Cafer Altun'la 17 Nisan'da tanıştım. Haberlerden tanıyordum aslında onu. 10 Ekim Katliamı'nda parçalanan vücudu hastaneye kaldırılmıştı, öldü sanılıp bir kenara konmuş ve ardından hayatta olduğu anlaşılıp tekrar aramıza döndürülmüştü.
Nisan'da, 10 Ekim Dayanışması'nın düzenlediği o kahvaltıda söz alıp mücadelesini, yaşadıklarını anlatmış; genç yaşında edinmek zorunda kaldığı deneyimin ağırlığıyla, yaraların daha hızlı sarılabilmesi için neler yapılabileceğine dair detaylı önerilerde bulunmuştu.
Derken geçtiğimiz cumartesi günü, yine 10 Ekim Dayanışması, Cafer'in kaybettiği sağ bacağının yerine uygun bir protez takılabilmesi için bir kampanya başlattı. Generosity sitesi üzerinden başlayan kampanyanın amacı, protez için ihtiyaç duyulan 26 bin doları toplamak. Kampanya yürütücüleri bir aylık bir zaman öngörmüş olsa da, bu söyleşinin yayına hazırlandığı sırada 370 kişinin katkısıyla 14 bin 300 dolar toplanmıştı bile.
TIKLAYIN - ANKARA'DA BACAĞINI KAYBEDEN CAFER ALTUN'LA "BİR ADIM AT"
10 Ekim'in geride bıraktığı yaralar o denli çok, o denli büyük ki... Cafer'in kaybı, bu yaralardan yalnızca biri. Ancak dayanışma sayesinde Cafer'e alınacak olan, onun tekrar bizimle birlikte yürümesini sağlayacak olan protez, bize geride kalan acıların birlikte azaltılabileceğini, yaraların birlikte sarılabileceğini, katliamların, saldırıların hayatımızda bıraktığı izlerin, birliktelikle silinmeye başlayabileceğini hatırlatıyor.
(Bu satırları yazarken Cafer'den bir telefon mesajı geldi: "Çok güzel oluyor. Her şey, insanlar... Sanki bir yerlere saklanmıştı herkes, bir kıvılcım bekliyorlardı. Biz çok şey kazandık bu kampanyayla, yalnızca protezimi değil... Dayanışma kazandı Mahmut, kazandık!")
10 Ekim'den sonra adını duyduk, "mucize insan" dediler senin için. Ancak bunun ötesinde, kimsin sen?
1991 doğumluyum. Diyarbakır'da doğdum, ancak köy boşaltmaları nedeniyle ailece kaçmak zorunda kaldık; daha doğrusu kalmışız, ben çok küçüktüm. Batman'a taşındık. 3-4 yıl da Batman'da yaşadık. Orada da Hizbullah vesaire, bazı karışıklıklardan dolayı İstanbul'a taşındık. Geldiğimizden beri, yani 18 yıldır burada, Avcılar'da yaşıyoruz.
İstanbul'a taşındığınızda büyük bir zorluk yaşadın mı? Mesela kimliğinden dolayı ayrımcılığa maruz kaldın mı?
Bölgeden buraya taşındıktan sonra ayrımcılığa maruz kaldım diyemem. Bence bunun en önemli nedeni, o dönemde, o yaşta politik olarak bu kadar hassas olmamamız. Ne bende öyle güçlü bir kimlik, politika bilinci vardı ne de çevremdeki insanlarda böyle bir politik bilinç olduğunu söyleyebilirim. Tabii Avcılar'ın demografik yapısı da etkili olmuştur. Gerçi son dönemde farklı şeylerin kışkırtılmaya çalışıldığını görüyoruz ama yine de Avcılar kendi içinde bu sorunları çözebilen bir bölge.
Politikayla ilişkin ne zaman başladı?
Aslında küçük yaşlardan beri politik çevrenin içerisindeyim. Kaçınılmaz olarak, çünkü doğduğumuzdan itibaren yaşadıklarımız, gördüklerimiz hep siyasetle ilgiliydi. Liseyi bitirip İstanbul Üniversitesi Coğrafya Bölümü'nü kazandım ve asıl politik bilinçlenmem üniversite yıllarımda oldu. Üniversitede sol düşünceden çok etkilendim; bu benim hayatıma dair, nasıl bir insan olmam gerektiğine dair cevaplar bulduğum bir dönem oldu. "Nasıl daha iyi bir birey olurum?", "İnsanlar için nasıl güzel şeyler yapabilirim?" gibi sorularla yüzleştim. O dönem tıp öğrencilerinin protestolarından yemekhanede fiyatların arttırılmasına karşı yürütülen boykotlara kadar, birçok protesto eylemine katıldım. Hatta mezun olduğum yıl, elimizden alınan öğretmen olma hakkını yani formasyon hakkını geri kazanmak için yoğun bir örgütlenme faaliyeti içerisindeydik ve haklarımızı aldık.
Bir partinin örgütlenmesi içinde değildim gerçi; benim için tüm sol, sosyalist, insan temelli partiler, örgütlenmeler aynı seviyede önemliydi. Hâlâ aynı şeyi düşünüyorum; önemli olan devrimci dayanışmadır bence. Dicle de öyleydi mesela... Dayanışmaya inanıyor, partiler üstü bir faaliyet yürütüyordu. Bir partide olsak bile, farklı örgütlenmelerin bir araya gelmesinin önemini görüyorduk. Zaten bizi 10 Ekim'de Ankara'ya çeken şey de buydu, yani ortak bir dünya görüşü...
Anlayacağınız, 10 Ekim sürecine kadar böyle yoğun bir siyasi faaliyet içindeydim. Tabii 10 Ekim benim için bir dönüm noktası oldu.
Senin için zor biliyorum, ancak anlatmak istediğin kadarıyla 10 Ekim 2015 gününden bahseder misin biraz...
Her şey için dönüm noktası olduğuna inandığımız bir dönemdi. Çözüm Süreci'nin bitirildiği, ülkenin savaş politikalarına teslim edilmeye başlandığı bir süreçti. Biz de buna kitlesel olarak dur demek için Ankara'daydık. Bizi en çok etkileyen olay Suruç patlamasıydı. Suruç'tan sonra daha net bir şekilde buna bir son verilmesini talep etmek için yola çıktık. Yani aslında sonradan süreci düşününce, orada biz olmasaydık başka insanlar olacaktı, hep olacaktır çünkü barış bizim için bir gereklilikti, gerekliliktir.
Peki, ardı ardına bombalar patlarken böyle büyük bir etkinlikte, büyük kalabalıkların içinde olacağın için endişe duymadın mı?
Açıkçası seçim öncesinde Diyarbakır'da patlayan bombayı da, Suruç'u da yakın zamanda yaşamış olduğumuz halde Ankara'da böyle bir şey olabileceğini hiç düşünmedim. Hem gittiğimiz yerin mevcut konumundan dolayı, hem de herkesin barışa ihtiyacı olmasından dolayı aklıma hiç gelmedi. Çünkü bunu yapanların da, buna göz yumanların da barışa ihtiyacı vardır ve biz barış için oradaydık. Böyle bir noktada herkesin bu eyleme sempatiyle bakacağını düşündük.
Nasıl gittiniz?
Dicle ile burada buluştuk. Avcılar Belediyesi'nin tahsis ettiği araçta... Biz üç kardeşiz, üçümüz de araçtaydık. Zaten otobüsteki herkes ya arkadaşım ya da tanıdığımdı. Yol boyunca her şey çok güzeldi. Mola verdiğimiz yerlerde halaylar çektik, yol boyunca fotoğraflar çektik. Sabah Ankara'ya vardık, Gençlik Parkı'nda kahvaltı yaptık. Sonra herkesi yavaş yavaş kortej yerine davet eden anonsları duyduk. Alana geldiğimizde Emek Partisi'nden arkadaşlarımız partilerinin kortejine girdi. Biz de bağımsız kaldık. Hatta nereye geçelim diye kendi aramızda konuştuk. Bir öğretmen adayı olarak KESK'in kortejine girme fikrim de vardı. Sonra hep beraber HDP'nin kortejine girmeye karar verdik.
Korteje girdik, 5 dakika falan geçti. Bir şarkı çalıyordu, halay çekenler vardı. Sonrasında bir şey hatırlamıyorum. Derken bir ara gözümü çok az açabildim; herkes yerlerdeydi. Bilincim tekrar kayboldu. Bir ara yine kendime geldiğimde sağ bacağımda inanılmaz bir acı hissettim ve bacağımın yerinde olmadığını fark ettim. Bir an kardeşimle arkadaşımı gördüm. Beni bir araca taşıdılar. Üzerime üç bacak daha koyduklarını hatırlıyorum, benim olma ihtimalleri olabilir diye. Özel bir araçtı ve benden başka üç yaralı arkadaş daha vardı. Yüzümün sağ tarafının yandığını hissedebiliyordum. Arada yalnızca sol gözümü biraz açıp neler olup bittiğini görebiliyordum. Yüzüme rüzgâr vuruyordu, onu çok net hatırlıyorum.
Bir de bir ara kemerimi çıkarıp bacağıma tampon yapmaya çalıştım ancak gücüm yoktu, yapamadım. Sürücüyü hatırlıyorum; bağırıyordu yoldakilere, "Yolu açın!" diye. Tam bir kaos... Ambulans sesleri, araçlar, trafik, koşuşan insanlar... "Yüzümde bir şey var mı?" diye sorduğumu da hatırlıyorum mesela. Sonra yine bilincimi kaybettim.
Numune Hastanesi'nin önünde kendime geldiğimde sedyeyle doktor bana doğru koşuyordu. Kapıyı açtı, üzerimdeki bacaklar yere düştü. İşte o anda içimde bir çekilme olduğunu hissettim ve o zamana kadar gidip gelen bilincim, orada tamamen kapanmış.
Öldüğünü sanmışlar, değil mi?
Gözümü iki gün sonra yoğun bakımda açtım. Tabii o arada bir sürü şey yaşanmış. Bana anlatıldığı kadarıyla -ki o günlerde haberlere de konu oldu-, benden umudu kesip bir şekilde bir kenara koymuşlar. Tabii öyle büyük bir kargaşa yaşanıyor ki orada, önce hayatta tutabileceklerini düşündükleri yaralılara müdahale ediyorlar. Hafta sonuna denk geldiği için doktor sayısı da az sanıyorum. Dolayısıyla acil olarak kurtarabileceklerini kurtarmaya çalışıyorlar. Benim ise durumum çok ağırdı. Orada kalbim durmuş zaten, sonra yoğun bakımda da kalbim durmuş.
Yani aslında doktorları çok suçlayamıyorum. Ben de doktor olsaydım, öyle bir durumda, o kadar yaralı varken öncelikli olarak hayatta kalacağını düşünmediğim bir hastaya saatlerimi ayıramazdım. Benim başıma gelen onların hatası tabii ama o anın içinde belki makul bir hata...
Bir ara bir doktor nabzıma bakmış, nabzımın attığını anlayınca beni hemen ameliyathaneye almışlar. 5-6 saatlik bir ameliyat... Sonra da yoğun bakıma kaldırmışlar.
Kendine geldiğinde...?
İki gün sonra kendime geldiğimde ilk olarak Dicle'yi sordum. Patlama anında o da, Abdülkadir Uyan da yanımdaydı, biri sağımda, biri solumda duruyordu. 16 gün boyunca gördüğüm her doktora sordum, "Nasıl Dicle?", "Abdülkadir iyi mi?" diye... O 16 günde bana onları kaybettiğimizi söylemediler. İlk 10 gün doktorlar da, çevremdekiler de, durumlarının iyi olduğunu söylüyordu. Sonra yoğun bakıma alındıklarını söylemeye başladılar. Ben de öğrendiğim güne kadar baya umutluydum. Doktorların söylediği her şeye inanmak istiyordum.
Mesela ben kahvaltıyı hiç sevmem, hiç de yapmam. Ama o süreçte her şeye öyle olumlu yaklaşmaya çalışıyorsun ki, sabah 6'da uyandırdıklarında hiç iştahım olmasa da iştahla kahvaltı yapmaya çalışıyordum. Aslında yani hep tutunmaya çalışıyordum ve arkadaşlarımın iyi olduğuna dair haberler de benim tutunmamı sağlıyordu.
Durumum ağırdı aslında. Benim durumumda olan arkadaşlar 4-5 ay kaldılar hastanede. Ben 17. gün İstanbul'a geldim. Tedavilerim devam ediyor. Çoğunlukla özel hastanelere gitmek zorunda kalıyorum.
Sağ kulağımda büyük işitme kaybı var, sol kulağımda daha küçük de olsa orada da kayıp var. Sağ gözümde yüzde 20 görme kaybı var. Vücudumun çeşitli yerlerinde 20'nin üzerinde bilye duruyor hâlâ; en ciddi olanı göğsümün biraz altında. Onunla ilgili tetkikler sürüyor. Geçen hafta kardiyolojiye gittim mesela. Diğer bilyeler ise vücudumun sağ üst bölgesinde. Onlar çıkarılmayacak, çok derindeler ve çıkarılması, vücutta kalmasından daha tehlikeli olabilirmiş. Yani yoğun bir tedavi, kontrol süreci... Türkiye İnsan Hakları Vakfı başından beri çok destek oldu. Onlar sayesinde gerçekleşebiliyor bütün bu hastane süreçleri. Anlaşmalı oldukları hastaneler var, onlara gidiyorum.
Belki biraz saçma bir soru ama hayatını nasıl etkiledi 10 Ekim?
Beni ruhsal olarak en çok etkileyen şey, tabii ki kaybettiğim arkadaşlarım. Hiçbir şey, onların eksikliğini, acısını dindirmeye yetmiyor. Mesela ne yaparsam yapayım, aslında tüm zamanım onları düşünmekle geçiyor.
Pratik olarak da çok fazla şey değişti hayatımda. Bir kere engelli birey oldum. Hayallerim vardı. Mesela Adalet Meslek Yüksekokulu'na yazılmıştım patlamadan önce. Orayı bitirip Hukuk'a geçmek, avukat istiyordum. Bunu ertelemek zorunda kaldım. Normalde sürekli dışarıda olan, gezen biriyim. Artık tabii ki o kadar kolay değil. Gerçi dışarıya çıkmayı, arkadaşlarımla buluşmayı, toplantılara, etkinliklere gitmeyi sürdürüyorum hâlâ. Fakat her şey artık daha zor. Değneklerle çıkabiliyorum, yürüyemiyorum, bazen en yakın yerler giderken bile taksi kullanmak zorunda kalıyorum.
Her hafta futbol maçlarım vardı, arkadaşlarla toplanıp futbol oynuyorduk. Artık oynayamıyorum tabii. Özetle, yapmak isteyip, planladığım her şeyi bir kenara koymak zorunda kaldım ki bu çok zor bir şey. Bazılarını erteledim, ara verdim diyelim ama o planların birçoğunu asla gerçekleştiremeyeceğimi artık biliyorum.
Normalde bir odaya girdiğimde ayağımla kaparım kapıyı. Geçenlerde lavaboya girdim ve ayağımla kapatmaya yeltendim kapıyı ve o anda ayağımın olmadığını fark ettim. Bu çok tuhaf bir his uyandırdı bende. Ayrıca, ilk bir iki ay içinde sürekli gördüğüm rüyalar... Sürekli koşuyordum rüyamda, ama sendeleyerek... Sürekli takılıp düşüyordum. Mesela Dicle'nin, Abdülkadir'in hayatta olduğunu görüyordum hep. Sonra diyordum ki, aslında rüyadaki hayat işte benim yaşamak istediğim; koştuğum, Dicle'nin, Abdülkadir'in benimle olduğu hayat... Sabah uyandığımda gerçekle yüzleşmek...
Bir keresinde yere düştüm banyoda. Hani filmlerde olur ya, bacakları olmayan biri yere düşer ve isyan eder, "Neden ben?" diye. Aklıma böyle bir sahne geldi yerdeyken. "Ama," dedim, "bunun için zaman yok. Şimdi buna hakkım da yok. Benim bununla mücadele etmem gerekiyor". Artık kaybedecek zamanım olmadığını anladım. Bir hayatım var, onu da birlikte mücadele ettiğim, kaybettiğim insanların değerlerini hayata geçirmek için yaşayacağım.
Psikolojik destek alıyorsun sanıyorum...
Psikolojik destek alıyorum. Aslında fiziksel tedavi süreci bitmediği için bana sanki psikolojik desteğe ihtiyacım yokmuş gibi geliyordu çünkü ağır yaralarım, kafamın o tarafa gitmesine engel oluyordu. Daha doğrusu bir ay kadar öncesine dek böyleydi. Sonra aile terapisine başladık, yine TİHV'in ayarladığı bir psikolog desteğiyle. Birkaç haftadır da bireysel terapiye başladım. Çok olumlu etkilerini görüyorum terapinin. Çok iyi bir terapistim var ve üzerimdeki emeği çok büyük. Bana, kendisi için çok önemli bir deneyim olduğumu söylüyor o da. Hatta benimle geçirdiği terapilerden sonra o da terapiye gidip destek alıyor, "Ben bu acıyı tek başıma kaldıramam" diyor.
Desteğin İstanbul ve Ankara ayakları çok farklıydı. Ankara'da dayanışma çok üst düzeydeydi, burada biraz daha geç oluştu. Ama şimdi yoğun bir dayanışma, destek görebiliyorum. Dostlarım, çevrem de hep yanımda... Biraz da benim hayata tutunma azmim sanıyorum motive etti onları.
Ayrıca ailelerle sürekli temas halindeyiz. Dicle'nin ailesi zaten benim aile dostum, onlarla ürekli görüşüyorum. Diğer ailelerle de belirli aralıklarla bir araya geliyoruz. Şimdi mesela 10 Haziran'da ailece, Dicle'nin ailesiyle buluşup Ankara'ya gideceğiz, orada diğer dostlarla buluşacağız anma için.
Seni bu kadar şeyin üzerine hayatta bu kadar güçlü tutan şey ne?
Beni hayatta tutan şey, aslında yine benim kaybettiklerim, arkadaşlarım, dostlarım. Hayata küsmem ya da diyelim hayatıma son vermem bir seçenek dahi olamaz. Diğer tarafta o dostlarımla karşılaştığımda bana soracaklardı "Bizim için ne yaptın?" diye... Benim, 10 Ekim'den sonra hayatıma koyduğum hedef, dostlarımın başına geleni, bizlerin yaşadıklarımızı kimseye unutturmamak ve bu bedeli ödemiş olanlar için sürekli olarak bir şeyler yapmak, bu amaç için mücadele etmek. Şimdi biliyorsunuz 10 Ekim Dayanışması'nın başlattığı bir kampanya var; protez için. Protezim takılınca en önemli hedefim, 10 Ekim Barış ve Dayanışma Derneği'nde doğrudan faaliyet içinde olmak. Mücadelemi Dernek çatısında yürüteceğim.
Bunun dışında da 10 Ekim'le ilgili her toplantıya, her etkinliğe gitmeye çalışıyorum. Geçen hafta mesela Esenyurt'taydık. İlk kez mikrofonu elime alıp sahnede konuşma yaptım; yaşadıklarımı anlattım, yüzleştiklerimi anlattım. Çok heyecan vericiydi, herkes ayakta alkışladı beni. Salonda Avcılar Belediyesi'nden kovulan belediye işçileri de vardı. Bu hem bana, hem de o insanlara büyük bir teselli kaynağı bence. Yalnız olmadığımızı görüyoruz.
Cumartesi günü başlayan kampanya medyada da yoğun biçimde yer aldı. Biraz bahsedelim mi kampanyadan da?
Devlet, 10 Ekim'den sonra oluşturacağını söylediği komisyonu oluşturmadı. Bunu, ülkenin mevcut gündeminin yoğunluğunu bahane ederek erteledi. Bu da tabii hepimizin mağdur olmasına neden oluyor. Yaralananlar, yakınlarını kaybedenler... Bu süreçte bana böyle bir protez önerisi gelince doğal olarak kabul ettim ve kampanya başladı. İnsanların desteği çok büyük, çok güçlü. Dünden beri yüzlerce insan, küçük küçük katkılar yapıyor; şimdiden protez için ihtiyaç duyulan miktarın yarısına yakını toplandı sanıyorum.
Yakın zamanda protezimi edinince o kadar çok şey değişecek ki... Hareket kabiliyetimi kazanacağım, mücadeleye daha güçlü katılabileceğim. Ayrıca, her ne kadar etrafımdaki kimse böyle bir şey hissettirmediyse de başkalarına yük olma hissi de ortadan kalkacak, bu da çok önemli. Sanki yeniden bir birey olacağım, sanki özgürlüğümü yeniden kazanacağım.
Ayrıca öğretmenlik hakkımı kazanmıştım. Gelecekte öğretmen olarak atanabileceğim umarım. Tedavim sürerken KPSS'ye girdim, iyi de bir puan aldım. Tebrikler, kutlamalar... Çok güzeldi. Çevremdeki insanların, Ankara'daki dostların, psikologumun, herkesin benimle gurur duyduğunu görmek inanılmaz bir şey. Bana her gün yeni bir şey kazandırıyor bu destek... Her gün bir şey öğreniyorum ve belki benim hikâyem de her gün yeni bir şey öğretiyor beni tanıyan insanlara. (MÇ/HK)