Geçtiğimiz haftalarda, İstanbul Latin Katolik Cemaati'nin tarihçisi Rinaldo Marmara'nın rehberliğinde gezme şansım oldu bu yapıyı. Marmara ayrıca, İstanbul Latin Katolik Cemaati'nin tarihi üzerine yaptığı çalışmada da geniş yer vermişti bu kiliseye.
Buna göre, Saint-Esprit adındaki ilk kilisenin yapılışı 1846'ya dayanıyor. Aslında 1831 Pera yangınına dek, Taksim'in ötesinde pek bir yerleşim yoktu. Yangının ardından halk, o zamana dek kışları kurtların, geceleri hırsızların dolaştığı kırlara, yani bugünkü Pangaltı, Harbiye tarafına doğru yayılmaya başlamıştı. O zamanlar, bir han vardı oralarda, daha uzağa, mesela Şişli'ye, Boğaz'a gidecek olanların gecelediği. Pancaldi diye biri işletirdi burayı, semtin adı da buradan geliyor işte.
Taksim çevresinde, bugünkü Gümüşsüyü tarafında Ayaspaşa Mezarlığı, biraz ötede Topçu Kışlası ve Radyoevi'nin yerinde bir Ermeni Mezarlığı vardı. 1837'de inşa edilen Ermeni Katolik Surp Agop Hastanesi, 1838'e tarihlenen Artigiana Düşkünler Evi'nin ardından, Saint-Esprit Kilisesi, bu bölgede yükselen üçüncü önemli bina oldu.
Kilisenin buraya gelmesi, yavaş yavaş cemaatin de çevresine toplanmasıyla sonuçlanacaktı; bu bakımdan Saint-Esprit'nin Taksim'den ötesinin yerleşime açılmasında büyük rolünün olduğu söylenebilir. Ama Latin Katolik Cemaati'nin o günkü ruhani lideri Monsenyör Hillereau ilk başta, "çok az sayıda insanın olduğu ıssız bir yerde kilise kurmak istemesi" nedeniyle eleştirilmişti.
Rinaldo Marmara'nın çalışmasında yer verdiği bir mektubuna göre, Monsenyör Hillereau kendini şöyle savunmuştu: "Katolik nüfusun bir bölümünün yavaş yavaş taşındığı yeni bir semtin dinsel ihtiyaçlarına cevap vermek zorundayız."
Papa XV. Benedictus'un heykeli
Nihayetinde Monsenyör Hillereau'nun çabalarıyla satın alınan arazide, ünlü mimar Gaspare Fossati 1845 yılında çalışmalara başladı. Gaspare, kardeşi Guiseppe ile birlikte başta Rus Elçiliği olmak üzere, aralarında Hollanda Konsolosluğu'nun, Galata'daki San Paulo i Pietro Kilisesi'nin de bulunduğu pek çok bina inşa etmişti.
Saint-Esprit 1846'da açıldı. Ne var ki, Gaspare Fossati bu kez işine pek özenmemiş olacak ki, bu ilk bina pek uzun ömürlü olmadı. 1864'te bir ayin sırasında çatının adeta yıkılacak gibi çatırdaması üzerine kilisenin tekrar yapılmasına karar verildi. Bu kez mimar Pierre Vitalis'ti; Napoleon Biondi ile oğlu Etienne de ona yardım edeceklerdi. Bu da olamadı; çünkü bu sefer de bir kolera salgını başladı. Mimar Vitalis hastalıktan korkarak Büyük Ada'ya çekildi. Bunun üzerine, binanın mimarlığı da papaz Antoine Giorgiovitch'e kaldı.
Kilise 1876'da katedral olarak ilan edildi. Bugüne dek cephesinde zaman zaman onarımlar ve değişiklikler yapılan Saint-Esprit, 1922'de İtalya'daki Fermo kentinde dökülmüş üç yeni çana kavuştu. 1980 yılında da, Peder Antoine Marovitch tarafından, kilisenin içindeki bütün resimler yenilendi.
Kilisenin avlusundaki heykel ise, Papa XV. Benedictus'a ait. Üzerinde makamının kıyafetleri olan Papa, sol elinde adil barışı simgeleyen bir kağıt rulosu tutuyor, sağ elini ise kutsamak için kalabalıklara uzatmış. Heykel Ouattrini, kaidesi ise Medici tarafından tasarlanmış, 1921'deki açılışında şehzade Abdülmecit de hazır bulunmuştu.
Saint-Esprit'nin en etkileyici bölümü ise, daha kilise inşa edilirken tasarlanan, altındaki mezarlık. 1927'de kiliseye gömülme alışkanlığının kaldırılmasına dek, İstanbul Latin Cemaati'nin pek çok üyesinin son istirahatgâhı oldu Saint-Esprit Mezarlığı. Bir süre bakımsız kaldıysa da, şimdiki Vatikan temsilcisi Monsenyör Marovitch'in üstün çabaları sonucu temizlendi.
Mezarlığa gitmek için önce karanlık koridorlardan geçerek aşağıya iniyorsunuz. Bu koridorlar sonsuza dek bitmeyecek, dünya böyle dar ve uzun yollardan ibaret kalacak derken, karşınızda bir kapı beliriyor. Arkasından yükselen tarifsiz havada, kokuya benzeyen, neme benzeyen, çürümüşlüğe benzeyen bir şey var. içeri adımınızı attığınız anda, hiç bitmeyecek sanılan koridorun yerini bir genişlik alıyor, ama hiçbir ferahlık yaratmaksızın. Sağda, mermer bir katafalkın üzerinde bir büst var. Mermer, boş gözleriyle, ölülerin arkalarında bıraktıklarını, varlıklarını kanıtlamak için hayata kazımaya çalıştıkları izleri seyrediyor. Altında "Francesco Della Suda" diye yazıyor ya da "Faik Paşa".
Abdülaziz döneminin ünlü eczacısıydı Della Suda Paşa. Bugünkü Fitaş'ın karşı sırasında ve İstiklal Caddesi'nin birkaç yerinde eczaneleri vardı. Turnacıbaşı'ndan Galatasaray'a uzanan Faik Paşa Yokuşu'nun adında yaşayan kırık bir hatıradan başkası kalmadı zenginliğinden geriye.
Paşa'nın büstünün hemen çaprazında, bilmeden dilimize pelesenk ettiğimiz bir başka ailenin mezarı var: Parma'lar. Cenova kökenli olan bu ailenin apartmanı Hamalbaşı'nda durur hâlâ, adı ise Küçük ve Büyük Parmakkapı'da, yani "Parmaların kapısında" yaşar.
Az ötede ise, Alleon'ların aile mezarlığı bulunuyor. Bir bahçeye girer gibi zarif bir kapıdan geçiyorsunuz önce. Alleon'lar, Bank-ı Dersaadet'in kurucularıydılar. Önce Odakule'nin yerindeki bir konakta, sonra eski adıyla Alyon, yeni adıyla Erol Dernek Sokak'ta yaşadılar. Şimdi, aile bireyleri ölümün kucağında, koyun koyuna uyuyorlar. Saray müzisyeni Donizetti Paşa da yakınlarında gömülü. Katafalkının önünde de portresi duruyor.
Mezarlıkta dünya nimetlerine sırt çevirmiş olanlar da yatıyor: Saint-Esprit'nin kurucusu Monsenyör Hillereau örneğin. Ya da Nötre Dame de Sion rahibeleri. Tarikata ait olan bölümde, 1930 öncesinde, şu yanda gömülü ailelerin kızlarını okutmuş kırk kadar rahibe gömülü. Başka ülkelerde, başka isimlerle başladıkları hayatlarını, tarikatın içinde aldıkları yeni isimlerle sıfırlamış ve ömürlerini Osmanlı payitahtında tamamlamışlar.
Artık Saint-Esprit'nin arka cephesindeyiz, binanın önünde Ölçek, yeni adıyla Papa Roncalli Sokak uzanıyor. Küçücük mahzen penceresinin bir tarafında, üstü açık sandıklara din adamlarının kemikleri doldurulmuş, öbür tarafta çocuklar çığlık çığlığa oyun oynuyor. Bir tarafta çırılçıplak ölüm, bir tarafta bütün diriliğiyle, bütün çiğliğiyle hayat...
Günün birinde gidecek olursanız bu mezarlığa, başınızı çevirdiğiniz her yerde upuzun, mutlu ömürlerin ayrıntılarını, bunca zenginliği, ölümün aynasından seyredeceksiniz. Ben baktım ve bomboş suretlerden başka bir şey görmedim doğrusunu isterseniz. Birbirlerinde yansıdıkça alay edercesine kıvrılıp bükülüyor, cafcaflı boyalarla çaresizliğini gizlemeye çalışan insanı göstererek eğleniyorlardı. "Bir cihan imparatorluğu kuracak kadar insan var burada," diyorlardı, galiba en çok da buna gülüyorlardı. (SÖ/BB)