Fotoğraf: Aytuğ Can Sencar/ AA
Her olağanüstü durumda olduğu gibi salgın günlerinde de yetkililerin açıklamalarıyla gelen bilgiler ve alınan önlemler yaşantılarımızı yönetiyor; giderek hızlanan ve yayılan haber ve bilgi paylaşımları sosyal medyayı da kapsayan bir “iletim alanı” oluşturmakta. Bu ortamın sunduğu çeşitlilik içinde söz alan öznelerin söylem tarzları bizim gerçekte ne yaşadığımızı göstermekte. Ürettiğimiz söylemlerin içerik ve biçimi toplumsal ve öznel kimliklerimizi fazlasıyla anlatıyor.
Giriş
Yaklaşık üç aydır dünyanın gündemine oturan Korona salgını bireysel ve toplumsal bağlamda ne varsa her şeye etki ediyor. Karantinalar, kapatılan kentler, devriye gezen güvenlik güçleri, durma noktasına gelen özel sektör ve devlet daireleri, uzaktan eğitimler, uzaktan yürütülen hizmetler ve ülkeler arası yurda dönüş hareketliliğine baktığımızda görünen, dünyanın başta sağlık ve ekonomiyi vuran bu krizin içinden acil önlemlerle düzlüğe çıkmaya çalıştığı.
Ülkeler temelinde yükselen ölüm ve hasta sayıları küresel tablonun vehametini ve kolay kolay iyileşemeyeceğini gözler önüne serse de, bireysel ölçekte en az zararla bu (küresel) cehennemi atlatmak gibi bir arzu hayatlarımıza yön veriyor. Varlığımızın -az ya da çok- değişime uğramadan sürmesi giderek daha önem kazanıyor. Kıyılarda yürüyüşe çıkan, ormanlara pikniğe giden kalabalıklar başka türlü nasıl açıklanabilir?
Sosyal medya ve televizyon programlarıyla sınırlanan toplumsal yaşantımız artık eylemden çok, söz almanın giderek güçlenen dürtüsüyle şekilleniyor. Akşamları sağlık görevlilerini alkışlamak, komşular için alışverişe çıkmak, kişisel gereksinimlerimizi sağlayıp eve dönmek, ya da işverenin sağladığı olanaklar çerçevesinde işe gidip gelmek gibi eskisine göre oldukça kısıtlı bir birey/toplum ilişkisi, bugünlerde ister istemez “söz”le farklı bir bağ kurmamıza yol açıyor. Daha çok dinliyoruz, daha çok konuşuyoruz, daha çok yorumluyoruz, daha çok mesaj yolluyoruz.
Hem bilişsel (anlama, kavrama, karşılaştırma, sorgulama, değerlendirme), hem de duygusal (tepkisellik, empati, kızgınlık, kaygı, korku) açılardan, yaşadığımız süreç kaçınılmaz olarak ve giderek daha fazla söze dökülüyor. “Söz” kurtarıcı, sağaltıcı olsun istiyoruz ama çoğullaşan söylemlerle ilişkimiz daha çetrefil hale geliyor. Hastalık tehdidi ve uzantısında ekonomik tehdit(ler) karşısında sanki “logos” da ne yapacağını şaşırmış durumda; gardını alamıyor bir türlü, bildiğimiz tek şey “söz”e sarıldıkça bir şeylerin iyileştiğine/ iyileşeceğine inanma isteğimiz. Oysa “söz” de mutasyona uğruyor, başka başka değerler üstleniyor. Üstelik öncelikler arasında sıkışıp kaldı: Artık sınır ötesi güvenlik şeridi, şehit askerler, operasyonlar, göçmenler, sınırlar haber gündeminde başka sırada. Çünkü şimdi öznel ve biyolojik sınırımız tehdit altında.
Olaylarla birlikte gelişen yeni iletişim ivmesi her tür söylemi hem meşru, hem gerekli kılıyor, her sözün duyulmaya ihtiyacı var. Güncel içerik yeni söylemlere ihtiyaç duyuyor. O zaman kaçınılmaz soru yükseliyor: Sözü “üreten/aktaran” ve “alımlayan/yorumlayan” özneler olarak hepimiz neyi konuşuyoruz, nasıl anlatıyoruz, nasıl anlıyoruz, mesajlarımızda neyi paylaşıyoruz; kısaca nasıl bir dil kullanımıyla karşı karşıyayız ve bu dil içinde insana ait olan nasıl konumlandırılıyor? Toplumsal iletişimin, birliğin ve uzlaşının en önemli aracı olan “dil” ya da onun bireysel kullanımı olan “söz” salgın tehdidi karşısında nasıl bir işlev üstleniyor?
Söylemlerin Hiyerarşisi ve Resmi Söylemin Güvenilirliği
Toplumsal bağlamda resmi söylem her zaman sivil söylemlerden daha güçlü bir etkiye, görünürlüğe ve güce sahiptir. Sesini duyurmada kullandığı kanallar güçlü ve etkindir, bu da onun kitlesel bir etki alanı oluşturmasına hizmet eder. Dünya çapında gelişen Korona salgını yazılı ve görsel basın ile internet haberciliğinin şu sıralar birinci maddesini oluştururken, bu kanal(lar)dan evlerimize ulaşan haber dalgasını sosyal medya kullanıcılarının paylaşmasıyla söylemler hiyerarşisi bir kez daha tanımlanıyor.
Burada birincil düzlemde, resmi söylemler (DÖS, Sağlık Bakanlığı, vb.) uluslararası kurumların ya da devlet görevlilerinin resmi açıklamalarından oluşmaktadır. Toplumu ilgilendiren felaketlerde resmi iletilerin nesnel, yani bireysel yorumdan ve manipülasyondan uzak ve herkesi kapsayıcı olması en temel özelliktir. Ancak içinden geçtiğimiz salgın günlerinde çeşitli devletlerin üst düzey yetkililerinin açıklamalarına baktığımızda dikkati çeken, hangi merci olursa olsun “konuşucu özne”nin beden dili, ses tonu, vurgulamaları, seçilen sözcük ve anlam içeriklerinin “iletilen mesaj”ı, yani sıralanan önlemleri, yurttaşlardan beklenenleri, yapılanları, kayıpları, vb. bilgiyi aktarmada tanımlanmış bir “söylem stratejisi”ni yansıttığını görüyoruz.
Ülkeden ülkeye baktığımızda, yöneticilerin işaret ettiği “dayanışma”, “seferberlik”, “birlik”, “ortak mücadele” gibi kavramların dinleyicide uyandırması gereken duygusal tepkiyi öne çıkaran söylemler olduğu gibi, mekanik ve salt informatif bir strateji benimseyerek duygusal katılımdan ziyade, dinleyicide görev bilinci geliştirmeyi hedefleyen söylemler de var. Her akşam hasta ve ölüm sayısını açıklarken, yanında salgınla ilgili komisyon başkanı tıp doktoruyla, ülkesinin bölge/hasta + ölüm sayısı dağılımı eşliğinde açıklama yaptıktan sonra, yanındaki doktora söz veren sağlık bakanının bilgilendirme stratejisi de, bugüne kadar sayıları ülkemizdeki gibi yazılı yoldan topluma aktaran bir iletim stratejisi de mümkün. Örneğin, ülkemizde Sağlık Bakanı’nın açıklamalarıyla yürütülen bilgilendirici süreç dün akşam itibariyle Cumhurbaşkanı’nın kendi ağzından sayılar ifade etmesinin on günlük iletişim stratejisinde değişikliğe gidildiğini düşündürüyor. Bu tür tercihlerde etik ve iletişimsel gerekçeler söz konusudur kuşkusuz, ancak bu yazı tamamen dilsel iletişim tarzları ve dil davranışlarına odaklanmaktadır.
Dil ve gösterge açısından bakarsak, resmi “söylem” ile yurttaş arasındaki ilişki kesinlikle bir kültür olgusudur. Toplumsal kazanım ve taleplerle oluşan yurttaşlık bilincimizin ve sivil kimliğimizin kesişme noktasında yer alır. Bu ortak alanda oluşan tüm söylem stratejileri birey/toplum/devlet üçlüsünün dinamiğini yansıtır.
Bilgi talebi, bilgilenme gereksinimi, bilgiye ulaşma yöntemleri, toplumun sadece bilgiyle ilişkisini değil, insanla ve kurumlarla olan ilişkisini de anlatır. Salgınla ilgili olarak paylaşılan sayısal, istatistiksel, bilimsel tüm iletilerin şimdiye kadar ağırlıklı olarak yabancı kaynaklardan geldiğini göz önüne aldığımızda, bunların kendi ülkemiz koşullarına uyarlanabilirliği ve onaylanabilirliği bir soru işareti olmalıyken, örneğin bazı medya yetkililerince kesin “veri” gibi yorumlanmaları ne tür çıkarsamalara götürür bizi?
Bir başka örnek de, paylaşılan istatistiklerin bir kısmının Türkiye’nin salgını olabildiğince hafif atlatacağı şeklinde yorumlanmasıyla, bir kısmının İtalya felaketiyle ilişkilendirilmesidir. Sayısal değerlerin bile “öznelleştiği” toplumsal bölünmenin içinde “bilgi” de güvenilir olmaktan çıkmaktadır. Sayıları temel referans alan, dolayısıyla tarafsız olması gereken resmi açıklamalar da bilgilendirme ve değerlendirmeyi Avrupa ülkelerinin hastalığa verdiği kayıp sayısı üzerinden karşılaştırmayla sunmaktadır.
Türkiye’yi yıllarca kapısında bekletmiş Avrupa Birliği’nin, ürkütücü sayıların işaret ettiği gibi “tartışmalı” bir sağlık sistemine sahip olması karşısında, ülkemizin sağlık alanında son yıllarda kurduğu sağlam yapısı sıklıkla vurgulanmakta, küresel salgının her ülkeyi ekonomik açıdan aynı kırılganlığa taşıyacağı çok fazla dile getirilmemektedir. İşsizlik, güvencesizlik, parasal kayıp gibi toplumsal birliği ciddi biçimde etkileyecek koşulların (yakın zamanda) somut(laşacak) birer veri olarak resmen dile getirilmemesine karşılık, salgınla ilgili önlemlerin son yıllarda hükümetin aldığı kararlara eşlik eden “paket” terimi yerine, askeri çağrışımlı “kalkan” metaforuyla sunulması ve alınan önemlerin büyük bir basın toplantısıyla ve ardından sıklıkla ekran altlarında duyurulması durumun ciddiyetini yeterince anlatmakta.
Hal böyleyken ağır kayıplar veren Batı ülkelerini bu trajik sınavda başarısız görmenin mantığı olsa olsa kültürel bir bağlamda yorumlanabilir. Küreselin herkesi, her şeyi ve her birimizi kapsama potansiyelini azımsamak, olsa olsa göndergesini (referent) kendi içinde tutan (auto-referentiel) bir “söylem”de mümkündür. Söylemler kültürün ürünleridir. Resmi söylem ise iktidarların yönetim mantığını açıklar. Aynı şekilde, resmi açıklama tarzlarının (hızı, içeriği, ayrıntıları, vb. özellikleri) ve yurttaşların bilgiye ulaşmasındaki payının itiraz edilebilir ve sorgulanabilir olması yine kültürel iklimle açıklanır. Geçtiğimiz günlerde Fransa’da 600 tıp doktorunun, Covid-19 gerçeğini geç açıkladıkları gerekçesiyle Başbakan ve Sağlık eski Bakanı hakkında suç duyurusunda bulunduğunu anımsayalım.
Koşullar ne olursa olsun, resmi söylemler yurttaşları nesnel bilgiyle donatabilen iletim mecraları oldukları ölçüde inanılır ve güvenilirdir; bu sayede, “söz” onu dinleyen, alımlayan “alıcı”yı yani yurttaşları ortak bilinç ve ortak iyilik çevresinde buluşturabilir. Ülkemizde salgınla ilgili temel resmi açıklama Sağlık Bakanının az ve öz biçimde, bilgilendirici öğeleri minimal düzeyde tutarak “alıcı”yı her tür çıkarsama ve yorumun dışında bırakan, “arındırılmış” bir söylem tarzına işaret etmektedir.
Bununla birlikte bu merciin resmen görevlendirdiği “bilimsel kurul” üyeleri/hekimler “söylem özneleri” olarak haber kanallarında görünmekte, resmi söylemin paylaşmadığı ayrıntıları dillendirmeden, dikkati salgının ana ekseni üzerinde tutmaktadır. Salgının yayılma riskleri, risk grupları, korunma önerileri, son olarak da aşı olasılığına odaklanan bu söylemler hemen her haber kanalından bize seslenmekte; hastalığın yurt çapındaki seyrinden çok, hastalığın kendisiyle ilgili bilgi verilmektedir.
Resmi öznenin söz verdiği bu ikinci öznenin (kolektif özne) söylemi aynı zamanda steril ve işlevseldir: İşlevseldir çünkü ölüm ve bulaşma sayısıyla yetinen resmi bilgi etrafında oluşabilecek boşluğu karşılamaya yöneliktir. Değerli uzmanların sözleri sivil, bilimsel, halkı aydınlatıcı birer söylem gibi durmakla birlikte, resmi söylemi aşmamaya özen göstermektedir, bu açıdan sınırları yine resmi söylemce belirlenmiş steril birer bilgilendirmedir.
Yine de dinleyici/ yurttaşlar nezdinde güvenilir ve itibar edilir niteliktedir. Salt dilbilimsel açıdan baktığımızda, minimal açıklamalara indirgenmiş resmi söylem, bilim kurulu üyeleri aracılığıyla yeni söylem özneleriyle bizi buluşturmakta, eksiltili bilgilendirme, bu çoğul söylemlerle bir anlamda telafi edici durmaktadır. Kaldı ki son basın toplantısında, Sağlık Bakanının “önümüzdeki günlerde sayısal şemalarla daha şeffaf” bir bilgilendirme yapacağını dile getirmiş olması da giderek yaygınlaşan daha geniş veri paylaşımı ihtiyacını görmezden gelmediğini kanıtlamaktadır.
Böylece dilsel açıdan baktığımızda Sağlık Bakanlığı ana söylem öznesidir ve yetkilendirdiği (sözü delege etmesi anlamında kullandım) diğer söylem özneleriyle halkı bilgilendirmeyi tercih etmektedir.
Diğer bilgilere gelince, hastalığın yayılmasına karşı devletin aldığı önlemlerin ülke çapına yayılması olumlu bir girişim olarak toplumu rahatlatmaktadır; ancak, yurt dışından gelen vatandaşlar için Ankara, İstanbul, Kocaeli, Sivas ve Samsun’da kurulan karantina merkezlerinde barındırılan toplam sayı açıklanırken, karantinadakilerde hastalık belirtisi olup olmadığı türünden sorular dile getirilmemektedir. Sağlık Bakanı ilk vakanın yurt dışından kapılmış olduğunu birçok kez yineledikten sonra, gelişen süreçte hiçbir vakanın kaynağını belirtilmemiş, ölümlerin yaşla ve altta yatan bir hastalıkla ilgili olduğunu bildirmiştir.
Resmi söylem, halkın nabzını soğukkanlılıkla tutmaya öncelik vermekte, bunu yaparken de azami derecede sağlık önlemini uygulamamız konusunda ısrar etmektedir. Az ve öz bilgiyi resmi strateji olarak kurgularken, kitlesel ölçekte giderek açılan “belirsizlik ufkunu” göz önünde tutarak, toplumun olan biteni anlamlandırma güdüsünü temkinle yatıştırıyor olabilir, iyimser bir yorumla. Zira ana akım dışında kalan ve çevrimiçi yayın yapan haber kanalları bu açıklamaların yetersizliğini sıklıkla vurgulamakta.
Gelelim bu hassas konunun medya kanallarında en yetkili öznesi, Sağlık Bakanı’nın açıklayıcı ve bilgilendirici sözlerine: Bakanın ilk açıklamasında yer alan “yurt dışı kaynaklı” bulaşma, korona virüsün ülkemize Avrupa ülkelerinden geldiği yönündeydi. Avrupa ülkesi kaynak olarak sıkça vurgulandıktan sonra, yurda dönen Umre yolcularının karantinaya alınmasıyla yurt dışı referansı bakanın söyleminde fazla yer almaz oldu. Aynı şekilde, yurt dışından gelen öğrencilerin de gözetim altında tutulmasıyla birlikte, salgının sıradan bir Avrupa gezisiyle ilişkilendirilmemesine yaradı ve bilgilendiren söylemin içeriğini nesnelleştirdi.
İkinci bulaşma Çin kaynaklı bir taşıyıcıdan gelmişti ve hastanın yaşı itibariyle kaçınılmaz bir kayıp olarak değerlendirildi ve üzüntüyle bildirildi. İlerleyen günlerde sayısı artan kayıplar yaşla ilişkilendirildi. Yaşlı hastaların can kaybının olağan bir veri olarak sunulması, 65 yaş üstü vatandaşların sokağa çıkma yasağıyla birleşince toplumsal bir tepki doğdu ve önce şakayla karışık sonra ciddileşen bir stigmatizasyonla, ayrımcı ve ötekileştirici tepkiler sosyal medyada çığ gibi büyüdü.
Burada resmi söylemin “kayıpların hepsi yaşlı” yinelemesinin ne kadar etkili olduğunu söylemeye gerek yok. Salı akşamki açıklamada “hastalar” sözü ilk kez “yaşlılar”ın yerini aldı; dün akşam da “büyüklerimiz”den söz edildi. Dilsel mesajlarda üçüncü şahıs ve anonim “yaşlılar”dan “aile büyüklerimiz” e geçiş, sokaktaki tepkilerin, düşüncesizlik ve kabalığın karşısında egemen söylemin ne kadar hassas stratejilere gerek duyduğunu akla getirmekte. Öte yandan, Salı akşamı kayıplar hakkında ayrıntı verilmezken, içlerinden birinin KOAH hastası olduğu bilgisi, hastalığın sağlıklı ve korunan bireylere bulaşma riskinin düşük olması yorumunun devamı niteliğindedir.
Doğru bilginin nesnel söylemlerle aktarılmasının kriz dönemlerinde algı ve bilinç yönetiminde etkili olduğu kadar, toplumsal uzlaşmanın da temel gereği olduğu açık. (NÖK/DB)
TIKLAYIN- Korona Salgını Günlerinde Söylemler ve İnsan (2)