Haberin Kürtçesi / İngilizcesi için tıklayın
Türkiye’de baskıcı olan erkeklik deneyimlerinin dışında bir hayat tahayyül etmek neredeyse imkânsız. Ona maruz kalmadığımız, onunla karşılaşmadığımız, onu şiddetle sergilemediğimiz bir an yok; çünkü bu tarzı gittiğimiz her yere götürüyor, girdiğimiz her ilişkide yeniden üretiyoruz.
Bulunduğumuz her ortamda, otobüste, durakta, yolda, çalışırken, düşünürken, öğrenirken ya da öğretirken, onu uzun süre serbestçe deneyimlediğimizden, hemcinslerimizin bakışlarında, meydan okuyuşunda ve tavırlarında çok kolayca tanıyabiliyoruz.
Bu erkeklik tarzıyla karşılaşmalarımızdan doğan olumsuz deneyimler de bizi onu tekrar etmekten alıkoymuyor, eğer varsa, itirazımız genelde kısık sesli kalıyor ve memleketteki erkeklik hallerinin şiddetli ifşaları karşısında çok önemsiz bir yer kaplıyor.
Öyle ya da böyle bizlerin itirazlarının cılızlığının, bu hâkim erkeklik biçiminin kendisini yeniden üretebilmesi için gerekli koşulları sağladığına kuşku yok.
İstanbul’un hır gürü bol, bıçkın mahallerinden birinde büyümüş ve 90’larda sokaklarda bolca vakit geçirmiş biri olarak, pek düşünmeden içselleştirdiğimiz ve içselleştirmek zorunda olduğumuz bu erkek olma halinin ne olduğundan çok, zaman içerisinde ne olmadığına dair daha iyi fikir sahibi olduğumu düşünüyorum.
En azından erkekliğin büyük çoğunluğunun iddia ettiği gibi “güçlü, mert, dayanıklı, delikanlı” vs. olmaktan çok, toplum ve en çok da erkekler tarafından idare edilen bir “gibi görünmeye” dayalı olduğunu zamanla öğreniyor insan.
Hatta bu gerçek erkek olmanın en temel kurallarından biri ve insan bu gerçeği tek başına değil, bir erkekler grubu içerisinde talim ediyor. Genelde o grubu kuran her ne ise, para, fiziksel güç, bilgi, iktidar, vs., ona en çok sahip olanın yönetiminde biçimlenen bu erkekler grubu, erkeklik açısından sadece bir onay mercii değil, aynı zamanda bir sınav bürosu olarak da iş görüyor.
O zamanlarda da tıpkı bugünkü gibi erkek olmayı öğrenmek, her daim sınava hazır olmaktı. Ne çocuklukta ne gençlikte ne de yetişkinlikte, genelde topluca düzenlenen bu sınavlardan kolayca kaçmanın mümkün olmadığını da gördüm.
Üstelik “kavgaya hazır olma”, “gözü kara olma”, “vurduğunu indirme” gibi niteliklerin ispatı üzerine kurulu olan bıçkın mahallelerin kuralları daha saydam sınavlarının, çok daha incelmiş bir biçimde üniversite, akademi ve orta sınıf dünyasında da kendisine yer bulduğuna, burada değişenin, temelde erkekliğin daha karmaşık araçlarla ispatı olduğuna ve “bıçkın” mahallelerin kaba erkeklik şovlarının, buralarda toplum nezdinde takdir toplayan daha büyüleyici erkeklik gösterilerine dönüştüğüne de bizzat tanıklık ettim.
En önemli fark, kuşkusuz akademinin muktedir erkeklerinin, kendi erkeklik gösterilerini makbulleştirme ve yaldızlama araçlarına “bıçkın” mahallelerin “delikanlıları”na nazaran daha ziyadesiyle sahip olması ve derslerdeki, jürilerdeki ve sunumlarındaki erkeklik şovlarını daha kabul edilebilir ve çekici hale getirebilmesidir.
Genellemeler elbette ki sorunlu; ama kendisine tapan bir öğrenci kitlesi yaratmayı amaç edinen, yönetimde etki alanını mümkün mertebe artırmakla kafayı bozmuş ve düşüncelerini empoze etmeye meyilli erkek akademisyenlere kıyasla, kadın akademisyenlerin öğrencilerini fikren güçlendirmeye ve desteklemeye her zaman daha açık olduğunu kendi öğrencilik ve hocalık deneyimlerimden hareketle çok rahatlıkla söyleyebilirim.
Öğrenmenin ve öğretmenin eşitlikçi ilişkiler etrafında kurulup kurulmamasında cinsiyet Türkiye’de en önemli etkenlerden biri. Bunda erkekler arasında içselleştirilmiş sınavdan geçme mantığının ve güç isteminin etkisi de çok büyük.
Türkiye’de sürekli sınava sokulan bir erkeklik söz konusu ve girdiği her sınavı gücünü ispat etmek için bir şiddet meselesine çeviren despotik ve hegemonik bir erkeklik var.
Bu sınavlar bazen “biraz erkek ol”la, bazen “sen de erkek misin”le, bazen de “nasıl erkeksin”le ortaya çıkıyor. Bazen sınavlar daha gizli, daha imalı ve daha dolaylı.
Türkiye’de yetişen biri olarak, çağrısına kolayca kulak tıkayamayacağınız ve genelde meydan okuyucu ve insanı ispatla yükümlendiren bir tonu ve tarzı var tüm bu sınavların. Fakat söz konusu sınavlar ve krizler sanıldığı gibi erkekliğin zayıflığının değil, kendini yeniden inşa etmesinin bir aracı.
Bugün Türkiye’de baskıcı hegemonik erkekliğin krizde oluşu, hatalı bir biçimde onun imkansızlığının ve zayıflığının bir emaresi olarak okunuyor. Oysa Türkiye’de hâkim erkeklik mütemadiyen sınavlar üzerinden ilerleyerek, bu yolla sınavdan kalanları eleyerek, rüştünü ispat edenleri seçerek ve kendini ona maruz kalanlara dayatarak, koşullara yeniden ve yeniden uyarlanmanın yeni yollarını buluyor.
Bu sınavlar kâh otobüste bir bakışta, kâh kışlada emir alır ya da verirken kâh yatakta, kâh zorluklarla karşılaşıldığında verilen tepkilerin değerlendirilmesinde ortaya çıkıyor.
Biz erkeklerin sınava girme gönüllülüğü, aksi şekilde davranmanın bir zayıflık, eziklik ve erkeklikten ödün verme olarak görülmesi, bu sınavların başarısının ve devamının temel anahtarı.
Bu hâkim erkeklik tarzı, erkekliğin çeperine ya da dışına konumlandırdığı diğer erkeklerle olan saldırgan karşılaşmalarla biçimlenen ve saldırgan olduğu ölçüde de kendisine karşı kayıtsızlığı olanaksızlaştıran bir yöne de sahip.
Bu sınavların değerlendirmesi, söz konusu erkekliği tesisi eden ilişkilerin uygulayıcısı olanlar ve en çok da “alnının akıyla” daha önce bu süreçleri atlatanlar tarafından koyuluyor.
Pek tabii ki ortada bir sınav merkezi yok ve bu sınavlar da gerçekte bir sahicilik talep etmiyor. Daha temelde erkekliğin dünyasına dair “delikanlılık” ya da “koruyucu kollayıcı erkek” imgesi altında bir tür sahteliğin topluca icrasını teşvik ediyorlar, ama tam da bu sahteliğin icrasının onun şiddetinin boyutlarını azaltmak bir yana, daha da artırdığını biliyoruz.
Erkeklik şovları, şiddet gösterileri ve sınavlar üzerine kurulu bu yapı, onun parçası olan ya da maruz kalan erkeklerde rövanş talebi ile güç istemini kışkırtarak ve de haysiyet yaraları açarak ilerliyor aslında.
Askerde, okulda, sokakta, trafikte, kavgada, siyasette ve akademide bolca sınava girmiş bir erkek olarak onun yarattığı tahribatı taşımamak mümkün değil. Kadınların maruz kaldıkları mağduriyetin yanında bu yaraların ve tahribatın elbet hiç önemi yok; ama bu erkekliğin kendini erkeklerin dünyasında nasıl yeniden ürettiğini kavramak açısından işin bu yönünü anlamanın önemli olduğunu düşünüyorum.
İtirazlarımız hâkim erkeklik biçiminin temelde kadınlara yönelen vahşetine ama aynı zamanda erkeklerin dünyasındaki iş görme tarzına, orada yarattığı iş birliği, suç ortaklığı, uzlaşma tarzlarına ve dayattığı şiddete de yönelik olmak zorunda.
Tam da bu nedenle, bu erkeklik tarzıyla muarızlaşmayı niyet ve amaç edinen erkeklerin ona karşı aldığı tutum hem bu baskın despotik erkekliğin yeniden üretilmesi hem de onun kesintiye uğratılması açısından çok önemli.
Her ne kadar ona itirazımız olsa da içselleştirdiğimiz, bazen itirazlarımızda, bazen onunla kavgamızda yeniden ürettiğimiz, bulaşıcı, baskıcı ve bunaltıcı bir erkeklik söz konusu.
Dışındayım demekle dışında olamayacağımız ve zaten olmadığımız, arzularda demirlenmiş, öfke, hınç, küçümsenme duygusu gibi reaktif duygularla da perçinlenmiş, başka türlüsünü pek de bilmediğimiz bu erkeklikle mesafelenmek zorundayız.
Bu erkeklik biçimine eşlik eden bulaşıcılık, sadece sokaktaki karşılaşmalara, gündelik hayatın, iş hayatının ya da ev hayatının alanına da özgü değil, daha derinde bizzat erkekliğin kuruluşuna demirlenmiş bir boyuta sahip. Ona bu boyutu kazandıranın ve despotik erkekliğin memleketteki çeşitli kaynaklarının neler olduğu üzerine, onun taşıyıcıları olarak esaslı bir biçimde düşünmemiz lazım.
Bu erkekliğin yaygınlığını sadece devletle, militarizmle, milliyetçilikle, cinsiyetler arası eşitsizlikle, güç istemiyle açıklamak da bana yeterli gelmiyor. Bu erkeklik biçimiyle mesafelenmeyi, onunla çatışmayı ve ona itirazı dert edinen erkekler olarak ona karşı çıkmak, başka erkekliklerin mümkün olduğunu kendi hayat deneyimlerimizle ortaya koymak, bizlerin yükümlülüğü olsa da kuşku yok ki yeterli değil.
Mesele bizlerin ahlaki sorumluluklarının çok ötesinde bir yöne sahip; çünkü ahlaki yüzleşmeler sadece suçluluk hislerinden kaynaklandığında, sıradan itiraflara ve düz ahlaki tutarlılık sorgulamalarına dönüşmeye çok meyilli ve bu yönüyle de reddettiği iktidar ilişkilerini çok kolay bir şekilde yeniden üretebiliyor.
Bunun yerine bu erkeklik deneyimlerini “ötekine” açan, onun yerinden ediciliğine maruz bırakan ve kendi davranışlarımızdaki iktidarı basitçe teşhir etmek yerine, ilişki içinde bir dönüşümün, eşitlenmenin ve beraber kudretlenmenin yollarını arayan bir anlayışa ve itiraza ihtiyacımız var.
Bu bağlamda yukarıda dile getirdiğim etik boyutu tümüyle dışarıda bırakmaksızın, cinsiyetler arası ilişkilerin haklar temelinde ve eşitlikçi düzenlenişine dayanan, yani temelde kadın, LGBTİQ haklarının kurumsallaşmasını ve hukuki olarak desteklenmesini içeren bir boyutun savunulmasının ve öne çıkarılmasının yanında, itiraz eden erkeklerin de örgütlü bir mücadele içerisine girmesi ve bu tür bir mücadelenin ortaya çıkma olanaklarını bulunduğu her alanda soruşturması gerekiyor.
Kadınların ve kadın hareketinin giderek artan gücü, bizler için de umut verici ve öğretici; ama itiraz eden erkeklerin özgürleşmesinde bir düzeyde belirleyici olacak olanın, eğer varsa kendi itirazlarını sürekli kılacak yapıları, ilişkileri ve duygusal-düşünsel yatkınlıkları nasıl üretecekleri olduğunu düşünüyorum.
Bunun için de öncelikle bu tarz bir erkekliğin sorunlu olan taraflarını daha derinlemesine kavramamız gerekiyor.
Kendini hınç ve güç üzerine kuran bu erkekliği bir iktidar sorunu olarak ele alan pek çok çalışma ve tartışma mevcut. Ama ben bu tür bir erkekliği bir iktidar sorunu olduğu kadar aslında kölelik sorunu olarak da tartışmamız gerektiği düşüncesindeyim.
Bu hegemonik erkekliğin taşıyıcı aktörleri tarafından gözden kaçırılan ya da onun nimetleri adına bile isteye göz ardı edilen ise, sınavlardan geçmekle elde edilen “başarı” ve “iktidar”ın taşıyıcılarında yarattığı bir tür kölelik.
Kendini despotik bir şiddet ve erkeklik deneyimi üzerine kurduğu ölçüde kolayca arzuları devlet, millet ya da militer özlemler etrafında biçimlendirilen ve tam da iktidarı arzularken ve iktidar olduğu yanılgısı içerisinde tahakküm altına giren ve iktidarı elde ettiği yanılgısı etrafında onun tarafından kolayca köleleştirilen bir erkeklik biçimi bu.
Koruyucu kollayıcı, sağlayıcı, sınır koyucu, yasa dayatıcı, muktedir ve muhafaza edici bu erkek figürüne, aslında kör tutkuların yönetimi altında sürüklenen, dolayısıyla da son derece kolay yönetilebilir bir başka erkeklik imgesi de örtük olarak eşlik ediyor.
Girdiği sınavları “başarıyla atlatmış” acıların muktedir çocuğu olarak bu erkekler, “kalpten kalbe bir yol” inşa edecek duygulanımları üretmekten, yani sevmekten yoksun olarak bu sınavlarda öğrendikleri biçimiyle “sevdiklerini” arzularken, sevgi yaratmaktan uzak, etrafına mutsuzluk veren despotik bir gücü hayatları boyunca sergiliyorlar.
Kuşku yok ki bu tür bir hâkim erkeklik daha derin ve kapsamlı bir özgürleşme sorununun memleketteki en önemli düğüm noktalarından biri. Bu erkeklik tarzının bu topraklarda hakimiyetini sürdürüp sürdüremeyeceği bizlerin itirazlarına olduğu kadar, bizlere yönelen itirazlarla ne yapacağımıza da bağlı.
Bu hâkim erkeklik tarzını kesintiye uğratacak deneyimleri ortaya koymak için, içerisinde kimliklendiğimiz ilişkilerin taşıdığı başka yoğunlukları, başka duygulanımları keşfetmemiz ve kadınlardan gür bir sesle gelmeye başlayan itiraza kulak verip, sessizce bu erkeklikten çekilmenin ve onunla mücadele etmenin daha örgütlü yollarını bulmamız şart.
Bunun için de onunla karşılaştığımız her yerde, öncelikle onun tarafından giderek çölleştirilen hayatlarımızda ve tüm yaşam alanlarımızda cesaretle “itirazım var” dememiz, bize edilen itirazlara kendimizi içtenlikle açmamız ve itiraz edenler olarak, onun hakimiyetine ve şiddetine karşı artık beraber mücadeleye koyulmamız gerekli. (ZY/ŞA/APA)
Görseller: Kemal Gökhan Gürses