Manşet fotoğraf:1923-24 mübadelesi. İki Yaka Mübadiller Derneği
Anarşizmin felsefesini yapmış olan Fransız sosyalist iktisatçısı ve filozofu Pierre-Joseph Proudhon’un (1809–1865) meşhur bir sözü vardır: La propriété, c’est le vol! /Mülkiyet hırsızlıktır! Kendisiyle büyük ölçüde hemfikir olduğumdan, burada özel mülkiyet savunuculuğuna soyunacak değilim. Hattâ daha genelde mevcut hukuksal yapının fazla savunulacak bir yanı yok bana kalırsa: Bu yapının ve de dayandığı toplumsal düzenin ivedilikle alaşağı edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Amma ve lâkin bu alaşağı etmenin küçük bir oligarşinin yararına gerçekleştirilmesine doğal olarak bütün kalbimle karşıyım. Bu nedenle de, geçtiğimiz günlerde kamuoyunu bir hayli meşgul eden yeni kanun tasarısı hakkında birkaç söz söylemek ihtiyacını duyuyorum. Yani içinde STK'leri de yok etmeye yönelik maddeler bulunan "Kitle İmha Silahlarının Yayılmasının Önlenmesi Hakkında Kanun"uyla ilgili.
Yetki tek kişiye
Tasarının “Genel Gerekçe” kısmı şöyle başlıyor: “Suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerinin aklanması ve terörizmin finansmanı suçları ile kitle imha silahlarının yayılmasının finansmanına karşı uluslararası düzeyde mücadele...” falan filân. Gerçekten de birçok ülkede bu ve benzer gerekçelerle hüküm giyenlerin suçtan kaynaklanan mal varlığına el konur, konması da gayet yerindedir. Öte yandan bu tür el koymalar meşru yoldan, mahkeme kararıyla olur. Hukukun bir kişinin iki dudağı arasında sıkışıp kalmış olduğu ülkemizde ise, bu selâhiyetin de Cumhurbaşkanı’na verilmesi söz konusu. Yani kanunların, Anayasa Mahkemesi’nin, hattâ uluslararası antlaşmaların “kendisini bağlamadığı” kuruntusuna sahip olan, mutlak iktidarını tehdit eden herkese “terörist” yaftasını yapıştırmaktan, cezaevlerinde çürütmekten geri durmayan bir lidere böyle hakların tanınması.
Hâlen Cumhurbaşkanı olan zatın Cumhurbaşkanlığının ebedî olmadığı düşünüldüğünde (çünki en azından “küllü nefsin zâ’ikatü’l-mevt”), kendisine bu hakkı vermeye gönüllü olan milletvekillerinin, gün gelir, devran döner, kendi mal varlıklarına da bir başka Cumhurbaşkanı’nın sudan bir neden uydurarak el koyabileceğini düşünemeyecek kadar hayâl gücünden yoksun, yahut da belki fena halde medenî cesaret özürlü olduğu anlaşılıyor. Kendilerine bazı tarihî gerçekleri hatırlatmakta yarar var.
Osmanlı ve müsadere
Osmanlı devletinde Batı’da görülen sermaye birikiminin gerçekleşemediği, bu nedenle de Osmanlıların Batı’da görülen iktisadî ve teknolojik gelişimin gerisinde kaldığı malûm. Sermaye birikiminin yokluğunun ise birincil nedeni her Osmanlı’nın padişahın kulu sayılması, dolayısıyla her Osmanlı’nın mal varlığının padişahın tasarrufunda addedilmesi ve öldüğünde yahut gözden düştüğünde ona el konulabilmesidir. Bunun tarihteki adı “müsadere” idi.
Müsadere kurumunun Fatih döneminde, idam edilen sadrazam Çandarlı Halil Paşa’nın mallarına ele konmasıyla başlamış olduğu anlaşılıyor. Sonraki padişahlar bu uygulamayı olabildiğince genişletmiş, bu arada sıklıkla kurunun yanında yaş da yanmıştır. Nitekim Mustafa Nuri Paşa (1824–1889), Netâyicü’l-vukū‘ât (İstanbul, 1327, s. 2:102) adlı eserinde şöyle diyor:
“Şu kadar var ki esâs madde vech-i meşrûh üzere olduğı hâlde sû-i isti‘mâlâta munkalib olub me’mûrîn ve mültezimînden ve belki devlet işine karışmayub kendi ticâret ve zirâ‘atiyle kesb-i servet ve sâmân eden ağniyâdan vefât edenlerin emvâli birer nâm ve vesîle ile müsâdere olunmıya başlanıldığından bu kā’idenin ne derecelere kadar vardığı ileride görülür.”
Gayrimüslimler ve müsadere
Gerçi o devirlerde müsadere edilen mallar ve paralar cebe indirilmemiş, genişlemekte olan bir imparatorluğun devlet işlerinde kullanılmıştı. Ama bu her zaman böyle olmadı. Özellikle 20. yüzyılda müsadere, bu adla olmasa da, defalarca ve bilhassa gayrimüslimlere karşı kullanıldı, gasp edilen servet çoğunlukla devletin değil bireylerin cebine indirildi. Ermenilerin, Süryanilerin, Anadolu ve Pontus Rumlarının “terk ettiği” mallar, Müslüman ahalinin zengileşmesine yaradığı gibi, o malların asıl sahiplerinin geri döneceği korkusunun Kurtuluş Savaşı’na bazı çevrelerden gelen desteği körüklediği de biliniyor. Savaşı takip eden 1923–1924 nüfus mübadelesinde, giden 1,2 milyon “Rum”a mukabil gelen yarım milyon “Türk” (tırnak işaretlerini, asıl belirleyenin etnisite değil din olması nedeniyle koydum) olduğu düşünüldüğünde, varlık devrinin yalnız boyutları değil, eşitsizliği de kolayca anlaşılır.
Varlık Vergisi
11 Kasım 1942’de yürürlüğe konan Varlık Vergisi güya savaş zenginlerinin haksız kazançlarını vergilendirmek amacını güdüyordu, ama bilindiği gibi en başta gayrimüslimleri hedef aldı. Kimseye hesap vermek zorunda olmayan ve kararları temyiz edilemeyen komisyonların kapalı kapılar ardında belirlediği fahiş vergileri ödeyerek, Aşkale’ye taş kırmağa gönderilmekten kurtulmağa çalışan mükellefler mallarını mülklerini yok fiyatına sattıklarında bir kere daha devlet himayesinde yürütülen bir gasp operasyonu vuku buldu. Ayhan Aktar, Varlık Vergisi ve ‘Türkleştirme’ Politikaları (İstanbul, 2000, s. 229–230) adlı kitabında buna ilişkin çok çarpıcı veriler vermiş. Gayrimenkul satışlarına bakıldığında, Yahudi, Ermeni ve Rum mükelleflerle gayrimüslimlere ait şirketlerin sattığı gayrimenkullerin değerinin toplam içindeki payı 39 + 29 + 12 + 10 = yüzde 90 iken, bunları satın alanlar arasında Müslümanların, Müslümanlara ait şirketlerin ve resmî kuruluşların payı 67,1 + 0,6 + 30 = yüzde 97,7 imiş. Yani Varlık Vergisi, servetin Müslüman-Türkleştirilmesinden başka bir şey değildi. Nitekim dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu buna ilişkin “Türk piyasasını Türklerin eline ver”mekten söz ederken bunu ikrar etmiş oluyordu.
Yalnız o kadar mı? Hepsi de devletin marifeti olan 1934 Trakya olaylarının kaçırdığı Yahudilerin, 6–7 Eylül 1955 pogromu neticesinde yurt dışına göçmek zorunda kalan çoğu Rum vatandaşların, Kıbrıs olaylarının kızışması neticesinde 1964’te sınırdışı edilen Rumların mal varlıkları da gasp edildi, Müslüman-Türkleştirildi. Gayrimüslim vakıfların malları da yenildi yutuldu zaman içinde.
Sıra yanlış Müslümanlarda
Geldik günümüze... Türkiye’de gayrimüslim kalmadı neredeyse. Devede kulak, nüfusun belki yüzde 0,1’idir şimdi gayrimüslim vatandaşlar. Hepsinin parasını pulunu toplasanız, Beştepe’nin kaç haftalık masrafı çıkar? Peki, o halde şimdi kimlerin parası gasp edilecek? Cevap basit: Gayrimüslimler bitti, sıra “yanlış Müslümanlar”a geldi. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra suçlu suçsuz ayırımı yapılmadan Gülen taraftarlarının paraları, malları, şirketleri gasp edildi. O da yetmedi projelerin finansmanına, yandaş şirketlerin ceplerine, özel uçaklarına. Şimdi artık Cumhurbaşkanı’nı desteklemeyen her vatandaşın malı mülkü hedef tahtasında. Çünkü, malûm, kimin suçlu olup kimin olmadığına mahkemelerin değil, bizzat Cumhurbaşkanı’nın keyfine göre karar verdiği bir ülke burası.
Tarihçi Feroz Ahmad, The Turkish Experiment in Democracy, 1950–1975 (Boulder, Colo., 1977, s. 8) adlı kitabında 1942 Varlık ve 1943 Ayniyat vergilerinden bahisle şöyle demiş:
“Bu kanunların keyfî niteliği ve yürütülme biçimi vatandaşın devlete ve partiye olan güvenini sarstı. Özellikle de iş adamları ve büyük çiftçiler için bu böyleydi, çünki savaş yıllarında bir hayli servet biriktirmiş olmakla birlikte, hükümetin -Varlık Vergisi’nin simgelediği- son zamanlardaki uygulamaları nedeniyle Tek Parti yönetiminde artık kendilerini güvende hissetmiyorlardı. 1945’e gelindiğinde, 1923’ten beri istikrar sağlamış olan siyasî ittifak parçalanmıştı ve savaş bittiğinde yeni bir siyasî dengenin sağlanması gerekecekti.”
Demokrasiye dönme vakti
Demokrat Parti’nin 1946’da kurulması ve serbestçe katılabildiği ilk genel seçim olan 1950’de büyük bir zafer kazanarak iktidara gelmesini kısmen işte buna bağlamış Ahmad. Yani evet, Varlık Vergisi çoğunlukla gayrimüslimlerden toplanmıştı, ama biraz ileri görüşlü olan Müslümanlar “Bugün onlar, yarın biz” diyor, Tek Parti diktatörlüğünün yerine demokratik ilkelere saygılı, davranışları öngörülebilir bir rejim istiyordu.
2001’de kurulan ve 2002’de iktidara gelen AKP de bir ittifaktı; bugün müttefiklerin kaçta kaçı hâlâ ortada? Yarın kaçta kaçı kalmış olacak? Bırakın Gezi Direnişi esnasında haber yayınlayacağına penguen belgeseli gösterenleri, dört maaşlılar ve beşli çeteciler bile yarın öbür gün gözden düşecektir olasılıkla. Kimler gözden düşmedi şimdiye kadar? O da olmazsa, mutlaka iktidar değişecektir günün birinde. O halde, 1950’de kurtulduğumuzu sandığımız mutlakiyeti nihayet geride bırakıp demokrasiye, hukuk devletine (bütün kusurlarıyla) dönmenin vakti gelmedi mi?
(NÖ)