“Mehmet bir an önce buradan kurtulmaya çalış!”
Bu söz 4 yaşındaki torunum Roya’ya ait.
17 Ekim 2022 günü açık görüşe gelen üç torunumdan biri Roya ile hasret giderdik. Görüş bitiminde, Roya salonun çıkış kapısında, ben ise aynı salonunun zindana açılan kapı aralığındayım.
Sevgili torunum, soğuk demir kapılar yüzümüze kapanmadan avucuna kondurduğu son öpücükleri bana doğru üfleme telaşında. Gardiyanlar arasından bağırarak söylediği son sözü oluyor bu:
“Mehmet bir an önce buradan kurtulmaya çalış!”
37 yıllık hevalim, yaşam arkadaşım ve aynı zamanda onların anneanneleri bana ismimle hitap ettiği için onlar da bana aynı şekilde hitap ediyorlar. Evde, sokakta, parkta onların oyun arkadaşı olduğum için bana arkadaşları gibi seslenmek onların alışkanlığı. Şimdiyse, oyun arkadaşlarının onlardan koparılıp cezaevine atılması herkesten çok onları üzüyor, onları öfkelendiriyor.
Yıl 2001, Nisan ayı, yer Şırnak’ın (usta gazeteci Celal Başlangıç’ın deyimi ile Şırnak Cumhuriyeti) bir beldesinde öğretmenim.
Bilindiği gibi 1992’de Şırnak’ta bir katliam yaşandı. Katliamdan sonra Şırnak büyük göç verdi, adeta boşaldı. Kalanlar zapturapt altına alındı, sindirildi, susturuldu, baskı altında inim inim inletildi. Şırnak, Türkiye’nin bir bölgesi değilmiş; Anayasa ve kanunların orada hükmü yokmuş gibi özel yöntem ve uygulamalarla yönetildi. Legal siyasi partiler Şırnak’a giremiyor, sendikalar şube açamıyor, demokratik kitle örgütlerinin esamesi okunmuyor. Muhalif sesler anında tasfiye ediliyor, insanlar ulu orta kaçırılıyor ve çoğunun cenazesi bile bulunamıyor.
Bu özel yönetimin keyfi uygulamalarına, haksızlık ve hukuksuzluklarına karşı ses yükseltmek “ölümlerden ölüm beğen” anlamında. Doğal olarak böyle bir ortamda yapılan seçimlerin adil olması beklenemezdi. Yapılan bütün seçimlerde yerel feodal ağalar ile devlet içinde çöreklenmiş paramiliter güçlerin işbirliği ile oy sandıkları ve sandık görevlileri tahakküm altına alındı, halkın özgür iradesinin sandıklara yansıması engellendi.
Örneğin, 1995 seçimlerinde sandık başkanı olarak bulunduğum beldenin ağası, korucu başı ve aynı zamanda belediye başkanı olan şahıs “Geçen seçimde partime oy vermeyen 4 aileyi köyümden kovdum” diyebiliyordu. Doğal ve olması gereken bir şeymiş gibi söylüyordu bunu. Seçim akşamı biz 6 sandık başkanına hitaben bunu söylemek, yarın sandıklarından tek bir oyun bile farklı çıkmasını istemiyorum demek anlamına geliyordu.
Terörist öğretmenliğe terfi ettiğimde...
Kendimi, demokrasinin erdemine inanmış, öğrencilerini hak, hukuk, adalet bilinci ile eğitmeye çalışan bir öğretmen olarak görüyordum. 1995 ve sonrasındaki seçimlerde sandık başkanı veya bina sorumlusu olarak görev aldığım yerlerde hep bu bilinçle hareket ettim. Sandık başında yaşanan anti demokratik uygulamalara ve müdahalelere hiç tereddüt etmeden, kaygı taşımadan engel olmaya çalıştım.
Bunu yaparken de, her defasında “hesabını sorarız!” gibisinden türlü tehditlere maruz kaldım. Bu tehditlerinde yanında bütün muhalifler gibi benim de meslek unvanımın önüne “terörist” sıfatı konuldu. Böylece Kürtlerin en az yüzde 70’inin sahip olduğu “terörist” unvanının bana da verilmesi ile “terörist öğretmen”liğe terfi etmiş oldum. Bu topraklarda “terörist” sözcüğü ile yaftalanmak, yargısız infaz dâhil her türlü ağır bedele maruz kalmak demektir.
1999’da PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesi ve onun barışı sağlamaya yönelik çabaları 2000’in başından itibaren genel bir yumuşama yarattı. Bu yumuşama ile birlikte Şırnak’ta da bir kıpırdama başladı. 2001’in başlarından itibaren siyasi parti olarak HADEP, Resul Sadak öncülüğünde Şırnak’ta örgütlenmeye başladı. Aynı dönemde KESK’e bağlı bazı sendikalar işkollarının şube veya temsilcilik açma faaliyetleri başladı. Biz birkaç öğretmen bir araya gelerek eğitimcilerin sendikası olan Eğitim-Sen’in temsilciliğini açmak üzere çalışmalara başladık.
Yıllardır Şırnak’ta gözden ırak tutularak, kanun, nizam tanınmadan istediği gibi yöneten zihniyetin, bu gelişmeler karşısında sessiz kalması beklenemezdi. Önce Resul Sadak ve ekibi bir komplo ile gözaltında alınıp zindana tıkıldılar. Aynı dönemde HADEP Silopi ilçe yöneticileri Serdar Tanış ile Ebubekir Deniz karakola çağrıldılar ve bir daha onlardan haber alınamadı.
Sıra, 1995’ten beri “sorulacak hesabı” bayağı kabarmış olan, üstelik bir de Eğitim-Sen temsilciliğinin açılması için yürütülen çalışmalara öncülük eden “terörist öğretmen” e hesap sorma vakti gelmişti. Kesilecek hesabın ağırlığına göre komplo da çok büyük ve ağır olmalıydı.
9 Nisan 2001 günü şafak öncesi evimin bulunduğu lojman tank, top, zırhlı araç ve envaı çeşit silahlarla kuşatıldı. Suçsuz bir insanı halkın gözünde azılı bir suçluymuş gibi gösterme çabasından başka bir şey değildi bu. 6’sı öğretmen 1’i memur olmak üzere onlarca insan askeri araçlar eşliğinde gözaltına alındık.
Çocuklarımızın gözleri önünde kafamıza silah dayatıldı, yere yatırılarak tekmelendik. Yetmemiş gibi, uzun namlulu silah da dâhil olmak üzere, çeşitli malzeme ve dokümanlar arama tutanağına geçirilerek evimde bulunmuş gibi bana imzalatılmak istendi. Bu tutanağı ve yazdıkları ifadeyi (senaryoyu) gözü kapalı, okumadan imzalamadığım için 10 gün boyunca ağır işkencelere maruz kaldım. Gözaltında açlık grevine girdim.
Dışarıda oluşan güçlü kamuoyunun desteği ile söz konusu tutanağı ve ifadeyi imzalamadan ve öl(dürül)meden ayakta duramayacak halde mahkeme önüne çıkabildim.
Amaç bizim şahsımızda Şırnak’ta kıpırdanmaya başlayan toplumsal muhalefeti, sivil iradeyi kırmak, tasfiye etmek ve kenti sessizliğe boğmaktı. Bu yüzden bize selam veren, selamımızı alan birçok kişinin de dâhil edilmesiyle 33 kişilik bir dosya oluşturup hepsini gözaltına aldılar.
10 günlük ağır işkencelerden sonra bizi mahkemeye çıkardıklarında, korkutup sindirmek istedikleri Şırnak halkı kendine yakışanı yaptı. Onlar, bize yapılan zulmün yarattığı öfke ile korku duvarını yerle yeksan ederek Şırnak Adliyesi önüne yığılmış, büyük bir kadirşinaslık örneği göstererek bizi sahiplenmişti. Sonuçta, yıkılan biz değil korku duvarları olmuştu. Şırnak halkının bu onurlu duruşunu her zaman saygı ve minnetle anarım.
Henüz biz mahkemeye çıkmadan cezaevine “Akşama 10 kişi gelecek hazırlık yapın” denilmişti. 6’sı öğretmen 10 kişi tutuklandık. 10 günlük kaldığımız Şırnak Cezaevi’nden sonra Mardin Cezaevi’ne sevk edildik. Dosyamız Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne gönderildi. Yaklaşık 3 ay sonra çıktığımız ilk duruşmada hepimiz tahliye olduk. Her birimiz birbirinden uzak, farklı şehirlere sürgün edildik. Benim payıma Sinop düşmüştü. Gazeteci Celal Başlangıç Şırnak’ta yaşanan bu keyfi ve hukuk dışı uygulamaları “Şırnak Cumhuriyeti” manşeti ile Radikal gazetesinde haberleştirerek dosya halinde kamuoyunun bilgisine sunmuştu.
2001’in Nisan ayında gözaltına alındığımda eşim ile 4,6 ve 11 yaşlarındaki 3 kızım yalnız başlarına ortada kalmışlardı. Ben Şırnak’tan Mardin Cezaevi’ne sevk edilince onlar da Diyarbakır’a, ailemin yanına gittiler. Eşim ve çocuklarım her hafta Diyarbakır’dan Mardin’e, görüşüme gelirlerdi. Tahliye olduktan sonra ben Sinop’a sürgüne (zorunlu iskâna) gittim, onlar Diyarbakır’da kaldı. Yaklaşık 5 yıl birbirimizden uzak yaşamak zorunda kaldık.
Cezaevi sürecinden başlayarak sürgünde geçen 5 yıl boyunca ailece çok büyük acılar yaşadık. Olağanüstü bir haksızlık, hukuksuzluk ile 5 yıl boyunca eşim ve çocuklarımdan ayrı kaldım. Beni ailemden kopararak, çocuklarımın babasız büyümesine sebep oldular. Çocuklarımın mutluluğunu, hayallerini, geleceklerini ve en önemlisi onların çocukluğunu çaldılar. Haksızlığa, hukuksuzluğa ve keyfi uygulamalara sessiz kalmadığım için takdir edilmem gerekirken ben ve ailem haksız, hukuksuz ve keyfi uygulamalarla büyük acılara maruz kaldık.
Yaklaşık 4 yıl süren yargılama sürecinden sonra, Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) bize yapılan adaletsizliği görerek hükmü bozdu ve beraat ettik. Yani, 4 yıl sonra devlet bize “pardon” dedi. Pardon demesine dedi de, pardon demekle yaşamımızı alt üst eden acılar bitmedi, bitmiyor. Açılan derin yaralar kolay kapanmıyor. Bize bu zulmü reva görenler, hesap vermeden sizi affedeceğimizi düşünüyorsanız fena halde yanılıyorsunuz. Çocukluğunu çaldığınız çocuklarım sizi asla affetmedi, affetmeyecek.
O yıllarda adaletsizlikleriyle ünlü, 12 Eylül askeri darbesinden kalma Devlet Güvenlik Mahkemelerinin yerine 21 yıl sonra o mahkemelere rahmet okutacak yeni mahkemelerle karşılaşacağımız hiç ama hiç aklımıza gelmezdi.
21 yıl sonra Haziran ayı, yer Diyarbakır
Çocuk sevgisinden dolayı, çok severek yaptığım öğretmenlik mesleğimin 22. yılında iken 2016’da gelişen “Allah’ın lütfu” darbe girişimi sonucu ihraç edilen binlerce öğretmenden biri oldum.
52 yaşından sonra işsiz kalmak, evi geçindirme derdine düşmek; torunlarına çikolata alamamak, üniversitede öğrenci olan çocuğunu okutamama endişesi taşımak nasıl bir duygudur, ancak yaşayan bilir deyip geçiyorum.
Birileri bizim için “Ağaç kökü yesinler” demişti ya, evet biz anne-babalar gerekirse ağaç kökü yiyip yaşamımızı sürdürebilirdik, ama ağaç kökü ile çocuklarımızın ihtiyaçlarını satın almak, torunlarımıza çikolata alabilmek, çocuğumuzu üniversitede okutabilmek mümkün değildi. Lanet olası kapitalist sistemde bunları yapabilmek için çalışmak, para kazanmak gerekiyordu. Evet, çalışmak gerekiyordu da milyonlarca genç işsizin olduğu yerde 52 yaşındaki insan ne iş yapabilirdi ki?
Daha önce serbest bir uğraşı olarak yaptığım için biraz deneyimim vardı; gazetecilik yapmaya karar verdim. Anadilim olan Kürtçede, çeşitli gazetelere makaleler yazmaya başladım. Haber ve analiz dosyaları hazırlıyordum. Derken Kürtçe yayın yapan TV kanallarına konuk olmaya başladım. Eski bir dostumun sahibi olduğu prodüksiyon şirketi ile anlaşıp hafta içi sabahları 15-20 dakikalık canlı gündem haberleri aktarıyordum.
Bu program devam ederken 08 Haziran 2022 günü sabah saat 05.00-06.00 arasında evimin kapısındaki darbelerin ürkütücü sesiyle uyandık. Devlet bir kez daha kapıma dayanmıştı. Ev aramasından sonra gözaltına alındım. Arama ve gözaltına alma kararında gerekçe yazılmıyordu. Polis merkezinde basın çalışanı ve gazeteci arkadaşları görünce bu sefer de “terörist gazeteci”liğe terfi ettiğimi anlamam çok uzun sürmedi.
8 günlük gözaltı süresi boyunca bize hiçbir soru yöneltilmediği için ne ile suçlandığımızı da öğrenemedik. Dosya üzerinde kısıtlama kararı olduğu için avukatlarımız da öğrenemedi. 8. gün ifadeye çağrıldığımızda bir an önce mahkemeye çıkmak için susma hakkımızı kullandık. Savcılıkta bir gazeteciye sorulmaması gereken sorulara muhatap olduk. İçeriğini öğrenemediğimiz suçlamalardan dolayı 21 gazeteciden 16’mız tutuklanarak Diyarbakır 1 ve 2 Nolu yüksek güvenlikli cezaevlerine gönderildik. Şu anda 7 aydır cezaevindeyiz.
Dosya üzerindeki kısıtlılık kararı devam etmekte ve bizler iddianame yazılmadığı için ne ile suçlandığımızı halen öğrenebilmiş değiliz. Bildiğimiz bir şey varsa o da, çok yüksek güvenlikli cezaevinde tutulduğumuzdan dolayı çok tehlikeli insanlar olduğumuzdur.
Evet, 2001’e göre benim rolümde bir değişiklik yok. Unvanımda da öyle; yine “terörist” ve yine mahkûmum. Fakat benim ziyaretçi profilimde önemli değişiklikler var. 2001’in küçük kızları büyümüş, birer yetişkin olarak vefakâr ve cefakâr anneleriyle birlikte ziyaretime geliyorlar. Onlar, arkamdaki en büyük güç ve moral kaynağım. Onlar da, kendi yaşadıklarını başka çocuklar yaşamasın; diğer kardeşlerinin çocukluğu, mutluluğu, hayalleri, yarınları çalınmasın diye hukuk için, adalet için, güzel yarınlar için benimle beraber direniyorlar. En önemlisi babalarının savunmasında rol üstleniyorlar.
2001’de, henüz 4 yaşındayken cezaevinin soğuk, ürkütücü demir kapılarının arkasında babasını arayan küçük kızım şimdilerde babasının avukatı olarak cezaevi yollarını adımlıyor. Babasını yalnız bırakmamak, onu soğuk demir kapılarının arkasından çekip almak için gecesini gündüzüne katıyor.Aynı zamanda “Sen hiçbir zaman yaşamın akışının dayattığı zorluklara boyun eğmedin, göğüs gerdin, direndin ve yeri geldi akışına yön verdin. Bunu da atlatacaksın.” Benzeri cümleleriyle beni bana hatırlatarak güç ve moral aşılıyor.
2001’deki zulmün mağdurları, küçük kızlar büyüdüler. Şimdi, yaşamı güzelleştirme ve anlamlı kılma mücadelesinde babalarının yanında yerlerini aldılar. Bu arada onların yeri de boş kalmadı. 2001’deki üç küçük kız çocuğunun yerini, başka üç sevimli küçük kız çocuğu doldurdu. 3,4 ve 9 yaşlarında olan kızlarımın çocukları; torunlarım… Bu sefer ki haksızlığın, zulmün mağdurları; oyun arkadaşlarım onlar. Onlar da anneleri gibi çok erken yaşta cezaevinin kale gibi duvarları, soğuk ürkütücü demir kapıları ve personelin iç karatan itici tutumları ile onlar tanışıyorlar. Bütün Kürt çocukları gibi onlar da çok erken yaşta bölgenin gerçeği ile yüzleşmekte. Gördükleri yüz, egemen zihniyetin maskesiz gerçek yüzü oluyor.
Buradan sonra “öldürmeyen acı güçlendirir” realitesi devreye giriyor. Hızlı büyümek ve güçlenmek, çocukluğunu yaşamadan çocukluktan çıkmak yaşamın bir gerçeği olarak kendisini dayatıyor. Maalesef torunlarım da tıpkı anneleri gibi, tıpkı bütün Kürt çocukları gibi bu acı realite ile erkenden yüzleşmekteler. Çok hızlı büyüyor, hızlı güçleniyorlar. Yaşları küçük olsa da düşünceleri ve söylemleri boylarından büyük oluyor. Büyüyen düşünceleri ve söylemlerinin yanı sıra, öfkeleri de bir o kadar büyüyor.
Ben, eşim ve kızlarım cezaevi kavramını çocuklardan (torunlarımdan) saklamak için onlara “Burası iş yerim, ben burada çalışıyorum işim bitince eve geleceğim” dediğimiz halde, 4 yaşındaki torunum Roya’nın “Mehmet bir an önce buradan kurtulmaya çalış!” sözü hakikatin tokadı gibi yüzümüze patlıyor. O, küçücük aklıyla buranın “kurtulunması gereken” bir yer olduğunun farkında.
9 yaşındaki büyük torunum Hêjin, her görüşüme yeni bir kaçış ve kaçırma planı ile geliyor. Küçük torunum minik Mona ise ıslak gözleri ile “Çıktığında önce bizim evimize gel” diyor. Beklenti ve özlemini en yalın halde dile getiriyor o.
Çocuklar saygı görmediği yaşamın her alanında öfke biriktiriyor
Bunlara bir de Van’daki çocuğun içimi burkan sözünü eklemek istiyorum. Ekrem İmamoğlu’nun Van ziyaretinde kendisine, 10 yaşındaki çocuğun “Başkanım adalet istiyorum” demesi bölgedeki Kürt çocuğunun büyümüş ruh halinin çarpıcı örneklerinden. Çocukların böylesi bir ruh hali ile yaşadığı yerde hak, hukuk, adalet, eşitlik, özgürlük ve barıştan söz etmek mümkün müdür? Söz etseniz bile pratik yaşamda bir karşılığı olur mu?
Bunlar sadece küçük birer örnek. Son 40 yılda Kürt çocuklarının yaşadıkları büyük acılar ve trajediler yanında bunlar iğne ucu kadar yer tutmaz. Çocukluğu, mutluluğu, hayalleri, geleceği elinden alınmış, annesiz babasız bırakılmış sayısız Kürt çocuğu var. Bugün on binlerce Nujiyanlar, Rozerinler, Arjinler, Rojinler, Agitler, Mazlumlar, Berivanlar, Beritanlar, Zilanlar mezarlıklar yolunda, cezaevi yollarında, adliye kapılarında ve varlığına, kimliğine kültürüne, diline saygı görmediği yaşamın her alanında öfke biriktiriyor.
Bize bu haksızlığı, hukuksuzluğu reva görenler bizden korkmayabilirler, fakat kendi uygulamalarıyla öfkesini büyüttükleri bu çocuklardan korkmalılar. Kurtulmak için daha çok çalışmam (direnmem) gerektiğini söyleyen 4 yaşındaki Royalardan; oyun kurgusu yerine beni cezaevinden kaçırma planları yapan 9 yaşındaki Hejinlerden; oyuncak yerine “barış istiyorum” diyen Vanlı çocuklardan korkmalılar. Çünkü onların öfkesi büyüdükçe, onlara yenileri eklendikçe bu ülkeye huzur ve refah gelmeyeceği aşikar. Çocukları mutsuz olan bir ülkenin geleceği de mutsuz olur. Çocukların mutsuz olduğu bir yerde büyükler de mutlu olamaz.
Yaşamı boyunca çocukların barış içinde özgür ve eşit yaşadığı, yüzlerinde hiç gülücüklerin eksik olmadığı bir dünya hayali ile yaşamış bir öğretmen olarak ben sizi affetsem de bu çocuklar sizi asla affetmeyecektir. Onların yaşadıklarını yaşayan yüz binlerce çocuk sizi affetmeyecektir.
Gelin, bu öfkeli çocuklar yaratan haksız, hukuksuz, adaletsiz uygulama ve politikalarınızdan vazgeçin. Hep beraber çocuklarımıza özgürlüğün, eşitliğin, barışın, adaletin egemen olduğu bir dünya bırakalım. Böyle bir dünya bırakmanın yolu “kadın da olsa çocuk da olsa…” benzeri çok ürkütücü cümleler kurarak çocukları hedef haline getirebilecek zihniyetten geçmiyor; aksine bu zihniyetin değişip dönüşmesinden geçiyor. Haksız ve hukuksuzluklarıyla her gün yeni mağdurlar yaratan zihniyetin aşılmasından geçiyor.
(MŞ/HA)