Haberin İngilizcesi / Kürtçesi için tıklayın
Sanırım orta bire gidiyordum, elimde siyah okul çantamın olduğunu hatırlıyorum. Kıştı. Hava kararmak üzereydi. Sokakları okullarından dağılan öğrenciler ve mesaileri biten memurlar doldurmuştu. Yağmur yağmıyordu ama şehri asla terk etmeyen o yapışkan nemli hava iyiden iyiye yoğunlaşmıştı.
Trabzon’un en kalabalık caddesi olan Uzun Sokak’ın tam orta yerinde -Kitapçı Mehmet Abi’nin dükkanı ile Saray Sineması’nın arasında oralarda bir yerde- önümde yürüyen adam birden hareketlendi, kalın paltosunun altından çıkarttığı sopayı -ya da, demir bir çubuktu tam anlayamadım- birkaç adım ötesindeki parkalı gencin önce sırtına, ardından kafasına indirdi.
Kanlar içerisinde kalan zavallı yere kapaklanırken diğeri koşarak uzaklaştı. Kafasının düştüğü yerde küçük bir kan gölü oluşmuş olan gencin etrafını şaşırtıcı bir süratte uğultulu bir kalabalık çevirdi. Böylesine dehşet verici bir hadiseye bu kadar yakından şahit olmaktan aşikâr bir korkuya ve heyecana kapılmıştım.
Hareketsiz yatan bedene merakla bakarken birileri onu yerden kaldırmaya girişti. ‘Olay mahalline’ doluşan delibozuk kalabalık beni arka tarafa doğru itince kafası patlamış genci gözden kaybettim ve koşarak oradan uzaklaştım.
İtiraf etmem gerekirse, aslında beni bunca heyecana boğan şey aniden dehşetli ve kanlı bir hikâyeye sahip olma ayrıcalığımla da ilgiliydi. Müthiş bir cinayet tanıklığını sahiplenmiştim (Belki de ölmemişti, ama bu o anda o kadar da önemli değildi).
Uzun Sokak’ın kalan kısmını hızla kat edip babamın Meydan’daki kesif sigara dumanına boğulmuş dükkânından içeri nefes nefese daldım (Babamın Meydan’da, belediyenin karşısında araba yedek parçaları sattığı, geveze av arkadaşlarının pek sık uğradığı bir dükkânı vardı).
İçerideki yedi, sekiz müdavim kafalarını çevirip bana şöyle bir baktılar ve sonra kesilmiş olan sohbetlerine döndüler.
Doğrusu, ilk ağızda kapıldığım korkuyu belli etmemek adına -dizlerim hâlâ belli belirsiz titriyordu- onların bu aldırmazlıklarından hoşnut kalmıştım lakin şahit olduğum patlayan kafa hadisesini anlatma konusunda da önü alınamaz bir istek içerisindeydim.
Nedir ki, o güruhun babamın belki yüzüncü defadır ve hep aynı şehvetle anlattığı hikâyeyi dinlerken benimle ilgilenecek bir hali yoktu. Konu, avcı babamın aylar önce Van taraflarında vurduğu iri bir ayı üzerineydi. Uzun süre takip ettiği ayıyı vurmak, sürünürken takılıp kaldığı yüksek sarp kayaya ulaşmak, orada postunu soymak, ilaç diye pek bir talep gören iç yağından almak o kadar meşakkatli olmuş, o kadar zamanını almıştı ki bu arada hava da kararmıştı.
O karanlıkta, elinde mavzeri, sırtında ayının postuyla sarp kayalıktan, çarşaklı bayırlardan geri dönmek çok tehlikeliydi ama başka çaresi de yoktu. Sonunda epey bir varta atlattıktan, iki kere yuvarlanıp bileğini burktuktan sonra arabasının yanına ulaşmayı başarmıştı (Babamın o zamanlar yeşil bir Skoda’sı vardı).
Bu macera, sonrakilere bağlanarak uzadı, onlara giderek yükselen nidalar eşliğinde diğer av serüvenleri eklendi ve ben başlangıçtaki patlayan kafa hikâyem konusundaki iştahımı kaybettim. Bir kenarda o gürültülü sohbeti dinlemeye devam ettim.
Bir zaman sonra kapı açıldı ve içeri bir milli piyango satıcısı girdi. O ana ait resmi ve o resmin içerisindeki şaşkın halimi çok iyi hatırlıyorum. Piyango satıcısı, kendisine büyük gelen ince bej renkli pardösüsü içerisinde iyice çelimsiz görünen zayıf bir kadındı.
Sıkı sıkıya bağladığı eşarbının üzerine geçirdiği, tereğinin üzerindeki kırmızı bantta Milli Piyango ibaresi olan beyaz kasketiyle kapının ağzında, elinde piyango biletleri ile dikilmiş bir halde o tuhaf erkekler meclisine bakıyordu.
Gark oldukları heyecanları aniden sekteye uğramış olan erkekler kısa bir süre kadına baktılar ve sonra kafalarını çevirip coşkulu av hikâyelerine bıraktıkları yerden geri döndüler.
Ben ise gözümü bir türlü kadının acıklı bir şekilde kafasında duran o beyaz muşamba kasketten alamadım ve utandım.
Kadının orada aniden beliriveren ve o güruhun nazarları altında aniden yok oluveren varlığından ve o beyaz kasketten hakikaten utandım. Kendime asla açıklayamadığım bir şekilde utandım. Ölesiye utandım.
Kadın bir süre öylece ve hiçbir şey söylemeden dikildi ve sonra sessizce dönüp gitti.
O ayrıldıktan bir süre sonra kalabalık kahkahalar eşliğinde dağıldı. Babamla eve dönerken yolda ona başımdan geçen kanlı cinayet hikâyemi anlattım.
Beklediğim ölçüde bir tepki göstermedi.
Rüştü’nün fırınından ekmek aldık. Eve vardığımızda yağmur başlamıştı. (TP/ŞA/APA)
* Görseller: Kemal Gökhan Gürses
"52 HAFTA 52 ERKEK" YAZILARINI OKUMAK İÇİN TIKLAYIN
Bu kampanya Sivil Düşün AB Programı kapsamında Avrupa Birliği desteği ile hazırlanmıştır. Bu kampanya içeriğinin sorumluluğu tamamıyla İPS İletişim Vakfı/bianet’a aittir ve AB'nin görüşlerini yansıtmamaktadır. |