan imdat çığlıklarını mütevazı bir sinema diliyle aktarıyor.
Çalışkan sinemacı Keshavarz'ın prodüktör olarak da olsa bu sene adının geçtiği bir diğer eser "Balık Gözü" (Fish Eye), yönetmenin yalnız kadınlara değil, insanlığa karşı adaletsizlikle de derdi olduğunu ispatlıyor.
Filmin sonlarına doğru, kadınlar tarafından ihtimamla hazırlanmış, bilhassa ev içi şiddete karşı kadını koruyan yasa taslağı yetkililerin dikkatine sunuluyor. Taslak, erkeklerin hâkimiyetindeki muhtelif kurullarda büyük hoşnutsuzlukla karşılandığı gibi, herhangi bir art niyet olmamasına rağmen şeriatın adının taslakta bir kere bile geçmemesi büyük bir eksiklik olarak ekibin yüzüne vuruluyor.
Akabinde 2020 senato seçimlerinde muhafazakârların sayısı çoğalınca kadınların ümidi dört yıl sonrasına, bir sonraki seçime kadar erteleniyor.
Belgeselin sonunda Maziar Samiei imzalı çarpıcı bir besteyi Abbas Salimi ve Emin Behruzade'nin eşliğinde Rahil Abbaszade ile Bita Hacısadıkyan'ın sesinden dinliyor ve güfteden yola çıkarak "varoluşları mahkûmiyete dönüşmüş" komşu memleketteki kadınlarla acilen dayanışmanın zorunluluğuna kesinlikle ikna oluyoruz. (MT/AÖ)