Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin PKK’nin kaleleri olarak tanımlanabilecek ilçe ve mahallelerde sokağa çıkma yasağı ilan ederek yürüttüğü savaş “1990’lara mı dönülüyor?” tartışmasını tetikledi. Bu soruya hem “evet” hem de “hayır” demeden güncel durumu ve devletin gittikçe belirginleşmeye başlayan yeni Kürt siyasetini anlamak pek de mümkün olmayacaktır diye düşünüyorum.
1990’lar: İsyan bastırma stratejisi
Evet, 1990’lara geri dönülüyor; en azından devlet tarafından sıkça uygulanan kolektif ceza yöntemlerine geri dönülmesi anlamında.
Hatırlayalım ki devletin 1990’lı yıllarda kendisini gittikçe çaresiz bırakan gerilla savaşına karşı uygulamış olduğu yöntemlerin ortak noktası toptancı biçimde Kürt halkını cezalandırmaktı.
Yayla ve mera yasakları, köy boşaltmalar, gıda ambargoları, yollardaki sayısız kontrol noktaları, toplu gözaltılar, çatışma süsü altında yerleşimlerin terörize edilmesi bu cezalandırma biçiminin tipik örnekleriydi.
Bu cezalandırma biçimiyle ilgili iki temel hususun altını çizmek lazım. Her şeyden önce, kolektif cezalandırma, devlet kapasitesinin zayıf olduğu koşullarda gerilla tehdidini bertaraf etmek için uygulanan mekansal bir stratejiydi.
Kürtlerin çoğu, kentsel merkezlerle ulaşım bağları gayet zayıf binlerce köy ve mezrada adeta devletin fiili kontrolü dışında yaşıyorlardı. PKK, gerilla mücadelesinin lojistiğini devlet erişimi dışında bulunan bu alanlar üzerine kurmuştu.
Kolektif cezalandırma siyasetiyle hedeflenen şey gerilla mücadelesinin lojistiğine darbe vurmaktı. Daha sonraları vatandaş ve teröristi birbirinden ayıramamak şeklindeki standart eleştiriye yol veren bu stratejinin mantığı gayet kaba ve basitti: Balıkları yakalayamazsam, gölü kuruturum.
Kürtler: Harcanabilir bedenler
Kolektif cezalandırma meselesiyle ilgili ikinci husus bizi Kürtlerin kolektif biçimde cezalandırılmasını mümkün kılan Türk milliyetçisi perspektife götürüyor.
Bu perspektif içinde Kürt etnisitesi değersiz bir melezlik ve bir yozlaşma halinden fazlası değildi ve tanımaya değer bir farklılık teşkil etmiyordu.
Dolayısıyla, Türk milliyetçiliğinin tetikçileri suçlu-suçsuz ayrımını iptal eden bir insandışılaştırma söyleminin içinde Kürtleri her türlü şiddetin üzerinde uygulanabileceği değersiz, harcanabilir bedenler olarak görebildiler.
Kısaca söyleyecek olursak, 1990’ların kolektif cezalandırma siyaseti Şeyh Said, Ağrı Dağı ve Dersim direnişlerinin/isyanlarının bastırılmasında takip edilen ve devletin kapasite zayıflığında temellenen bir mekansal siyasetin/stratejinin son halkasıydı.
Bireyler ve nüfus üzerinden işleme kapasitesinden yoksun, belli bir toprak parçası üzerindeki herkese potansiyel suçlu olarak muamele eden bir hudutsuzluk ve acımasızlıkla ancak iş görebilen bir hükümran/despotik strateji söz konusuydu.
Sosyolojik imkansızlıkla yüzleşme
Peki, bugün Nusaybin’de, Derik’de, Cizre’de, Yüksekova’da, Lice’de, Silvan’da, Sur’da ve PKK’nin güçlü olduğu bir dizi başka yerleşimde uygulanan ve yoğun bir polis terörünün eşlik ettiği sokağa çıkma yasakları, uygulanan kolektif cezalandırma yöntemlerine bakılarak 1990’ların geri dönüşü hikayesine sığdırılabilir mi?
Bu yüzeysel bir okuma olacaktır.
1990’ların ve bugünün ceza siyaseti arasında temel bir fark var. 1990’ların kolektif ceza siyaseti PKK ve Kürt halkı arasında henüz teorik olarak mümkün olan ayrım üzerine kurulu yumuşak bir isyan bastırma stratejisini takip edecek kapasiteden yoksun bir devletin tehditle mücadele stratejisiyken, 2015’in kolektif ceza siyaseti devletin kapasite zayıflığının ortaya çıkardığı bir zarurette temellenmiyor.
Kırsal alanları kapsayan geçici güvenlik bölgesi uygulamalarını dışarıda bırakacak olursak, bugünün kolektif ceza siyaseti esasen devlet kontrolünün üst düzeyde olduğu kentsel alanlarda uygulanmakta.
Bu ceza siyasetine yön veren hakikat, PKK’yi Kürt halkının oldukça büyük bir kesiminden tecrit etmenin artık bir devlet kapasitesi sorunu olmaktan çıkması ve sosyolojik bir imkansızlığa dönüşmesinde yatıyor.
Devletin yeni kolektif ceza siyaseti, AK Parti'nin bu imkansızlıkla yüzleşmesiyle ortaya çıktı. Bu imkansızlığı görmezden gelen, üstünü örten, pragmatistçe oyalayan ve en sonunda bu imkansızlıkla yüzleşme noktasında nihai bir karara varmak kaçınılmaz olduğu anda da Kürtleri etno-politik düzeyde tanıma iradesini göstermeyen Türk milliyetçisi bir tercihin sonuçlarıyla karşı karşıyayız.
Ceza siyaseti: Süreklilik ve kopuş
Kürtleri etno-politik düzeyde tanımayı reddeden Kemalist Türk milliyetçiliğine ve onun kolektif ceza mantığına tümden, hiçbir şey olmamış gibi bir geri dönüş değil bu.
Evet, abluka altına alınan mahalleleri yaşanmaz hale getirmek, bu mahallelerin sakinlerini daha az radikal yerleşimlere göçe zorlamak, bu mahalleleri insansızlaştırarak PKK kalelerini içeriden yıkmayı hedeflemek, köy boşaltmalarla nüfusu kentsel alanlara itme stratejisinin asimilasyoncu mantığını yeniden üretiyor.
Burada 1990’ların asimilasyoncu siyasetiyle bir süreklilik ve benzerlik tespit etmek mümkün. Fakat bu mekansal stratejinin AK Parti'nin kolektif ceza siyasetini karakterize eden tek ve başat unsur olduğunu söylemek mümkün değil. Bir ilçeyi ya da kentsel mahalleleri tümden ya da büyük oranda insansızlaştırmak ne ölçüde mümkün?
AK Parti'nin kolektif ceza siyasetiyle birlikte yeni bir durumla karşı karşıyayız: Bu siyaset, Kürtlerin en politize ve PKK ile iç içe olan kesimlerini Türk milliyetçiliğinin klasik asimilasyon perspektifiyle görmekten vazgeçen yeni bir tavır alış halini yansıtıyor.
Asimilasyon siyasetinden vazgeçen ama etno-politik gerçekliği tanımaktan da kaçınan Türk milliyetçiliğinin bu kesimlerle ilişkisi gittikçe sömürgeci olarak tanımlanabilecek bir zemine oturuyor.
2015: Sömürgeci rasyonalite
Sömürgecinin sömürgeleştirdiğini kendisine benzetme derdi yoktur. Sömürgecinin hegemonya ve rıza üretme derdi de yoktur. Sömürgeci için sömürgenin yönetilebilir durumda olması kafidir.
Nusaybin’de, Cizre’de, Yüksekova’da, Lice’de, Silvan’da, Sur’da uygulanan şiddetin aşırılığında bu ilçeleri geri kazanma ümidini tümden yitirmiş ama buraları yönetme arzusundan bir şey kaybetmemiş bir devletin bu ilçeleri yönetilebilir kılma ve kendi hakimiyeti altına alma çabasının sömürgeci karakteri açığa çıkıyor.
Sokağa çıkma yasağıyla belirli mahallelerin ve ilçelerin toptan ablukaya alınmasında açığa çıkan şiddet, kamu düzeni ve devlet hakimiyetini tesis etmek noktasında ikili bir işlev görüyor.
YDG-H güçlerinin ortaya koyduğu direnişi bertaraf ederek hendekleri kapatmak bu şiddetin gözle görünen, dolaysız hedefi. Fakat uygulanan şiddet, günlerce süren sokağa çıkma yasakları ve buna eşlik eden elektrik ve su kesintileri, sağlık hizmetlerinden mahrumiyet, açlık ve psikolojik travma, devlet şiddetinin tek hedefinin YDG-H güçleri olmadığı, direnişlerin gerçekleştiği mahalle ve ilçe sakinlerinin de hedef tahtasına oturtulduğunu gösteriyor.
Bu durumu, devletin terör yandaşı olarak gördüğü insanları cezalandırmasıyla açıklamak yanlış olmayacaktır ama eksik kalacaktır. Cezalandırmanın yanı sıra ve bunun ötesinde, şiddete maruz kalan yerleşim sakinleri bir öz-disiplin ve kontrol dayatmasıyla karşı karşıya.
İsrailleşme ve direnişin maliyeti
Devlet, YDG-H direnişinin yaşandığı yerlerde yaşamı katlanılmaz hale getirerek bu yerlerde yaşayanları YDG-H’yi denetlemeye ve dizginlemeye zorluyor. Burada Türk devletinin İsrailleşmesi olarak tanımlanabilecek bir sürecin işlediğini tespit etmek mümkün.
Demem o ki, kolektif ceza siyaseti, kapasitesi zayıf asimilasyoncu bir devletin tehdit imhası problematiğinden bağımsızlaşarak etno-politik talepleri tanınmayan, asimilasyon siyasetinin nesnesi olmayan, sivil-savaşçı ayrımı üzerinden kolayca tasnif edilemeyen bir kitlenin direnişinin yönetilebilir sınırlara çekilmesi problematiği etrafında yeniden yapılanıyor.
AK Parti'nin kolektif ceza siyaseti, tıpkı Gazze üzerinde sürdürülen ambargoda, bir füze veya intihar saldırısından sonra misliyle ve hedef gözetmeksizin Filistin şehirlerinin yakılıp yıkılmasında ve direniş örgütleriyle işbirliği yaptığı iddia edilenlerin evlerinin buldozerlerle yerle bir edilmesinde olduğu gibi, direnişin maliyetini yükselten ve bu maliyeti kolektif biçimde paylaştıran (ve dolayısıyla suç kategorisi üzerinden de olsa Kürtleri kolektif bir varlık olarak tanıyan) disipline edici bir teknoloji olarak çalışıyor.
Kolektif cezalandırma yoluyla öz-disiplin dayatmasının tek ve belki de öncelikli muhatabı, bu şiddete ilk elden maruz kalan yerleşimlerin sakinleri değil.
Belli yerleşimlerin kolektif olarak cezalandırılması suretiyle, bu cezalandırmaya maruz kalmayan, PKK ve YDG-H ile ilişkisi görece zayıf ve halen asimilasyon siyaseti dairesi içinde tutulan (ümidin tamamen kesilmediği) il, ilçe ve mahallelerin sakinlerine de hitap edildiği açık.
AK Parti, toptancı şiddet ve yönetilebilirlik
PKK'nin kalesi mahiyetindeki yerleşim yerlerinin sakinlerine yapılan muameleyle, henüz bütünüyle ümit kesilmemiş Kürtlere “ibret olsun” mesajının güçlü bir biçimde verildiği söylenebilir.
AK Parti'nin “hizmet siyaseti mi kimlik siyaseti mi” dayatmasıyla yürüttüğü asimilasyoncu siyaset, asimilasyon siyasetinin dışında bıraktığı Kürtler üzerindeki toptancı şiddet pratiğiyle, kimlik siyasetinde ısrarın tek bedelinin hizmet siyasetinin meyvelerinden mahrum kalmak olmayabileceğini göstererek kendini tahkim ediyor.
1990'lar ve öncesiyle güçlü benzerliklere rağmen, içinde bulunduğumuz dönemin devletin Kürt siyasetinde niteliksel olarak yeni bir dönemi temsil ettiği söylenebilir.
Kürt yerleşimlerinin halen asimilasyon siyasetinin menzili içinde görülenler ve artık bu menzilin dışına çıkmış olanlar olarak ikiye ayrıldığı yeni bir dönemdeyiz.
Belli ilçe ve mahalleleri topyekün ateş altına alan yeni kolektif ceza siyaseti, devletin en politize Kürt yerleşimleri ile ilişkisinin, kamu düzeni ve yönetilebilirliğin asimilasyoncu/içerici stratejiden bağımsızlaştığı ve kendi başına amaçlaştığı bir sömürgeci rasyonalite ile şekillenmeye başladığını ortaya koyuyor.
Türk devletinin asimilasyoncu siyaseti bir yandan sürüyor da olsa, bu siyasetin bütünlüklü bir analizinin bundan böyle devletin sömürgeci siyaseti dikkate alınmadan yapılamayacağını düşünüyorum. (İC/EG)
Fotoğraf: Sur-Diyarbakır/AA