* Fotoğraflar: Anadolu Ajansı / Arşiv.
14-28 Mayıs seçimlerinden sonra özellikle muhalifler ne tür bir ruh hali içinde? Seçimlerin kazanılmasına yönelik beklenti karşılık bulamayınca ve rüzgâr tersine dönünce ne hissedildi? Bir tür melankoli ve/veya yas havası mı hakim?
Klinik psikiyatri, kaygı bozuklukları, ruhsal travma konularında çalışan Prof. Dr. Cem Kaptanoğlu ile konuştuk.
14 Mayıs seçim sonuçları özellikle muhalif kesimde bir şaşkınlık ve belki de hayal kırıklığı yarattı. Her şeye rağmen Cumhur İttifakı'nın kazanmasını nasıl açıklayabiliriz?
"Descartes'ın yanılgısı"na düşenlerin yani düşünceler ile duyguları birbirinden yalıtılmış olgular olarak görenlerin seçim sonuçlarından şaşkınlığa düşmeleri, hayal kırıklığına uğramaları olağan. Özellikle son 10 yılda ülkede yaşanan politik, ideolojik, ekonomik, ahlaki yıkımın üzerine, on ili yerle bir eden deprem felaketini de eklediğinizde, ülke somut anlamda da yıkıldı fakat bu yıkımdan büyük ölçüde sorumlu olan iktidar, her şeye rağmen ayakta. Halkın, yanlış politikalarla ülkenin içine sokulduğu çok boyutlu krizi, bu krizin nedenlerini, nesnel, akılcı, mantıklı şekilde değerlendirip iktidara iyi bir ders vereceğini düşünenler yanıldılar.
Öteki mahalleliler
Çünkü politik tercihlerimizi aklımız, fikrimiz kadar duygularımız da belirliyor. Türkiye, farklı toplumsal grupların ideolojik olduğu kadar duygulanım anlamında da kutuplaştığı bir ülke. Muhalifleri şaşırtan "öteki mahalleliler", 20 yıllık AKP iktidarında olup bitenleri, gasp edilmiş itibarlarının iade edildiği bir yüzleşme hesaplaşma süreci olarak görüyorlar, Recep Tayyip Erdoğan ise, onları "kendi ülkelerinde garip, öz yurtlarında parya" yani "ikinci sınıf vatandaş" olmaktan kurtaran büyük kurtarıcı.
Her gün bir başkası ortaya saçılan, iktidarla ilişkili çevrelerin başrolü oynadığı yolsuzluk, rüşvet, adaletsizlik öyküleri, yüzde 100'ün üzerindeki enflasyon, yoksulluk, muhalifler için "gelmekte olanın", önünde durulamaz itici gücü olarak görüldü, fakat "mağdur Müslümanlar", yirmi yılda zaferle çıktıkları tarihsel, kimliksel hesaplaşma söz konusu olunca "gerisi teferruat" dediler. Muhaliflerin anlayamadığı, "teferruat" olarak geriye atılanların farklı duygulanımlara sahip toplumsal kesimler için farklı olabileceği. Bir başka deyişle, her kesimin "teferruatı" kendine.
14 Mayıs seçimlerinde etkili olan toplumsal duygulanımlar nelerdi? Sözünü ettiğiniz çok boyutlu yıkıma rağmen, bu yıkımdan en çok etkilenen toplumsal kesimler, hangi duygularla, akılcı olduğu düşünülenden farklı davrandı?
14 Mayıs 2023 seçimleri, 200 yıllık bir mücadelenin belki de en önemli dönemeciydi. Osmanlı modernleşmesinin temellerini atan II. Mahmut'tan günümüze kadar süregelen bu mücadelenin tarafları, siyasal İslamcılar için "müminler" ve "kafirler"dir. Bu nedenle bu kesim II. Mahmut'a "gavur padişah" der. II. Mahmut'un modernleşme girişimlerinin ardından gelen Tanzimat Fermanı ile "müminler"-"kafirler" arasındaki gerilim daha da arttı. Kafir olarak tanımlanmak için, İslami değerlerden uzaklaşmak, Batılı değerleri benimseyip savunmak yeterlidir. Tanzimat Fermanı ile Batı'nın vatandaşlık hakları anlayışı Osmanlı Devleti'nce kağıt üzerinde de olsa kabul edilmiş, bir başka deyişle müslimler ile gayrimüslimlerin eşit vatandaşlar oldukları ilân edilmiştir.
Kutuplaşma
Bireylerin toplumsal kimlik ve konumlarını belirleyen temel ölçütün din olduğu bir toplumda, Müslümanların büyük kesimi için gayrimüslimlerle eşit vatandaşlar olmak, kabullenilmesi zor, yaralayıcı bir statü kaybı olarak görülmüştür. Cumhuriyet döneminde, "muasır medeniyet seviyesinin üzerine çıkmak" ancak Batılılaşarak mümkün olabilir inancıyla uygulanan reformlar, inkılaplar, darbeler, 28 Şubat ve benzeri müdahaleler, Müslümanların önemli bir kısmının kendilerini, değerleri, inançları aşağılanmış, büyük haksızlığa uğratılmış, ikinci sınıf vatandaşlar olarak görmelerini pekiştirmiştir.
Osmanlı döneminin müminler-kafirler kutuplaşması, düşman ötekini tanımlayan "kafir" yerine geçen farklı terimlerle Cumhuriyet döneminde de sürmüştür; Cumhuriyet elitleri, beyaz Türkler, azgın azınlık, öteki mahalle bunlardan en sık duyduklarımızdır. Temelinde sınıfsal bir dinamiği barındıran bu duygu yüklü, ideolojik söylem, kutuplaştırdıkları açısından çok değişmemiştir: Müslimler – kafirler, Batı taklitçileri, laikler, azgın azınlık, İstanbul sermayesi, LGBT'ciler ...
Türkiyeli Müslümanların önemli bir kesiminin, 200 yıllık süreci anlamlandıran travmatik bir anlatıyı kimliklerinin kurucu unsuru olarak benimsediklerini ve başta tek parti dönemi olmak üzere Cumhuriyet döneminde yaşadıklarıyla bu kimliğin düşünsel duygusal olarak pekiştiğini söyleyebilir miyiz?
200 yıllık bu mücadelenin öyküsü, gerçek mağduriyetler, travmalar yanında "ahır veya kerhane yapılan camiler", karşılarına çıkan Müslüman kadınların üzerine işeyen deri ceketli zebaniler, camide bira içen kafirler, Lozan Antlaşmasının miadı yüz yıl olan gizli maddeleri gibi fantastik unsurlar eklenerek yazıldı. İnançları nedeniyle, "zalim ötekiler" tarafından zulme uğradıkları, eziyet gördükleri, temel hak ve özgürlüklerinden yoksun bırakıldıkları gibi mağduriyetlere vurgu yapan, bir başka deyişle kolektif travmalar merkezinde şekillenmiş öykülerin, bunları yaşayan, tanık olan veya dinleyen Müslümanlarda yoğun duygular ortaya çıkarmaması olanaksızdır.
"Müslümanların kolektif narsisizmi"
Necip Fazıl'ın bu duyguları söze döken "Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!" dizeleri, Müslümanların dışlanan, kendi vatanında horlanan "mağdur biz" psikolojisini çok iyi tanımlar. Böyle bir benlik algısı, dışlanma, sevilmeme, hüzün, öfke gibi duyguların yanı sıra bu kötülüklerin faili olarak görülen II. Mahmut'tan İttihat Terakki'ye oradan CHP'ye ve Atatürk'e yönelik nefret, kin, intikam, saldırganlık duygularını ortaya çıkarır. Erdoğan, müminlerin bu öfkesini, kinini bileyen "Minareler süngü, kubbeler miğfer, camiler kışlamız, müminler asker..." dizelerini okuduğu bir konuşması nedeniyle yargılanıp ceza almıştı. Şair veya politikacının duygulanımsal (affective) söylemleri, toplumsal grupları birbirine yakınlaştırır veya uzaklaştırır, ötekini kapsar veya dışlar.
Recep Tayyip Erdoğan, Müslümanların kolektif narsisizminin yaralarını deşen duygusal söylemi, toplumu kutuplaştırma amacıyla başarıyla kullanan bir siyasetçi. Erdoğan'ın son seçim dönemindeki bir konuşmasında en çarpıcı cümle olarak şunun manşetlere çıkmasının anlamı var: "Artık kimse kendi yurdunda garip, öz vatanında parya olmayacak". Müslümanların önemli bir kısmı için 20 yıllık AKP iktidarında yaşananlar, 200 yıllık travmatik geçmişle yüzleşip hesaplaşmanın ve "garip parya" travmatik kimliğinden kurtulmanın gereğiydi. AKP iktidarı döneminde eleştirilecek, doğru olmayan şeyler yapılmış olabilirdi, hatta çok büyük yanlışlar yapılmış da olabilirdi fakat paryalıktan, gariplikten kurtulup muteber hatta ayrıcalıklı vatandaşlar olmak, iade-i itibar, kısaca yaralanmış grup narsisizmlerini onarmak, yapılan tüm kötülükleri "teferruat" kılmaya yeterdi. Süngülü, miğferli, kışlalı "İlahi Ordu" şiirinde de vurgulandığı gibi sonuçta bu, küffara karşı yürütülen kutlu bir davaydı.
Beka riskleri
Muhalif çevrelerin "akılcı olmadığını" vurguladığı seçmen davranışında Türkiyeli Müslümanların kimliksel travması ve bunun yarattığı duygulanımın önemini belirttiniz. Milliyetçiler açısından da "gerisi teferruat" denilen bir milli beka sorunu, varlık-yokluk sorunu ve bunun uyandırdığı duygular önemliydi diyebilir miyiz?
Ülkemizde hatta dünyada milliyetçilik, her politik yapıda etkili olabilen bir ideoloji. Genel olarak siyasal İslam, milliyetçiliği, mücadele edilmesi, arınılması gereken bir sapkın ideoloji olarak görmedi; aksine Türkiye'de siyasal İslam, milletten, milliyetçilikten vaz geçmeden ümmet olabilmenin formüllerini aradı. Bu formüllerden rağbet gören biri de ikisinden de vaz geçememenin semptomunu veren "Ümmet içinde millet olmak". Milliyetçi duyarlılıklara dokunan "beka sorunu" üzerinden yürütülen siyasal propaganda (son seçimlerde AKP tarafından kara propaganda malzemesi yapıldı) siyasal İslam'ın da kullandığı ve kitlesinde yoğun duygulanımlar yaratabilen bir araç.
Kafirlerin veya gayrimüslimlerin karşısında "Müslüman olmak" gibi, yedi düvelin, özellikle de Kürtlerin, Arapların karşısında ülkenin tek sahibi "Türk olmak" grup narsisizmini kuran, besleyen bir kimlik özdeşimi. Türklük veya Türk yurdu, etnik kimlik veya yurt olarak, öteki etnik kimliklerin, ülkelerin tehdidi altındaysa bu beka sorununun milliyetçi veya Müslüman Türklerde, kaygı, korku, öfke, saldırganlık gibi şiddetli duygular yaratmaması düşünülemez. Milliyetçilerin bu duyguları nasıl yaşadıkları ve nasıl davrandıkları "beka sorunu" nu nasıl kavradıkları veya kendi "düşman konseptleri" ile yakından ilişkili. Bu nedenle MHP, İYİ Parti, Zafer Partisi hatta CHP gibi kendi "beka riskleri" sıralamalarına göre AKP karşısında politik olarak görece farklı yerlerde duran milliyetçi partilerimiz var.
Muhalif kesimin ruh halini nasıl tanımlarsınız? Yas mı yaşanılan?
Muhalif kesim, özellikle de CHP tabanı, sol, sosyalist sol, tarihsel bir kaybın travmatik yasını yaşıyor. Freud "Yas ve Melankoli" adlı eserinde yası şöyle tanımlar: "Yas, sevilen bir insanın ya da ülke, özgürlük, ideal vb. gibi insanın yerini almış olan bir soyut kavramın kaybına tepkidir." Güneşin zaptının yakın olduğunu düşünen bazıları "vaktimiz yok bunların yasını tutmaya" dese de muhaliflerin tutmaya çalıştıkları kaçınılmaz yas, kaybedilen "ülke, özgürlük, idealler" benzeri önemli ruhsal yatırım yapılmış değerlerin yasıdır diyebiliriz. Yas tutmak, kayıplarımızın duygusal, düşünsel anlamını irdelemek, bizden nelerin eksildiğiyle yüzleşip hesaplaşmayı gerektirir. Bunun için, ne oldu, neden oldu, ne yapsak olmazdı, kim neyi yapmadı, yapamadı? gibi sorulara yanıt aramak, ararken de özgürce konuşup, tartışmak gerekir.
Bu irdelemeler, yaşanan kaybın öyküsünü yazmak, grup belleğine kaydetmek ve gelecekte benzer yanlışları tekrarlamamak için yapılmalıdır. CHP kurmayları ve Kılıçdaroğlu, yas tutmanın ilk ve temel koşulu olan kaybedilen önemli bir şey olduğu gerçeğini reddederek, yas sürecinin ilerlemesini engelliyorlar. Politik anlamda yas işini tamamlamak, kaybedilene saplanıp kalmaktan, içine göçüp, çaresiz kaybeden kimliğine bürünmekten kurtulmanın çaresidir. Geçmişle hesaplaşıp geleceğe yönelmek, yeni hedeflere, hayallere ruhsal yatırım yapabilmektir. Kısaca ancak yas tutarak veya bellek çalışması yaparak, geçmişin yaraları iyileşebilir, gelecek hayalleri geri gelir. Muhaliflerin toparlanıp mücadele edebilmeleri için umuda ihtiyaçları olduğu açık. Fakat CHP'li siyasetçilerin yaptığı gibi, "Her şey güzel olacak", "Geliyor gelmekte olan", "Seçim güvenliği mi? O iş bizde!" gibi sahte umut aşılarına değil. Muhalefetin ihtiyacı olan, Marksist düşünür Terry Eagleton'un tanımladığı "iyimser olmayan umut".
YARIN / TOPLUMSAL RUH HALİMİZE BİR İSİM: GÜCENME SENDROMU
Prof. Dr. Cem Kaptanoğlu kimdir?
İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi 1983 yılı mezunu. 1991 yılında psikiyatri uzmanı oldu.
1992-2017 yılları arasında ESOGÜ Tıp Fakültesi'nde öğretim üyesi olarak çalıştı. "Bu Suça Ortak olmayacağız" başlıklı barış bildirisi imzacısı olduğu için 7 Şubat 2017 tarihinde üniversiteden atıldı.
Türk Tabipleri Birliği (TTB) Yüksek Onur Kurulu üyesi olarak ve Türkiye Psikiyatri Derneği Merkez Onur Kurulu üyesi olarak çeşitli dönemlerde görev yaptı. Türkiye İnsan Hakları Vakfı kurucu üyesi.
1995 yılında Britanya'da Sheffield Üniversitesi Psikanalitik Çalışmalar Enstitüsünde kültür-psikanaliz alanında çalıştı. 2012-2020 yılları arasında Türkiye Psikiyatri Derneği Destekleyici Psikoterapi Çalışma Birimi genel koordinatörlüğü ve destekleyici psikoterapi eğiticiliği görevlerini yürüttü.
2019 yılında serbest psikiyatr-psikoterapist olarak çalışmaya başladı. 2020-2023 yılları arasında Ulm Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikosomatik Tıp ve Psikoterapi Kliniğinde misafir öğretim üyesi olarak mesleki çalışmalarına Almanya'da devam etti. Halen psikiyatr-psikoterapist ve psikodinamik psikoterapi eğiticisi olarak çalışmalarını Türkiye ve Almanya'da sürdürmekte.
1960, Antalya doğumlu.
(TY)