Fotoğraf: Sosyal medya
İstanbul Sözleşmesi yürürlükten kalktı mı? Hayır, henüz yürürlükte. Öncelikle hukuki yönteme uygun olarak, Sözleşme’nin konuyla ilgili md.80 hükmüne yer verelim:
"Madde 80-Sözleşmenin feshi
1. Taraflardan herhangi biri, Avrupa Konseyi Genel Sekreterine yapacağı bir bildirimle, herhangi bir zaman bu Sözleşmeyi feshedebilir.
2. Sözleşmenin feshi, konuya ilişkin bildirimin Genel Sekretere ulaştırıldığı tarihten itibaren üç aylık sürenin bitimini izleyen ayın birinci gününde yürürlüğe girecektir.”
Bu hüküm, bir uluslararası antlaşmada yer aldığı için öncelikle uluslararası antlaşmalar hukuku ışığında bir yorumu gerektirir.
TIKLAYIN - İstanbul Sözleşmesi'nin tüm maddeleri
Süreç nasıl işler?
Buna göre, bir antlaşmanın sona erdirilmesi veya sadece bir taraf devletin çekilmesi şöyle olabilir:
“1. Antlaşma hükümlerine göre;
2. Herhangi bir zamanda diğer âkit (bağıtlı) Devletlerle istişare ettikten sonra tüm tarafların rızası ile.” (1969 Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi, md.54). Mevcut durumda, şeklen, yukardaki ilk formülün esas alındığı söylenebilir.
Bu hükümler, devletlerin birbirinden farklı iç hukuk kurallarını değil, uluslararası yetki alanına dair kuralları düzenlemektedir. Diğer bir ifadeyle iç hukuk düzeninde, o yönde oluşmuş bir iradenin uluslararası hukuk düzeninde nasıl, hangi yolla uygulanacağına dair kurallardır.
O halde uluslararası hukuk alanına bakmak gerekir. Öncelikle, bir devletin bir uluslararası antlaşmayla bağlanma iradesine temas ederek ilerlemek istiyorum.
TIKLAYIN - Türkiye kadınlarla açıkça savaşan bir ülke haline geldi
Uluslararası antlaşmalar hukuku gereğince (1969 Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi, md.46/1), “Bir devlet, bir antlaşmayla bağlanma rızasının iç hukukunun antlaşma akdetme yetkisiyle ilgili hükümlerini ihlâl etmek suretiyle açıklandığı olgusuna, rızasını geçersiz kılan bir gerekçe olarak dayanamaz, meğerki ihlâl aşikâr ve iç hukukunun temel önemi haiz bir kuralı ile ilgili olsun.”
Kısa bir notla devam etmek isterim. Buraya kadar olan temellendirmeye karşı bir itirazı duyar gibiyim.
Şöyle: “Türkiye, 1969 Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi’ne taraf bir devlet değildir.” Evet, öyle. Ama tüm hazırlık çalışmalarına katılmış, temsilcileri aracılığıyla hukuki görüş ve yaklaşımını hazırlık konferansında ortaya koymuş bir devlettir.
Daha da önemlisi, hukuken, uluslararası örf ve âdet kurallarının kodifikasyonu anlamında bir “kaide antlaşma” (law-making treaty) değerine sahip bu antlaşmanın getirdiği uluslararası hukuk yükümlülüklerine karşı (uluslararası örf ve âdet kuralları doğurmaya elverişli olma gibi), hukuki terimiyle bir “ısrarlı muhalif” (persistent objector) devlet konumunda hiç olmamıştır.
Dolayısıyla bu anlamda da, o antlaşmayla bağlı olmasa bile, itiraz etmediği ve uyması gereken bir uluslararası antlaşmalar hukuku kuralları manzumesiyle karşı karşıyadır.
Bu tespitin şöyle bir pratik önemi var: Öncelikle Anayasa, md. 138, paragraf (I) hükmü bağlamında Türkiye yargısı, böyle bir yorumu, hukuka uygun hareket etme Anayasal yükümlülüğü gereğince, her düzeyde dikkate almak zorundadır. İkinci olarak, aynı hukuki değerlendirme uluslararası mahfillerde de, her düzeyde hukuken savunulmaya müsaittir.
Meclis onayı gerekli
Bu ara değerlendirmeden sonra, bıraktığım yere dönmek istiyorum. Türkiye bakımından, burada ilk dikkate alınması gereken “temel önemi haiz bir kural”, Anayasa, md.90 (Milletlerarası andlaşmaları uygun bulma), paragraf (I)hükmüdür. Buna göre, “Türkiye Cumhuriyeti adına yabancı devletlerle ve milletlerarası kuruluşlarla yapılacak andlaşmaların onaylanması, Türkiye Büyük Millet Meclisinin onaylamayı bir kanunla uygun bulmasına bağlıdır.”
İstanbul Sözleşmesi de, bu antlaşmanın, “onay ve kabule bağlı” olduğunu belirtir (md.75/2). Bunun Türkiye Anayasasındaki karşılığı, yukarda aktardığım Anayasa, md. 90/I hükmüdür.
Başka bir ifadeyle, kural, bir uluslararası antlaşmayı onay ya da kabul sürecinin iç hukuktaki anlamıyla yasama ve yürütme arasında paylaşılarak gerçekleşmesine dair Anayasal hukuki prosedüre uyulması esasıdır.
Diğer bir deyişle, bu konuda hem İstanbul Sözleşmesi hem de Anayasa, md.90/I hükmü bakımından, onay işlemine dair “temel kural” budur. Ve ne Sözleşme ne de Anayasa bu konuda “basit usulle onayı”, başka deyişle sadece yürütmenin tasarrufuyla bir uluslararası hukuk işlemi yapılmasına izin vermiştir.
Bu nedenledir ki Türkiye, bu uluslararası antlaşma ile hukuki bağlanmaya dair iç hukuk bakımından onay sürecinde, ilkin 6251 sayı ve 24 Kasım 2011 tarihli kanun ile TBMM’nin, hiçbir çekince içermeyen, olumlu iradesini almış ve ardından, iç hukuka göre ikinci adımı atarak, Bakanlar Kurulu’nun 2012/2816 sayı ve 10 Şubat 2012 tarihli onay kararnamesi ile onayı uygun bulmuş ve antlaşma metni, Resmi Gazete’nin 8 Mart 2012 ve 28227 (Mükerrer) sayısında yayımlanarak iç hukuk bakımından onay süreci tamamlanmıştır. Bu arada, Resmi Gazete’de yayımlanma tarihine gösterilen “özene” lütfen dikkat edin: 8 Mart!
Hukuki değer
İşte bu aşamada, kamu hukuku bilgisine gerek var ve kamu hukukundaki “aksine işlem yapma ilkesi” ya da “işlemde paralellik ilkesi” gereğince, bir antlaşmayla bağlanma iradesine dair iç hukuktaki temel hukuki süreç neyi ve nasıl bir hukuki prosedür izlenmesini gerektiriyorsa, o antlaşmadan tek taraflı olarak çekilme ya da fesih durumunda da aynı hukuki esasa bağlı kalınarak hareket edilmesi gerekir. Kısaca, TBMM’nin bu yöndeki iradesi, “iç hukukun temel önemi haiz bir kuralı” mertebesinde hukuki bir değer taşır.
Resmi Gazete’de, bugün (20 Mart 2021-31429) yayımlanan, 3718 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı’nda, bu fesih işlemine dayanak alındığı belirtilen, 9 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nin md. 3 hükmü de (“milletlerarası andlaşmaları sona erdirme” ibaresi bağlamında), ancak ve ancak, yukarda açıkladığım üzere, iç hukuk düzeni içinde, o Anayasal hukuki sürece uyulması sonucunda oluşan hukuki iradenin uluslararası hukuk bağlamında ve ilgili uluslararası antlaşma gereğince aleniyet kazandırılmasına yönelik bir işlemdir. Yoksa, Cumhurbaşkanı’nın, salt kendi iradesiyle vardığı bir tercihin sonucu anlamına gelmez.
Eğer böyle bir yorum savunulursa ki, ona meyleden görüşler var, bu durum bir Anayasa’ya aykırılık nedeni ve hatta o tek taraflı çekilme işleminin uluslararası antlaşmalar hukuku gereğince bâtıl ve hükümsüz sayılmasına gerekçe oluşturulması gündeme gelecektir, hem iç hukuk bakımından hem de Avrupa Konseyi nezdinde ve Türkiye’nin uluslararası hukuka uygun davranma yükümlülüğü bakımından.
Sonuç olarak, İstanbul Sözleşmesi şu sırada yürürlüktedir. Velev ki, fesih işlemi hukuka uygun bir şekilde sonuçlanır; işte o zaman, Türkiye, vatandaşları bakımından, “ayrımcılık yasağı” veya “eşitlik hakkı”nın tanınması ve korunması ve buna riayet edilmesi konusunda nasıl bir hukuki yükümlülükle ve nasıl bir siyasi pozisyonda kalmış olur? Bu sorunun cevabını, isterseniz, gelişmeleri bekleyerek cevaplayalım.
(TT/EMK)